Marksist Tutum dergisinin internet sayfasında, 16 Aralık’ta, “okuyucularımızla paylaşıyoruz” denilen bir bildiri yayımlandı. Marksist Tutum’un hiçbir eleştiri yapmaksızın yayımladığı “Uzatma!” başlıklı bildiri, Demokrasi İçin Birlik (DİB) adlı oluşuma ait. DİB, CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin başını çektiği, Haziran ayında faaliyet göstermeye başlayan ve Ekim ayının sonunda genel bir “buluşma” gerçekleştiren burjuva bir siyasi oluşum.
Bildirinin içeriğine geçmeden önce, Marksist Tutum’un böyle bir bildiriyi eleştirisiz, dolayısıyla destekleyerek yayınlamasının, onun merkezcilikle olan son derece ince bağlarını da koparıp emperyalizm-kapitalizm yanlısı sahte sol bir gruba dönüşmesinde yeni bir aşamayı ifade ettiğini belirtelim.
Peki, DİB ne?
Başını burjuva ve kapitalizm yanlısı CHP’nin ve HDP’nin kimi milletvekillerinin çektiği, DİSK ve KESK bürokrasileri ile TTB’nin desteklediği bu oluşum, Marksist Tutum’un “sosyalist çevreden” dediği birçok sahte sol grup tarafından destekleniyor. Dahası, DİB, Marksist Tutum konuyla ilgili haberinde belirtmese de, ANAP’ın eski genel başkanı gibi katıksız sağcıları bile kapsamaktadır.
DİB adı altında bir araya gelmiş olan bütün bu sağcı güçler, işçi sınıfını ve gençliği, kapitalizm altında -hem de yeni bir dünya savaşına doğru giderken!- gerçek bir “demokrasi ve barış”ın sağlanabileceği yalanına inandırmaya çalışıyorlar.
DİB’in 23 Ekim’de İstanbul’da gerçekleştirdiği buluşmanın ardından yaptığımız değerlendirmede, bu oluşumun, bileşenlerinden perspektiflerine kadar her şeyiyle, sözde yeni “sol” bir burjuva cephe oluşturma çabası olduğunu açıklamış ve onu, daha önceki benzeri girişimlerden ayırt eden yanı şöyle vurgulamıştık:
Bu “birlik”i öncekilerden ayırt eden en önemli yanı, kendilerini uzun yıllar önce Kürt burjuva partileri üzerinden kapitalist sistemle bütünleştirmeye başlamış olan sahte sol grupların, bu politikayı CHP’nin kanatları altına girerek taçlandırıyor olmasıdır. Bu durum, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin ve Toplumsal Eşitlik’in, sahte solun burjuva partilerin bir uzantısı olduğu ve emperyalist savaşla hiçbir sorunlarının olmadığı tespitinin açık bir doğrulanmasıdır.
Söz konusu yazımızda CHP ile HDP’nin ve onların yedeğindeki sahte solun soyut bir AKP karşıtlığı üzerinden bir araya gelme çabasının baştan sona ikiyüzlülük üzerine kurulu olduğunu vurguluyor ve bunu şöyle açıklıyorduk:
…kurultayın sonuç bildirgesinde “demokrasi”den ve “barış”tan söz ediliyor olsa da, CHP, yaklaşık bir buçuk yıldır AKP’nin savaş politikalarının başlıca suç ortağı konumundadır. Kürt illerini savaş alanına çeviren, binlerce kişinin ölümüne, yüz binlercesinin evlerini terk etmeye zorlamasına yol açan ve bugün, en son Diyarbakır belediyesi eş başkanlarının gayrimeşru şekilde gözaltına alınmasıyla sürdürülen operasyonlara tam destek veren CHP, hem geçtiğimiz yıl hem de bu yıl meclise sunulan Suriye-Irak savaş tezkerelerini desteklemiştir.
CHP, bu çizgisinin tamamlayıcı bir parçası olarak, Fırat Kalkanı adı altında başlatılan Suriye istilasını başından itibaren desteklemekte, Türkiye’nin Irak’taki yayılmacı emellerini de karşı çıkmamaktadır. CHP’nin, tüm bu savaş politikalarının ayrılmaz bir parçası olan işçi sınıfı düşmanı yasalara açıktan ya da örtülü şekilde verdiği destek, tabloyu tamamlamaktadır.
CHP’nin, AKP’nin PKK/PYD’yi hedef alan savaş politikalarına açıkça verdiği desteğe rağmen onu HDP ile bir araya getiren asıl konu ise, her iki partinin de Ortadoğu’da ABD’nin ve Avrupalı emperyalist güçlerinin politikasını savunuyor olmasıdır. Özünde, hem AKP hükümeti hem de meclisteki üç burjuva muhalefet partisi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist savaşta yer almasını desteklemekte, yalnızca bunun hangi doğrultuda olacağı konusunda anlaşamamaktadır.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 18 Ekim’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmadaki ifadeler, HDP’nin gerici perspektifini en açık şekilde ifade etmektedir: “Musul meselesinde başından beri yanlış aktörlerle iş tutmasaydınız, mezhepçilik yapmasaydınız, milliyetçilik, ırkçılık yapmasaydınız ve en önemlisi çözüm masasını devirmeseydiniz, Türkiye’de iç barışı sağlasaydınız, bir tarafınıza Ahrar’uş Şam’ı, bir tarafınıza El Nusra’yı alacağınıza bu tarafınıza, çok açık söylüyorum PYD’yi, öbür tarafınıza PKK’yi alsaydınız…” (vurgular sonradan)
Bu açıklama, “barış süreci” adı verilen şeyin aldatmaca olduğunun da bir itirafıdır. Türk ve Kürt burjuvazilerinin, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yayılmacı emelleri temelinde barışını ifade eden o süreç, Türkiye devletinin gerici yayılmacı hedeflerini PKK/PYD ile birlikte sürdürmesini amaçlıyordu. Bugün gelinen noktada, PKK/PYD, ABD emperyalizminin karadaki başlıca vekil güçlerinden biri haline gelmişken, HDP, Irak ile Suriye’deki emperyalist paylaşım savaşında Türkiye-PKK/PYD işbirliğini yeniden önermektedir.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ayın ortasında yaptığı ve Türkiye burjuvazisinin yayılmacı hedeflerini açık bir şekilde ilan ettiği Misakı Milli açıklamalarıyla ilgili olarak, “Cumhurbaşkanı net bir şekilde açıklıyor. ‘Misakı Milli’ye bakarsanız anlarsınız’ diyor. Yani Musul’u ve Kerkük’ü Türkiye sınırlarına katmak. Misakı Milli’nin, en azından sınırlar bölümü budur. Eğer Cumhurbaşkanı’nın niyeti buysa, Musul’u ve Kerkük’ü başta olmak üzere Güney Kürdistan’ı, hatta Rojava Kürt Bölgesi’ni, Türkiye’nin resmi sınırları içerisine katma gibi bir emperyal amaç varsa, bu bölgede yeni savaşların, dünya savaşına gidecek yolun taşlarını döşemekten başka bir şey değil.” diyor. Irak ve Suriye’deki emperyalist müdahaleleri destekleyen bir siyasi hareketin önderinin bu sözlerinde, herhangi bir tutarlı savaş ya da emperyalizm karşıtlığı söz konusu değildir. Aksine, Demirtaş, gerçekte, bu sözlerle, kendi politikalarının gericiliğini itiraf etmektedir. “Misakı Milli” vurgusunun, Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz mesajındaki yeri ve “barış süreci”nin bir parçası olduğu hatırlandığında, bu çok daha iyi anlaşılacaktır.
Yukarıdaki alıntıda genel hatlarıyla ifade edilen pratik, bu iki burjuva partisinin ve sahte solun, kapitalizm ve emperyalist savaş yanlısı karakteri hakkında kuşkuya yer bırakmamaktadır. Onların, “demokrasi”yi savunmak şöyle dursun, en temel demokratik hakların ortadan kaldırılmasında (CHP’nin milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına verdiği destek) oynadığı rol ve HDP’nin eş başkanlarının ve milletvekillerinin tutuklanması karşısında izledikleri teslimiyet, yaptığımız tüm tespitleri doğrulamaktadır.
Milletvekillerinin tutuklanmasının önünü açan bir parti ile milletvekilleri tutuklanan ama bu saldırıya karşı teslim olmaktan başka bir şey yapmayan bir partiden çeşitli vekiller bir araya geliyor ve demokrasi uğruna mücadelenin adresi olarak kendilerini gösteriyorlar. Yine bu iki partiden biri devletin Kürt illerinde binlerce yaşama mal olan operasyonlara ve Suriye istilasına tam destek verirken; diğeri saldırıya uğrayan tarafta yer almasına karşın, tırmanan militarizme karşı hiçbir ciddi mücadele örgütlemiyor. Dahası, hem CHP hem de HDP ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin Ortadoğu’daki müdahalelerine destek veriyor. İşte, Marksist Tutum da dahil olmak üzere, Türkiye sahte solunun “yeni” alternatifi, savaş ve kapitalizm yanlısı bu iki burjuva partisinin önderliğinde yükseliyor!
Sadece bu haliyle bile, DİB’i oluşturan ve onu şu ya da bu şekilde destekleyenlerin, gerçek demokrasinin ve barışın, yani sosyalizm mücadelesinin önündeki başlıca engellerden biri olduğu açığa çıkmaktadır. Kendisine “Marksist”, “sosyalist” diyen çevrelerin ve bireylerin böylesi bir oluşumu “yeni bir umut” olarak adlandırıyor hale gelmiş olmaları, onların dünya işçi sınıfının sosyalizm uğruna mücadelesinden umudu kesmekle kalmayıp, emperyalizmin safına geçtiklerinin bir diğer ilanıdır.
“Demokrasi” mi sosyalizm mi?
Marksist Tutum’un sayfasında yayınladığı DİB bildirisi, yukarıdaki tespitimizin somut temellerine ilişkin yeni veriler içermesi bakımından önemli. Daha önce de belirttiğimiz gibi, DİB ve HDP’nin kuyruğunda burjuva düzenin savunucuları haline gelmiş olan sahte sol gruplar, ABD önderliğindeki emperyalist güçlerin Suriye’deki başlıca vekil gücü işlevi gören PYD/YPG’ye verdikleri destek üzerinden, uzun süredir, bölgedeki emperyalist savaşın doğrudan parçası haline gelmişlerdi. İşçi sınıfı ile -sendikalist / reformist de olsa- söylemsel tüm bağlarını kopartarak sahte solun bir parçası olmaya soyunan Marksist Tutum, DİB’in son bildirisine verdiği destekle, kapitalist sistemin açık savunusuna soyunduğunu ilan etmektedir.
DİB’in “Uzatma” başlıklı bildirisi, OHAL’in barış ve güvenliği sağlamadığını; OHAL koşullarında tek adam yönetiminin getirilmeye çalışıldığını; “darbe ile mücadele” amacından saparak hak ve özgürlükler üzerinde bir baskıya dönüştüğünü belirtiyor. “Demokrasiyle ilgili en temel gerçek şudur ki, OHAL koşullarında ne rejim ne anayasa değişikliği tartışılabilir.” diyen bildiri, “Türkiye’nin ihtiyacı”nın, “tek adam yönetimi değil, katılımcı çoğulcu laik bir parlamenter demokrasi ve barış.” olduğunu savunuyor.
Baştan sona ulusalcı bir perspektifle ve “sınıfsız” bir dille yazılan bildiride, Ortadoğu’daki savaşa dair tek kelime bile yer almıyor. Kitlelerin önüne, ya “tek adam yönetimi” ya da “çoğulcu laik bir parlamenter demokrasi” seçeneğini koyan bu bildiriye verilen destek, sosyalizm uğruna mücadele şöyle dursun, burjuva düzenin katıksız savunuculuğuna soyunmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
“Çoğulcu laik bir parlamenter demokrasi” üzerine burjuva liberal hayaller (daha doğrusu yalanlar) önünde böylesine rezil bir şekilde diz çöken ve bunların propagandasını yapan Marksist Tutum ve diğer sahte sol gruplar, işçilere ve gençlere doğruyu söylemiyorlar. Gerçek seçenekler, “tek adam yönetimi” ile “katılımcı çoğulcu laik bir parlamenter demokrasi” değil; burjuvazinin diktatörlük ve savaş yönelimi ile sosyalizmden ibarettir.
Marx’ın ve Engels’in temellerini attığı, Lenin ile Troçki’nin emperyalizm çağına uyarlayıp geliştirdiği bu sav, yalnızca teorik olarak değil; 20. yüzyıla damgasını vuran tüm toplumsal hareketler eliyle pratikte de kanıtlanmıştır.
İşçi sınıfını ve gençliği, “tek adam yönetimi” (sahte solun daha genel tabiriyle “AKP/Erdoğan faşizmi”) ile “demokrasi” arasında tercih yapmaya çağırmak, kapitalizm altında bir alternatifin mümkün olduğu yalanını yaymaktan ve insanlığı küresel bir felakete sürükleyen burjuva egemenliği dışında bir seçenek olmadığını ifade etmekten başka bir anlama gelmemektedir.
Marksist Tutum’un da çok iyi bildiği gibi, 1930’lardaki İspanya Devrimi ve Fransa’daki devrimci işçi hareketi, Stalinizmin “faşizme karşı demokrasi” mücadelesi adı altında ortaya attığı “Halk Cephesi” politikaları eliyle işçi sınıfını burjuva partilere yedeklediği için yenilgiye uğramıştır. Stalinizm, söz konusu ülkelerdeki işçi sınıfının yenilgiye uğratılmasını sağlamakla kalmamış, işçi sınıfını burjuvazinin savaş arabasına bağlamış ve nihayetinde, bu karşı-devrimci çizgiyi, II. Dünya Savaşı’nda, daha önce anlaşma yaptığı Nazilerin saldırısına uğramasının ardından “demokratik” ABD, Britanya ve Fransa emperyalistleri ile ittifakla taçlandırmıştı. Bu ittifakın temel karakteri, SSCB’nin müttefiki ülkelerde bulunan Stalinist partilerin “faşizme karşı demokrasi” adına “kendi” emperyalist devletlerini desteklemeleriydi.
Troçki önderliğindeki Bolşevik-Leninistler ve Dördüncü Enternasyonal, Stalinist bürokrasinin II. Enternasyonal’in sosyal-yurtseverliğini canlandırmasına karşı Lenin’in ve Bolşeviklerin I. Dünya Savaşı’ndaki “emperyalist savaşa karşı iç savaş ve devrim” sloganını yükseltmişlerdi.
Günümüzde, aynı o dönemde olduğu gibi, emperyalist savaşın parçası olan hiçbir burjuva devleti, partiyi ya da grubu desteklemeyen tek örgütün Dördüncü Enternasyonal (DEUK) olması bir tesadüf değil; Marksist perspektifleri ve politikaları her türlü revizyonist ve oportünist sapmaya karşı savunma kararlılığının bir ürünüdür.
Benzer biçimde, bir zamanlar “merkezci” olarak adlandırılabilecek konumda olan Marksist Tutum’un burjuva Kürt hareketinin kuyruğunda hızla sağa kayıp bugünkü noktaya ulaşması da tesadüf değildir. Bu çevre, şimdi “sivil faşizm” olarak adlandırdığı AKP iktidarının 12 Eylül 2010’da referanduma sunduğu anayasa değişikliklerine “demokratikleşme”ye ve “işçi sınıfının çıkarları”na hizmet edeceği iddiasıyla destek verdiğinde, sağa doğru yolculuğunda önemli bir adım atmıştı. Marksist Tutum’un, yaklaşık dört yıl önce Troçkizme ve Dördüncü Enternasyonal’e saldırarak “yeni bir enternasyonal” çağrısı yapması ise, onun siyasi evriminde belirleyici bir dönüm noktasıydı.
O dönemde benzer bir şekilde Troçkizme ve Dördüncü Enternasyonal’e saldıran Marksist Bakış’ı da ele aldığımız yazımızda şu öngörüde bulunmuştuk:
Marksist Bakış ile Marksist Tutum’un yalnızca merkezcilerin değil ama çok sayıda Pablocu grubun da savunduğu “V. Enternasyonal” ekseninde bir araya gelmesi, bir rastlantı değildir. Daha kötüsü, bu “beşinci enternasyonal”ci gruplar, sınıflar mücadelesinin keskinleştiği ve kitlesel işçi hareketleriyle çalkalanacak bir döneme girdiğimiz koşullarda, merkezcilere özgü, şimdi sağa sallanan ama tekrar “orta”ya ve “sol”a gelebilecek sarkaç konumunu da koruyamama tehlikesiyle karşı karşıyalar. Zira sınıflar mücadelesinde yaklaşan fırtına, son derece kritik bir dönemde sağa doğru salınan bu merkezci sarkacın yeniden sola doğru gelmesini sağlayacak olan ipi her an kopartabilir.
Bu değerlendirme, hem Marksist Tutum için hem de -ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte- aynı onun gibi, sadece HDP’den değil ama bir “toplumsal muhalefet” bileşeni olarak adlandırdığı CHP’den de medet umar hale gelen Marksist Bakış için bütünüyle doğrulanmıştır.
Söz konusu yazımızda, Marksist Tutum yazarı Elif Çağlı’nın, “beşinci bir enternasyonali kurma düşüncesini gerekçelendirmeye çalıştığı yazısında, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önündeki gerçek engellere (liberalizm, reformizm, sendikacılık, ulusalcılık, gerillacılık vb.) değil; Troçkizmde ve IV. Enternasyonal’de cisimleşen Leninist geleneğe saldırmakta, onu değersizleştirmeye” çalışmakta olduğunu belirtiyor ve bunun nedenini şöyle açıklıyorduk:
Çağlı’nın, bunu yapmakta, kuşkusuz, kendine göre haklı nedenleri bulunuyor. Zira o, bütün siyasi faaliyetini işçi sınıfını ve gençliği -elbette “sol”- sendika bürokrasilerine ve burjuva-liberal Kürt ulusal hareketine yedeklemeye adamış bir akımın sözcüsü olarak, enternasyonalist ve devrimci bir işçi sınıfı alternatifini savunmaya kalkıştığında, değirmenine su taşıdığı bu “müttefiklerine” karşı cepheden tavır almak zorunda kalacaktır.
İşte tam da bu nedenle, kapitalizmin küresel krizinin derinleştiği ve emperyalist savaş ve diktatörlük yöneliminin tırmandığı koşullarda, Marksist Tutum “merkez”de sallanmasını daha fazla sürdürememiş ve burjuva Kürt hareketinin kuyruğunda emperyalist savaşın ve kapitalizmin savunucusu sahte sol bir akım haline dönüşmüştür.
Marksist Tutum bunu o kadar pervasız ve açık bir şekilde yapar hale gelmiş durumda ki, kapitalizmin ve onun ürünü savaşların ve diktatörlük yöneliminin temel nedeni olan üretim araçlarının özel mülkiyetini demokratik hakların içine katıp savunan bir bildiriyi sayfasında yayınlayabilmektedir. Bildiriden aktaralım: “OHAL, sınırlı bir konu ve amaç için ilan edilir… Adil yargılanma/savunma, kişi güvenliği ve özgürlüğü, mülkiyet hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri ihlal eden birçok düzenleme hayata geçiriliyor. Demokrasi ve hukuk devletinde olması gereken bu değil…” vb. vb.
OHAL’e karşı gerçek Marksist tutum, diktatörlük ve savaş yönelimine ve bugün bunun bir aracı olarak kullanılan OHAL’e karşı gerçek bir demokrasi ve barış uğruna mücadeleyi, burjuva partiler olan CHP’nin ve HDP’nin ya da küçük-burjuva sahte sol partilerin önderliğine teslim ederek yenilgiye uğratmak değildir. Marksistler, bu mücadelenin, yalnızca sosyalist enternasyonalist bir program temelinde, uluslararası işçi sınıfı tarafından başarıya ulaşabileceğini savunurlar.
Savaş ve diktatörlük yönelimine karşı mücadele, yalnızca siyasi iktidara ya da Erdoğan’a karşı değil; uluslararası bir sistem olan kapitalizme ve onun üzerinde yükselen burjuva egemenliğine karşı sosyalizm uğruna mücadele demektir.
Dolayısıyla, bu mücadele, diktatörlük yöneliminin ortağı ve siyasi sorumlusu olan burjuva muhalefet partileriyle birlikte olmayı değil, aksine onlara da cepheden karşı çıkmayı gerektirir. Bu Marksist perspektifin yokluğunda, tüm sahte solun yaptığı gibi burjuva muhalefete yedeklenmek kaçınılmazdır.
Marksist Tutum’un ve CHP ile HDP’nin uzantıları haline gelen diğer sahte sol grupların siyasi iflası, Türkiye’ye özgü değil ama uluslararası bir olgudur. Kapitalizmin insanlığı yeni bir dünya savaşına doğru sürükleyen krizi ve keskinleşen sınıfsal çelişkiler, sahte solun gerçek karakterini gizlemekte geçmişte kısmen işe yarayabilen maskeleri birer birer indirmektedir.
ABD’de Sanders’ı, Britanya’da Corbyn’i, İspanya’da Podemos’u, Yunanistan’da Syriza’yı, Türkiye’de CHP’yi ve HDP’yi destekleyen uluslararası sahte solun rolü, yaklaşmakta olan büyük sınıf mücadelelerinde ayağa kalkacak olan işçi sınıfını ve gençliği “sol” adına emperyalizme ve burjuva düzene yedeklemektir.
Bu durum, aynı zamanda, Komünist Enternasyonal’in Stalinist önderlik eliyle emperyalizmin kampına sürüklenmesinin ardından Troçki ve yoldaşları tarafından 1938’de kurulan Dördüncü Enternasyonal’in ilkelerini ve programını savunmak üzere 1953’te kurulmuş olan Uluslararası Komite’nin (DEUK) dünya çapında tek Marksist odak olduğunu çok daha açık hale getiriyor.
Bu gerçek, DEUK’un, kapitalizme ve savaşa karşı, tüm burjuva ve küçük-burjuva partilerle uzlaşmaz karşıtlık içinde uluslararası sosyalist bir işçi sınıfı hareketi örgütlemeye çalışan tek grup olmasında ifadesinde bulmaktadır.
Türkiye’de ve dünyada, yakıcı ihtiyaç, işçi sınıfının kapitalizme ve savaşa karşı sosyalist birliğinin inşa edilmesidir. Bu, tüm sosyalistlerin önüne, sahte soldan keskin bir şekilde kopma ve DEUK’un ve onun Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) inşasına katılma görevini koymaktadır.