26 Eylül 2019’da İstanbul’da meydana gelen 5,8 Mw büyüklüğündeki depremin ardından, Ege Bölgesi’ndeki depremler ve 24 Ocak’ta Elazığ’da gerçekleşen ve 40’tan fazla kişinin ölümüne yol açan depremle birlikte, uzun süredir beklenen ve milyonlarca insanı doğrudan etkileyeceği düşünülen İstanbul depreminin olası sonuçları hak ettiği şekilde gündeme yerleşmiş durumda. Bilim insanları, bu büyük depremin sonuçlarının, Türkiye’deki emekçilerin beklenen depreme karşı siyasi iktidar ve yerel yönetimler tarafından yıllarca hiçbir önleme alınmaması nedeniyle son çeyrek yüzyılda yaşadığı en büyük felaketi gölgede bırakmasını bekliyorlar.
17 Ağustos 1999 sabahı saat 03.02’de Richter ölçeğine göre 7,5 Mw büyüklüğünde gerçekleşen, adına daha sonra Körfez Depremi de denilen Kocaeli/Gölcük/Adapazarı merkezli deprem, tüm Marmara Bölgesi’nde, Ankara’dan İzmir’e kadar geniş bir alanda hissedilmişti. Yaşanan deprem sonrasında resmi raporlara göre 17.480 kişi öldü, 23.781 kişi yaralandı; 285.211 ev, 42.902 işyeri hasar gördü. Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000’e yakın ölü, ağır-hafif 100.000’e yakın yaralı olduğu, 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişinin evsiz kaldığı çeşitli bağımsız kuruluşların açıklamalarında yer aldı.
Depremin Türkiye’nin nüfus ve sanayi açısından en yoğun bölgesi olan Marmara Bölgesi’nde olması nedeni ile bu deprem kuşkusuz Türkiye’de yaşanan depremler içerisinde en önemlilerinden birisi olarak kayda geçti. Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde meydana gelen 1999 Körfez Depremi sonrasında tüm bilim insanlarının neredeyse söz birliği içerisinde bir sonraki depremin Marmara Denizi’nin İstanbul açıklarında ve Richter ölçeğine göre en az 7,2 Mw büyüklüğünde olacağı açıklamaları geçtiğimiz 20 yıla damgasını vurdu. Bu açıklamaların ardından Türkiye coğrafyasında hatta komşu ülkelerde bile yaşanan her deprem sonrasında “bu deprem İstanbul depremini tetikler mi?” sorusu günlerce kamuoyunda tartışılır hale geldi.
Bu can alıcı tartışmanın nedeni, 1999 depreminin ardından yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul gibi nüfusu 2020 yılı TÜİK verilerine göre 15 milyon 519 bin 267 kişiye ulaşan ve bu açıdan Avrupa’nın en büyük şehri olan, Türkiye nüfusunun yüzde 18,66’sının yaşadığı ve Türkiye kapitalizminin merkezi olan şehirde hâlâ deprem önlemlerinin alınmamış olmasıdır.
Deprem vergileri ne oldu?
Türkiye’de 1999 depreminin yıkıcı sonuçlarından sonra görünüşte de olsa olası bir deprem hazırlığı ilan edilmiş; burjuva hükümetlerin ilk başvurdukları yöntemle yükü tamamen emekçi halkın üzerine yıkacak şekilde birçok mal ve hizmetten deprem vergilerinin alınması 2002 yılında kalıcı hale getirilmişti. O günden günümüze kadar olan süreçte deprem vergisi adı altında toplanan miktar 66 milyar 143 milyon lirayı bulmuşken, toplanan bu kaynağın nerede ve nasıl kullanıldığı yaşanan her depremden sonra sorulan haklı sorulardan biri oldu.
2011 yılında yaşanan Van Depremi sonrası deprem vergilerine ne olduğu sorusu dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e sorulmuş, o da bu soruya “duble yol yaptık” yanıtını vermişti. Yani “geçici deprem vergileri” önce “kalıcı” hale getirilmiş, daha sonra da bakanın verdiği yanıttan da açıkça anlaşılacağı üzere toplanan bu paralar ile depreme dayanıklı konutlar, hastaneler, okullar yapılması, binaların güçlendirilmesi, depremde olası hasarı azaltacak sistemler kurulması, deprem sonrası alınması gerekli önlemlere kaynak ayrılması yerine, paralar müteahhitlere ya da bir şekilde “devletin acil ihtiyaçlarına”, bütçe açıklarının kapatılmasına harcanmıştı. Daha kısa bir anlatımla asıl olarak işçi sınıfından ve alt orta sınıftan toplanan vergiler bir şekilde (inşaat, yol yapımı, hizmet alımı, krediler vb. yoluyla) burjuvaziye aktarılmıştı.
Depremde yıkılmayacak binaların yapımı mümkün mü?
Bilimin bugün geldiği noktada deprem için öncelikle yapılması gerekli iş, kentlerin jeolojik zemin haritalarının çıkartılması, bu haritalara göre yerleşime uygun alanların belirlenmesi, şehirlerin buna göre planlanarak deprem yönetmeliklerine uygun her türlü altyapısı olan binaların inşa edilmesidir. Bilim insanlarının sıklıkla söylediği gibi “deprem değil, bilime ve tekniğe uygun yapılmamış binalar insanları öldürür.” Günümüzde inşaat tekniği açısından her türlü zemine deprem vb. doğal afetlere dayanabilecek yapılar yapılması mümkündür. Richter ölçeğine göre 8-9 Mw büyüklüğünde bile yıkılmayacak hatta hasar bile görmeyecek yapılar inşa edilebilir. Ancak bu yapılar kapitalist piyasaya tabi biçimde maliyet ve kâr analizleri üzerinden hesaplanarak yapılırsa “piyasa koşulları” içerisinde çıkartılacak fiyatlara sadece burjuvalar ve üst orta sınıf erişebilir. Bugün egemen olan anlayış budur. Bu nedenle Türkiye’de fay hatları üzerine inşa edilmiş olan kentlerdeki binaların büyük bir kısmı ilk depremde yıkılma olasılığı çok yüksek olan, genel olarak işçi sınıfının oturduğu yapı stoklarından oluşmaktadır.
Türkiye’de daha yapılar inşa edilirken bile yapılan hesaplamalarda Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği’nde “Bina Önem Katsayısı” adı verilen bir değer hesaplamalara katılmaktadır. Bu değere göre 1. önem sırasında “Deprem sonrası kullanımı gereken binalar ve tehlikeli madde içeren binalar” 1,5 katsayı, 2. önem sırasında “İnsanların uzun süreli ve yoğun olarak bulunduğu ve değerli eşyanın saklandığı binalar” 1,4 katsayı, 3. önem sırasında “İnsanların kısa süreli ve yoğun olarak bulunduğu binalar” 1,2 katsayı oluştururken insanların yaşadıkları konutlar 1 katsayısı ile 4. Kategoride “diğer binalar” sınıfına girmektedir. Bu katsayılar binaların statik hesaplarında kullanılmakta, yani binalar inşa edilirken kullanılacak demir ve beton miktarı ve kalitesi bu katsayılara göre artmakta ya da eksilmektedir. Egemen sınıf, sisteminin temelini oluşturacak yapıları bu şekilde inşa etmekte ve içerisinde insan olan yapıları kategorize ederek konut yapılarını bir anlamda önemsizleştirmektedir.
Gerçekte depremden tüm yapıların sağlam çıkması temel alınmalıdır. Burada hastane, okul, itfaiye vb. binaların çok daha sağlam yapılması tabii ki gereklidir. Ancak bu tercihler yapılırken konut binalarının “hasarlı” ya da “az hasarlı” çıkması temel alınmamalıdır. Fakat tüm insanların yaşama hakkı biçimindeki temel hak, kapitalizmde herkes için geçerli değildir. Çünkü asıl olarak toplumun tepesindeki yüzde 10’u oluşturan büyük kapitalistler, yöneticiler ve diğer ayrıcalıklı tabakalar, zaten çoğunlukla özel biçimde yapılmış depremde hasar görmeyecek evler ya da villalarında yaşamakta, işçi sınıfı ve kent yoksulları ise “önem katsayısı 1 olarak” alınan ve çoğu ayakta zor duran binalarda depremi beklemektedir. Bugüne kadar deprem, sel gibi doğal bir afette önlem alınmadığı için ölen zengin bir kapitalist görülmemiştir.
Hazırlanan raporlar arasındaki tutarsızlıklar
2019 yılında hazırlanan Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Deprem Mühendisliği Ana Bilim Dalı İstanbul İli Olası Deprem Kayıp Tahminlerinin Güncellenmesi Projesi raporunda; İstanbul’un bina stokunun yaklaşık yüzde 30’luk bir bölümünün artık 2000 yılı sonrası inşa edilmiş görece yeni yapılar olduğu, ancak kentin yüzde 70’lik büyük bölümün hâlâ eski yapılardan oluştuğunun altını çizmektedir.
Rapora göre Richter ölçeğine göre 7,5 Mw büyüklüğündeki senaryo depreminde İstanbul’daki binaların ortalama yüzde 57’sinin hasar görmeyeceği öngörülürken, binaların ortalama yüzde 26’sının hafif, yüzde 13’ünün orta, yüzde 3’ünün ağır ve yüzde 1’inin çok ağır hasar görmesi beklenmektedir. İstanbul’da analiz edilen toplam bina sayısı 1.166.330’dur. Ağır ve çok ağır hasarlı binaların aldıkları deprem hasarı onarılamayacak boyutta olmakta ve bu hasar seviyelerindeki binaların yıkılıp tekrar yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Raporda yer alan orta hasarlı binaların da onarım yerine yıkılıp yeniden inşasının çoğunlukla daha uygun olduğu belirtilirken, senaryo depreminde İstanbul’daki binaların ortalama yüzde 17’sinin (yaklaşık 194.000 bina) orta ve üstü seviyede hasar göreceği tahmin edilirken, yaklaşık 972.000 binanın ise hasarsız veya hafif hasarlı olması beklenmektedir.
Raporda, olası depreminin gece meydana gelmesi halinde İstanbul’da ortalama 14.150 civarında can kaybı meydana gelebileceği tahmin edilmiştir. Depremin gündüz saatlerinde olması durumunda beklenen can kaybı ortalama 12.400 civarındadır. Gece depreminde yaklaşık 8.100, gündüz depreminde ise 7.450 kişinin ağır yaralanması beklenmektedir. Buna ek olarak hastane şartlarında tedavi görmesi gereken yaralı sayısı tahminleri gece depremi için 39.650, gündüz depremi için 37.500 olarak tahmin edilmiştir. İstanbul’da Richter ölçeğine göre 7,5 Mw büyüklüğündeki senaryo deprem sonrasında yaklaşık 640.000 hanelik acil barınma ihtiyacının ortaya çıkacağı tahmin edilirken, hane başına 3 kişilik nüfus kabulüyle, yaklaşık 2.000.000 kişinin acil barınma ihtiyacı içinde olması beklenmektedir.
1999 Gölcük depremi sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) arasında “Afet Önleme Azaltma Temel Planı” anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma, zamanın Bakanlar Kurulu tarafından da onaylanarak yürürlüğe girdi. Bu çerçevede 2000 yılının bina sayısına ve verilerine dayanılarak hazırlanan rapor 2002 yılında sonuçlandırıldı. Açıklanan raporda, İstanbul’da 60 bine yakın ağır hasarlı bina olacağı tahmin edilirken, 87 bin insanın hayatını kaybedeceği, 135 bin insanın da ağır yaralanacağı belirtilmişti. 2019 yılında açıklanan Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Deprem Mühendisliği Ana Bilim Dalı raporu ile kıyaslandığında, 2002 tarihli raporun tahmini hasar ve ölü sayısında altı katı aşan ciddi farklar (2019 raporunda 14.150 ölü, 2002 raporunda 87.000 ölü) oluştuğu görülüyor. Japon bilim insanlarının depremler konusundaki tecrübesi ve çalışma ciddiyeti düşünüldüğünde 2019 yılında açıklanan Boğaziçi Üniversitesi raporunun çıkardığı olası sonuçların gerçekliğinin tartışmalı olduğunu, en azından 2002 raporu ile kıyaslanmaya ve bir açıklamaya muhtaç olduğunu söyleyebiliriz.
Bakanlığın “Yapı Kayıt Belgesi” saçmalığı
Yukarıdaki raporların verileri ve İstanbul’un mevcut yapı durumu göz önüne alındığında, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) geçtiğimiz yıl çıkarttığı, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) başta olmak üzere birçok meslek odası ve kuruluşunun şiddetle karşı çıktığı, “yapı kayıt belgesi” adı altındaki açık imar affı uygulaması, iktidarın depreme karşı hazırlık politikasının olmadığını, daha doğrusu milyonlarca emekçinin kaderine terk edilmiş olduğunu kanıtlamış, bu uygulama ile ayakta zor duran binalara bile yasal dokunulmazlık getirmiştir. Yapı Kayıt Belgesi çıkartılırken binaya mühendislik açısından hiçbir denetim yapılmamaktadır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlı tarafından çıkartılan “Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul Ve Esaslar Tebliği”nde şunlar yazmaktadır: “Madde 9 – (1) Yapı Kayıt Belgesi, yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerlidir. Yapı Kayıt Belgesi düzenlenen yapıların yenilenmesi durumunda yürürlükte olan imar mevzuatı hükümleri uygulanır. Yapının depreme dayanıklılığı ve yapının fen ve sanat norm ve standartlarına aykırılığı hususu yapı malikinin sorumluluğundadır.” Akıl ve bilim dışılığın sonucu olarak çıkartılan bu yönetmelik ve tebliğlerin sonucu, depremi bile beklemeden kendiliğinden çöken binalar olmuştur. Bakanlık, yasa ve yönetmeliklere uygun bina yapmayan, demir ve betondan çalan, kaçak kat çıkan mal sahibine “kendisini denetleme” yetkisi vererek yapılan binanın “sorumluluğunu” kaçak yapıyı yapana vermiştir.
Bu duruma en yakın ve acı örnek İstanbul Kartal’da 6 Şubat 2019 tarihinde kendiliğinden çöken ve içerisinde 21 kişinin öldüğü binadır. Bu bina için bakanlıkça verilen “yapı kayıt belgesi” vardı. Yani bina “parasını ödeyip” yasallaşmıştı. Normal şartlarda belediye ya da başka bir kuruluş o binayı yıkamazdı. Binanın 1992 yılında 7 kat yapılması için alınan yapı ruhsatı vardı ancak bina yıkıldığında 9 katlıydı. Yani üzerine 2 kat daha kaçak kat yapılmıştı, ayrıca binanın yapımında kalitesiz beton ve demir kullanılmıştı, bakanlığın tebliğine göre sorumlusu imar affına başvuru yapan mal sahipleriydi. Yani ayakta zor duran binayı yasa, yönetmelik ve tebliğlerle “yasal” hale getiren bakanlığın 21 kişinin ölmesinde hiçbir sorumluluğu yoktu!
Daha önceki yıllarda da rant, oy ve para toplamak için birçok hükümet imar affı çıkartmıştı. AKP hükümeti de benzer şekilde imar affından yararlananlardan “harç” adı altında toplanacak 50-60 milyar liraya yaklaşan bir para ve seçimlerde oy beklentisi ile bu yola başvurdu. Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, 3 Mayıs 2018 tarihinde basına yaptığı açıklamada, sürecin başında söylenen “60 milyar TL beklentisini” biraz aşağıya çekerek imar barışında “toplamda 40-50 milyar TL gelir öngördüklerini” açıklamıştı. Ancak “yapı kayıt belgesi” için yapılan başvurular hükümetin beklentisinin çok altında kaldı. Yasanın süresinin uzatılmasına ve kapsamının genişletilmesine rağmen tahmin edilenin çok altında para toplandı. İmar barışına 10 milyon 300 bin bağımsız bölüm için başvuru yapılmış, imar barışı uygulamasından yaklaşık 24 milyar lira yapı kayıt belgesi bedeli toplanmıştır. Bunun nedeni çoğunlukla ruhsatsız ya da ruhsatına aykırı imalatları olan “kaçak” yapılarda oturan kent yoksulları ve işçi sınıfının yasanın ekonomik olarak öngördüğü harç bedellerini ödeyemeyecek durumda olmasıdır. Bu yasadan en fazla yararlananlar özellikle turizm bölgelerinde yer alan, birçok kaçak eklentisi olan büyük turizm tesisleri, otel sahipleri ve şehirlerin ortasına yapılmış devasa kaçak binalarını yasallaştıran burjuvalar olmuştur.
Kentsel değil rantsal dönüşüm
Bu örnekten de görüleceği üzere AKP’nin deprem konusundaki politikası bilimsel gerçeklere göre değil, tamamen kapitalist kâr ve rant üzerinden burjuvazinin günlük, anlık çıkarları üzerine inşa edilmiştir. Bu politika sahte bir “kentsel dönüşüm” söylemi adı altında iki ayaklı olarak işlemektedir. Bunlardan birincisi İstanbul’da eski yerleşim alanları olan merkez ilçelerden işçilerin ve kent yoksullarının çıkartılarak kent dışına yollanması, ikincisi ise binaların dönüşümü adı altında müteahhitlere, burjuvaziye rant sağlanmasıdır.
Bu politikaya göre birinci iş olarak yıllardır yaşadıkları kent merkezlerinden “dönüşüm” adı altında çıkartılan yoksul emekçiler kent dışı sayılabilecek yerlere gönderildiler. Sulukule, Tarlabaşı gibi örneklerde bu bölgelerde yaşayanlar Başakşehir, Kayaşehir vb. yerlere neredeyse mahalle bazında toplu olarak yollandılar. Onların oturdukları yerlerde TOKİ ve Emlak Konut aracılığıyla lüks villalar ve binalar inşa edilerek bu alanlar burjuvazinin ve üst orta sınıfın kullanımına açıldı. Bu toplu örnekler dışında mahallelerde bina bazında dönüşüme uğrayanların varlıklı olmayan kesimleri de aynı sonuçla karşılaştılar. Kendilerine aynı yerde verilen konutların aylık aidatlarını bile ödeyecek gücü olmayan yoksul emekçiler evlerini satarak kent dışının yolunu tuttular. Kadıköy Fikirtepe’de yaşananlar buna en iyi örnektir.
Bu yöntem hükümete yakın müteahhitleri de zengin ederek bu politikanın ikinci ayağının da işlemesini sağladı. Bağdat Caddesi örneğinde olduğu gibi “kentsel dönüşüm” adı altında yaratılan rant müteahhitlere aktarıldı. Depreme dayanamayacak kadar eski binaların üzerlerinde yükseldiği ancak konum olarak değerli parsellere, yeni yapılan imar planları ile ilave katlar ve yeni inşaat hakları verildi. Böylece bu parsellere inşa edilecek binaların metrekareleri ve satış alanları arttırıldı. Kentin en değerli yerlerindeki bu bölgelere milyon dolarlık yeni konutlar, işyerleri inşa edildi ve satıldı. Bu yöntemle müteahhitler ilave katlar ve inşaat alanlarının satışından büyük paralar kazanırken, kent burjuvazisi hem yerinde kaldı hem de depreme dayanıklı yeni konutlara sahip oldu. Buna en iyi örnek İstanbul’da kentin çoğunlukla burjuva semtleri olan Etiler, Bağdat caddesi, Beşiktaş gibi yerleri hızla yenilenirken Esenler, Bağcılar, Bahçelievler, Avcılar, Fatih, Eyüp gibi yerlerde “kentsel dönüşüm” oranı müteahhitlere yeterli rant sağlanamadığından çok az oranda kaldı.
Bakanlık ve belediyeler ise depreme yönelik olarak binaların yenilenmesi gibi somut işler yapmak yerine, aşağıdaki örnekte olduğu gibi kolay olanı yaparak gerçekleşecek depremin sonuçlarının ne olacağını belirleme çalışmalarına ağırlık verdiler; deprem sonrasına yönelik arama-kurtarma timleri kurdular, deprem sonrasına yönelik hasar analizleri yaptılar. Kuşkusuz bu çalışmanın da yapılması bilimsel veriler ve bunların değerlendirilmesi açısından oldukça önemli. Ancak yaşanacak deprem sonrasında yıkılacak binalar ve ölmesi öngörülen binlerce insan karşısında yirmi yıl hiçbir şey yapılmaması gerçeği karşımızda durmaktadır.
Geçen yirmi yılda tüm kentin yeniden inşasını ve dolayısıyla yüz binlerce emekçinin can güvenliğini doymak bilmez müteahhitlerin insafına ve kapitalist piyasa koşullarına bırakan hükümet ve yerel yönetimler, bugün yaşanan doğal afetler karşısında hâlâ nutuk atmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Oysa başta İstanbul olmak üzere deprem tehlikesi altındaki kentler, onları oluşturan mahalleler ve mahalleleri oluşturan adalar bazında yıkılıp yenilenebilirdi. Yeşil alanı, sosyal alanları, otoparkları, altyapıları olmayan bugünkü yapılar yerine bambaşka bir yaşam alanları oluşturulabilir, insanlar bu yeni doku içerisinde deprem korkusu olmadan evlerinde yaşayabilirlerdi.
Ekonominin önemli bir ayağını oluşturan ve krizi derinleşen inşaat sektörü kapitalistlerine fon yaratmak için “çılgın” projelere devasa kaynaklar ayıran hükümetin ya da tüm partilerden yerel yönetimlerin önceliği kent yoksulları ve işçilerin can güvenlikleri ve yaşam alanları değil, hizmetinde oldukları egemen sınıfın çıkarlarıdır. Kaçınılmaz olarak yaklaşan büyük İstanbul depreminin sonuçlarına karşı gerçekten önlem alınması için bile milyonlarca insanın yaşamını hiçe sayan mevcut sistemin yıkılması ve yerine kapitalist kâra değil toplumun gereksinimlerine dayanan sosyalist bir işçi iktidarının kurulması gerekmektedir. AKP iktidarı ise 2002 yılından beri süren iktidarı boyunca hiçbir somut adım atmadan hala “kentsel dönüşüm” adı altında yeni yasalar çıkartmakla meşgul.
İstanbul İli için yapılan ilçe bazlı fiziksel risk dağılım grafiği (Kaynak: İBB)
İktidarının çıkartmaya çalıştığı yasalar bu “rantsal dönüşüm”ün önündeki son engelleri de kaldırmayı hedefliyor. Son dönemde çıkartılan yasalarla artık mahalle bazında “kentsel dönüşüm” ve “riskli alan” ilanlarının önü açılmış durumda. Bakanlıkça riskli alan ilan edilen yerler üzerindeki mahalleler topluca kent dışına yollanabilecek, onlara buralarda yapılacak evler uzun vadede yeniden satılacak. Büyük bir olasılıkla bunları satın almaya gücü olmayanlar buralardaki haklarından vazgeçerek kent dışında yaşamaya mahkum edilecekler.
Yerinde olmayan “toplanma alanları”
İstanbul’da 2019 Eylül ayında yaşanan merkez üssü Marmara Denizi Silivri olan 5,8 büyüklüğündeki depremin ardından korkudan evlerini terk etmek zorunda kalan ya da geceyi çadırlarda, güvenli bir yerde geçirme ihtiyacı duyan insanlar yeterli toplanma alanları olmaması gerçeği ile karşılaştı. Belediyelerin ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) belirlediği “Toplama Alanları”na giden ya da bu alanların nerede olduğunu merak eden İstanbullular, bir toplanma alanından ziyade bir çocuk parkı ya da bir sokak köşesi olarak işaretlenmiş toplama alanlarını görünce şaşırdılar. Etrafı her an üzerlerine yıkılabilecek binalarla çevrili olan bu alanlar güvenli olmamanın yanı sıra alabileceği insan sayısı ve altyapının olmaması açısından da yetersizdi. AKP hükümetleri deprem sonrasında toplanma alanlarını çeşitli derneklere, kuruluşlara ya da holdinglere peşkeş çekmişti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 26 Eylül günü yaptığı açıklamada, “Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) kentte on binlerce ilan edilmiş toplanma alanı” olduğunu ifade etmişti. Erdoğan’dan sonra açıklama yapan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ise “1999 depreminden sonra yapılan çalışmalarda deprem toplanma alanı olarak İstanbul’da 470 büyük alan tespit edilmiş ve kayda geçirilmiş. O tarihte kayda geçirilen toplanma alanlarının sadece 77’si kalmış. Diğerleri yapıya dönüşmüş,” diyordu.
Olası İstanbul depreminden önce yapılması gerekenler konusunda neredeyse hiçbir şey yapmayan siyasi iktidar ve yerel yönetimler, depremden sonra yapılacaklar konusunda da derin bir sessizlik içinde görünüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin rakamsal gerçekliği tartışmalı olan İstanbul İli Olası Deprem Kayıp Tahminlerinin Güncellenmesi Projesi raporunda değinildiği gibi, senaryo deprem sonrasında yaklaşık 640.000 hanelik acil barınma ihtiyacının ve hane başına 3 kişilik nüfus kabulüyle, yaklaşık 2.000.000 kişinin acil barınma ihtiyacı olacağının altı çizilmişti. Bu rakamın iyimser olduğunu ve İstanbul ortalamasının büyük bir olasılıkla hane başına 3 kişiden fazla olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu rakamlarla bile İstanbul’da 2.000.000 kişinin barınacağı, altyapısı hazırlanmış alanların olmadığı gerçeği 1999 depreminden 20 yıl sonra karşımızda duruyor. “Deprem Seferberlik Planı” ile belediye yönetimini alan Ekrem İmamoğlu’nun göreve gelmesinden bu yana geçen yaklaşık sekiz ayda önceki yönetimlerden farklı olarak yaptığı tek şey, “Toplanma ve Geçici Barınma Alanları”nı belirleyerek açıklamak oldu. AKP iktidarı ise kenti acil olarak depreme hazırlama yerine “Kanal İstanbul” gibi yeni rant projeleri yaratarak burjuvaziye daha da fazla kaynak aktarmanın peşinde koşuyor. Özetle hem iktidar hem de muhalefet partileri yaklaşan depreme karşı hiçbir somut önlem almama ve deprem sonrasında yaşanacak kaosta milyonlarca insanı büyük ölçüde kaderlerine terk etme konusunda hemfikirdir. Mevcut kapitalist sistemi savunan tüm siyasi partilerin yaşanacak felaketin ve kayıpların sorumluluğunu taşıdığı açıkça ortadadır.
Yaklaşan felaketi önlemenin tek yolu sosyalist çözümdür
Sonuç olarak 1999 depreminin ardından boşa geçirilen yıllar, gerçek kentsel dönüşüme değil kapitalizmin kâr ve rant düzenine aktarılan kaynaklar, burjuva yöneticilerin doğal afetler karşısındaki tercihlerinin ve tavrının son derece sınıfsal olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
ABD’de yaşanan kasırgalar, Güneydoğu Asya’da, Hindistan’da seller, Çin’de, Meksika’da, Endonezya’da, Pakistan’da, İran’da yaşanan depremlerde ve dünyanın diğer ülkelerindeki doğal afet örneklerinde olduğu gibi merkezi ve yerel kapitalist yönetimler tarafından gerekli önlemler alınmadığı için İstanbul’da yaşanacak deprem de esas olarak toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçileri ve sığındıkları yıkıntılarda yaşamaya çalışan göçmen-sığınmacı işçileri; yani işçi sınıfını vuracak.
Deprem tehdidi altındaki İstanbul başta olmak üzere birçok kenti bilimsel planlama ve en yüksek düzeyde sağlamlık ve yaşanabilirlik kalitesinde yeniden inşa etmek; tüm insanlara en temel haklarından biri olan güvenli konut hakkını sağlamak milyarlarca liralık devasa bir bayındırlık planının hızla hayata geçirilmesini gerektirmektedir. Ancak bu gerçekçi çözüm işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesini; ekonominin küresel düzeyde tüm insanların gereksinimleri temelinde planlanmasına dayanan dünya sosyalizmi uğruna bilinçli mücadeleyi gerektirmektedir.
Hızla atılabilecek en acil adımların bile kapitalist özel mülkiyet duvarına çarpıyor olması sosyalist devrim gerekliliğinin altını çizmektedir. Örneğin İstanbul’da 300 bin dolayında yeni konutun boş olduğu biliniyor. Fakat yıkılmasına kesin gözüyle bakılan binalarda yaşayan on binlerce ya da yüz binlerce insanın sağlamlığı denetlenmiş yeni binalara taşınması gibi hızla alınabilecek bir önlem bile kapitalist özel mülkiyet duvarına çarpıyor. Bu acil önleme yalnızca AKP hükümeti değil, tüm burjuva muhalefet partileri şiddetle karşıdır. Yani “özel mülkiyet hakkının kutsallığı” yüz binlerce insanın yaşamından daha değerlidir.
Buna karşılık dünyanın her tarafında yaşanan doğal felaketler sonrasında işçi sınıfının ve yoksullarının başlattığı kendiliğinden dayanışma, insanların ihtiyaçlarına hizmet eden, gerçekten insani ve akılcı bir toplumun gelişmesi yönündeki büyük potansiyeli göstermektedir. Bu uluslararası sınıf dayanışmasının önünde duran engel, bir avuç seçkinin durmadan daha fazla kişisel servet ve kaynak biriktirmesine ve toplumu yağmalamasına olanak sağlayan ömrünü doldurmuş kapitalist toplumsal ilişkilerdir. Bu durumu ortadan kaldırmak için gerekli olan şey, işçi sınıfının kapitalist sisteme son verip, üretici güçlerin ortak mülkiyeti ve denetimi ile toplumsal eşitlik üzerine kurulu sosyalizmi dünya çapında kurmak üzere harekete geçmesidir.
İnsanlığı doğal afetlere, iklim değişikliğine, ekolojik felaketlere ve küresel salgınlar tehdidine karşı savunmak, kapitalizmin yapmaktan aciz olduğu düzeyde bir planlamayı ve küresel işbirliğini gerektiriyor. Kapitalist sistem ve onun dünyaya ulus devletler olarak dayattığı keyfi bölünmeler topluma dar gelmektedir. En temel toplumsal ihtiyaçların karşılanması, akılcı planlamayı; yani sosyalizmi zorunlu kılıyor.