12 Eylül’deki Referandum: Anayasa sermayeye dar geliyor

Türkiyeli emekçilerin önüne, 12 Eylül 2010’da bir kez daha referandum sandığı konuyor. 1982 Anayasası’nın kimi maddelerinde değişiklikler içeren bu referandumda halktan birbirinden çok farklı konulara ilişkin 26 soruya “evet” ya da “hayır” demesi isteniyor. Anımsanacağı gibi, AKP ile Kemalist seçkinler arasında Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda doruk noktasına varan gerilimin ürünü olan 21 Ekim 2007’deki referandumda da beş farklı konu birlikte oylanmıştı.

12 Eylül’deki referandumunun, öncelikle içeriği bakımından, 2007’dekinden çok farklı olduğu ortada. Bu referandumda, AKP iktidarının 1982 Anayasası’nda yapılmasını istediği değişiklikler oylanacak. Pozitif ayrımcılığın kapsamını genişletilmesinden seyahat sınırlamalarına, kişisel bilgilerin korunmasından sendikalaşmaya, kamu denetçiliği (ombudsman) kurumu oluşturulmasından kimi idari kararlara karşı –asker ve sivil– memurlara yargı yolunun açılmasına, askeri yargının görev alanına kadar birçok konu oylanacak. Referandum paketi içinde muhalefetin en sert biçimde karşı çıktığı maddeler ise Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) ilişkin olanlar. Değişiklik teklifiyle birlikte Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nin bileşiminin ve seçim yönteminin değiştirilmesi öngörülüyor. 12 Eylül günü yapılacak olan referandumda oylanacak maddelerden en fazla ön plana çıkartılanı ise 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılması. Bilindiği gibi bu madde, 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile bu dönemde kurulan hükümetlerde ve Danışma Meclisi’nde görev alanların yargılanmasını önlüyor.

Gerek burjuva partileri gerekse onların kuyruğundaki –sağcı ve “solcu”– küçük burjuva partiler, 12 Eylül 2010’da referanduma sunulacak olan anayasa değişikliği paketini işte bu maddeler çerçevesinde, son günlerin moda deyimiyle “biçim açısından” ele almakta ve tartışmaktadırlar. Hükümet ve liberal izleyicileri statükoya karşı çıkmak, bürokrasinin egemenliğini kırmak, 12 Eylül darbecilerinden hesap sormak ve demokrasinin önünü açmak için referandumda “evet” denilmesi gerektiğini savunuyor. “Hayır” diyenler ise –CHP’nin “karnımızı doyuruyor mu?” biçimindeki ucuz ve saçma yaklaşımı bir yana– ya onun tek tek kimi maddelerine gönderme yapıyor (ağaçların yapraklarıyla uğraşmaktan ormanı göremiyorlar) ya da tavırlarını iktidarın gizli bir gündeme sahip olduğu yollu sabit bir inanca dayanarak gerekçelendiriyorlar (bu durumda da somut gerçekliğin yerini dogmalar alıyor).

Oysa 12 Eylül günü referanduma sunulacak olan anayasa değişikliği paketinin altında ne AKP iktidarının demokrasi sevdası yatmaktadır ne de –ulusalcı muhaliflerinin iddia ettiği gibi– “gizli gündemi”. Bu paket, aynı “açılım” çabaları gibi, Türkiye’nin küresel ekonomi ile özellikle son on yıl içinde büyük bir hız kazanan bütünleşmesinin hukuksal alandaki kaçınılmaz ifadesidir. Dahası, 12 Eylül’de oylanacak olan anayasa değişikliği paketi, küresel sermayenin bu topraklardaki sözcülerinin de belirttiği gibi, onlar açısından yetersizdir de. Bu yüzden, küresel sermaye ile birlikte çalışan Türkiyeli kapitalistlerin en büyük örgütleri, sermayenin önündeki her türlü ulusalcı bürokratik sınırlama tehdidini ortadan kaldıran köklü bir anayasa değişikliğinden yana olduklarını ifade ediyorlar. Ama biliyoruz ki bu tür köklü siyasi değişimler ekonomik süreçlerin bire bir yansıması biçiminde otomatik olarak gerçekleşmez. Hem egemen sınıfların farklı kesimleri, hem küçük mülk sahipleri hem de işçi sınıfı sürece bir şekilde müdahalelerde bulunur. Ciddi toplumsal çalkantıların ve / veya darbelerin eşlik edebileceği üst yapısal değişimlerin ne zaman, ne şekilde ve ne ölçüde gerçekleşeceği bütün bu toplumsal güçlerin; özellikle de büyük sermaye ile işçi sınıfının siyasi gücüne bağlıdır.

Sermayenin tavrı

Küresel sermaye ile oldukça hızlı bir işbirliği geliştirerek hızla büyüyen kapitalistlerin örgütü Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) yöneticileri, 14 Temmuz günü üst düzey hükümet yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerde, büyük sermayenin bu kesiminin referanduma ilişkin tavrını son derece açık biçimde dile getirdi. MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan, bu görüşmeler sonrasında basına yaptığı açıklamada, “12 Eylül’de yapılacak olan referandum, ülkemizde yeni bir dönemin başlamasına vesile olacaktır. … Burada herhangi bir ideolojinin arkasına sığınılmamalıdır. Sadece karşı olmak için karşı olunmamalıdır. Zaman, ülkemizin geleceğe yönelik gelişmesinin önündeki engelleri hep beraber kaldırma ve önüne gelen fırsatı değerlendirme zamanıdır,” dedi.

Büyük sermayenin, MÜSİAD’dakiler kadar güçlü diğer kanadının referanduma ilişkin tavrını ise, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner’in, 15 Temmuz 2010 Perşembe günü Başbakan ile yaptıkları görüşme sonrasındaki açıklamasında gördük: “TÜSİAD’ın paketle ilgili bir siyasi duruşu yok, biz sivil toplum örgütüyüz.” Boyner’in bu sözlerine –doğallıkla– kimse inanmadı. Çünkü TÜSİAD’ın böylesi önemli bir konuda “siyasi duruş”unun olmaması düşünülemezdi. Belli ki büyük sermayenin bu kesimi, AKP hükümetinin anayasa paketi konusunda tam bir fikir birliği içinde değildi. Zaten Boyner de açıklamasında, referanduma sunulan pakette beğendikleri, beğenmedikleri ve eksik buldukları yönler olduğunu belirtti. Türkiyeli büyük kapitalistlerin bu sözcüsü, ayrıca, “referandum sonrası seçim döneminde Türkiye’nin yepyeni bir sivil anayasaya kavuşmasını istediklerini” söyledi.1

Burjuva siyasette saflaşma

AKP iktidarının 12 Eylül’de referanduma sunacağı anayasa değişikliği paketi, tam da yukarıda değindiğimiz içeriğinden dolayı, hem sağ hem de “sol” siyasi yelpazede, yaygın biçimde “statükocular–değişimciler” biçiminde dillendirilen yeni bir saflaşmaya yol açtı.

Önce, bu saflaşmanın pakete “evet” diyen kanadına bakalım. AKP’nin anayasa değişikliği paketine “evet” diyenlerin başında, onun içinden çıktığı ulusalcı–Müslüman geleneğin temsilcisi Saadet Partisi (SP) ile faşist gelenekten gelen “milliyetçi-muhafazakar” Büyük Birlik Partisi (BBP) geliyor. SP’nin Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, partisinin referandum stratejisini, “12 Eylül’de ‘evet’, 13 Eylül’den itibaren yeni Anayasa’ya” sloganı çerçevesinde açıkladı. Ancak Kurtulmuş’un tam da bu süreçte düzenlenen parti kongresinde Erbakan önderliğindeki kanatla açık çatışma içine girdiğini ve gerçekte delegelerin azınlığının oyuyla genel başkan seçildiğini unutmayalım. Dolayısıyla, partinin, Erbakan kanadının talebiyle kısa süre içinde gerçekleşmesi beklenen olağanüstü bir kongreden nasıl bir önderlikle çıkacağı ve bu tavrını değiştirip değiştirmeyeceği soru işareti olarak duruyor (İslamcı basında Erbakan’ın referandumda “hayır” oyundan yana olduğuna ilişkin çok sayıda haber yer alıyor). 12 Eylül’de yapılacak olan referandumda “evet” oyu kullanacağını açıklayan BBP de anayasa değişikliği teklifini, “eksik ama olumlu” buluyor; “sivil bir adım” olduğu ve “cunta mahsulü anayasada bir gedik açtığı” gerekçeleriyle destekliyor.

Hayır” cephesi

TBMM’de temsil edilen burjuva partilerinden başlarsak, anayasa değişikliği konusunda AKP’nin karşısındaki en sert duruşu MHP’nin sergilediğini söyleyebiliriz. Daha en baştan, “bu meclis anayasayı değiştiremez, değiştirmemeli,” diyen ve iktidar partisi ile bu konuda görüşmeyi reddeden MHP, anayasa değişikliği teklifinin “açılım” sürecinin bir parçası olduğunu savunuyor. MHP, AKP’nin bu yolla PKK’yi meşrulaştırdığını ve “ülkeyi bölünmeye götürdüğünü” iddia ediyor. Kürt sorununun çözümüne yönelik her adıma cepheden karşı çıkan ve Kürtlerin yaşadığı bölgelerde olağanüstü hal ilan edilmesini talep eden MHP’nin bu tavrı, onun geleneksel faşist çizgisine uygundur.

TBMM’deki ana muhalefet partisi CHP’nin referandumdaki tavrı ise, asıl olarak, “Kemalizmin son kalesi” olarak algıladığı yüksek yargının savunusu üzerine kurulu. Anayasa Mahkemesi’ne ve HSYK’ye ilişkin maddelerin pakette yer almaması durumunda değişiklik önerilerine “evet” diyebileceğini açıklamış olan CHP, bir rejim değişikliği kaygısını ön plana çıkartmakta ve yüksek bürokrasinin (özellikle yargının) rejimin savunucusu işlevinin zedelenmesinden kaygılanmaktadır. Başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP yöneticileri, bu anayasa değişikliğinin “işsizliği önlemediği”, “halkın yaşam seviyesini yükseltmediği ve sorunlarını çözmediği” türü argümanlarla süslü bir “hayırda hayır vardır” kampanyası başlattılar. Ama bütün bu argümanlar, kısa süre önce, “Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili maddeleri ayırın evet diyelim” açıklaması yapmış olan CHP’nin ağzında bütünüyle anlamsızlaşmış durumda. AKP’nin laik-demokratik cumhuriyeti tehdit ettiğini bu amaçla yüksek yargıyı “ele geçirmeye” çalıştığını savunan CHP, aynı zamanda, kadrolarını Ramazan ayı boyunca iftar çadırlarına ve camilere gitmeye çağırıyor. Böylece halkın dinsel duygularını olabildiğince sömüreceğini ilan eden “laikliğin has savunucusu” CHP, gerçekte, “AKP’ye hayır” sloganıyla özetlenecek bir seçim kampanyası başlatmıştır. “Adı var kendi yok” DSP de referandumda CHP ile aynı cephede yer alıyor.

Referandumda “hayır” kampanyası sürdüren bir diğer burjuva partisi, Anavatan Partisi (ANAP) ile Doğru Yol Partisi’nin (DYP) merkez sağda AKP’ye alternatif yaratmak amacıyla birleşmesinin ürünü olan Demokrat Parti. Partinin Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, “CHP ve DSP ile referandum konusunda ortak tavır aldıklarını” açıkladı ama referandum oylamasını bir seçim yarışı olarak görmediklerini ve CHP’den bu noktada ayrıldıklarını belirtti.

Kürtler

Türk burjuva partileri arasında referandum konusunda yaşanan bölünmenin bir benzeri, Kürt siyasi önderlikleri içinde de yaşanıyor. En güçlü Kürt siyasi önderliği olan ve TBMM’de grubu bulunan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) mevcut anayasanın hükümetin önerdiği değişiklikten sonra da “Türk etnik kimliği üzerine kurulu” olmayı sürdüreceğini ve “Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu” vurgulayarak referandumu boykot edeceklerini açıkladı. AKP’nin küresel sermaye ile bütünleşme yönündeki liberal programını bugüne kadar desteklemiş olan BDP’nin boykot tavrını benimsemesinin ardında, AKP iktidarının Kürt sorununda “şahin” bir tutum takınması, çoğunluğu yasal alanda siyaset yapan ve yönetici konumunda olan 1.500’e yakın BDP’linin tutuklanması ve hükümetin onu “çözüm” sürecinden dışlaması / muhatap almaması yatmaktadır.

Buna karşılık, 12 Eylül 1980 sonrasında Avrupa’daki bir göçmen örgütüne dönüşmüş olan Kürdistan Sosyalist Partisi’nin Türkiye’deki yasal ayağı Haklar ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR), 24-25 Temmuz 2010 tarihinde Ankara’da toplanan Parti Meclisi’nde, referanduma ilişkin tavrını, “yetersiz ama ‘evet’” sloganı altında açıkladı. HAKPAR’a göre, 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulacak olan anayasa değişiklik paketi, “bütün yetersizliklerine rağmen … 12 Eylül darbe anayasasında bir gedik açtığı; … Statükonun kalelerinden Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya neşter attığı; … Askeri mahkemelerin siviller üzerindeki yargılama tehdidine son verdiği ve Geçici 15. maddeyi kaldırarak 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma yolu açtığı için” desteklenmeli.

Liberal-demokrat “sol”

Türk ve Kürt burjuva partileri içinde yaşanan bu bölünmenin bir iz düşümünü küçük burjuva “sol”da da görüyoruz. 12 Eylül 2010’daki referandumda “evet” diyecek olan “sol” partilerden biri, eski CHP’li ve eski çalışma ve sosyal güvenlik bakanlarından Ziya Halis’in genel başkanı olduğu, “özgürlükçü solun temsilcisi” olma iddiasındaki Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP). EDP, 17 Temmuz 2010 Cumartesi günü Ankara’da toplanan Parti Meclisi’nde, referanduma sunulan anayasa değişiklikleri konusunda iktidarı destekleyeceğini açıkladı. 1982 Anayasası’nın bütünüyle değiştirilmesi gerektiğini savunan EDP’nin referandum için kullandığı slogan ise oldukça değişik: “AKP zihniyetine ‘hayır’; referandumda ‘evet’”. EDP, “AKP zihniyeti”ne karşı çıkıyor ama bu “zihniyetin” somut siyasi ifadesi olan anayasa değişikliği taslağına “evet” diyor!

12 Eylül’de yapılacak referandumda “evet” diyecek olan “sol” partilerden bir diğeri, adında asla hak etmediği sıfatları taşıyan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP). İşin ilginç yanı, referanduma ilişkin tavrını “Yetmez ama evet” sloganıyla ifade eden DSİP’nin Kürt bölgelerinde boykotu savunması. DSİP’nin Genel Başkanı Doğan Tarkan’ın “AYM ve HSYK’nın yapısı değişecek, Kemalist/darbeci hegemonya kırılacak … bu paket ile bütün darbe anayasaları ve 12 Eylül Anayasası ağır bir darbe alacak. Çünkü temel kurumları değişiyor, çünkü darbecileri, işkencecileri, katilleri koruyan geçici 15. madde kalkıyor. Askeri vesayet kırılıyor,” sözlerinde ifadesini bulan bu tavır, kuşkusuz, “gerçekçi, aktif ve somut politika”nın (siz bunu “oportünizm” diye okuyun) ilginç örneklerinden birini oluşturmaktadır.2

Bununla birlikte, DSİP’in bu “gerçekçi” tavrının Kürtlere ilişkin “boykot” ayağında da “küçük” bir sorun var: DSİP, BDP’nin referandumu boykot tavrını, “anayasa değişikliği … Kürtleri yok saydığı … Kürt ulusal kimliğinin anayasal güvence altına alınması bir yana Kürtlerin hiçbir talebini pakete yansıtmadığı” için doğru buluyor ve benimsiyor; “Kürt bölgelerinde ise; boykotu desteklemek gerekir” diyor (Doğan Tarkan, agy). İyi de neden yalnızca “Kürt bölgeleri”nde? Kürtlerin Kürt bölgeleri dışında yaşayan ezici çoğunluğunun ulusal kimliği yok sayılmıyor mu? Yoksa Kürtler “ulusal kimlik”lerini kendi bölgelerinde bıraktıktan sonra mı Türkiye metropollerinde yaşamaya başlıyorlar? Liberal–demokrat “solcu” DSİP, bir yandan liberal burjuva medyada daha fazla yer alayım ama aynı zamanda da BDP’ye göz kırpayım, şirin görüneyim derken, korkarız bu “küçük” sorunu düşünmemiş.

EDP ile DSİP’nin 12 Eylül’deki referanduma ilişkin “evet” tavrı, gerçekte, ulusal korumacı hakim (gerekirse otoriter) devletin AKP eliyle 8 yıldır uğradığı erozyonu bireysel özgürlükler ve demokrasi adına destekleyen küçük burjuva aydınların küreselleşmeye ilişkin liberal–demokrat hayallerinin ve küresel sermaye karşısındaki teslimiyetlerinin ifadesidir.

Ulusalcı “sol”

Yasal ulusalcı “sol”un başlıca temsilcileri olan TKP, ÖDP ve EMEP gibi partiler ise 12 Eylül’deki referanduma ilişkin tavırlarını “hayır” yönünde belirlediler. TKP’nin, adet olduğu üzere, yalnızca ucuz AKP karşıtlığı üzerine kurulu “hayır”ının gerekçeleri üzerine gerçekten söyleyecek bir şey yok. Çünkü TKP’nin neden “hayır” denilmesi gerektiğine ilişkin hiçbir ciddi değerlendirmesi bulunmuyor. TKP “hukuk”u ve “sosyal devlet”i savunduğu, bunu da –halkın başka türlü anlamayacağını düşündüğünden olsa gerek– son derece sığ ve yanlış argümanlarla gerekçelendirdiği bildirisinde, gerçekte kendi perspektifsizliğini örtmektedir (merak edenler, bu partinin web sayfasına bakabilirler).

ÖDP’ye gelince… 9 Temmuz günü yaptığı açıklamada, anayasa değişiklik paketinin “hazırlanışı ve sunuluşu itibarıyla anti demokratik” olduğunu belirten ÖDP, referanduma ilişkin tavrını “12 Eylül Anayasasına – AKP Anayasasına hayır; eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir anayasaya evet!” sloganıyla özetliyor. Bu partinin, gerçekte üçüncü bir seçeneği formüle eden; dolayısıyla da boykot tavrına denk düşen bu sloganı nasıl olup da “hayır” oyu ile bütünleştirdiğini anlamış değiliz. Sanırız eski “hareketçi” önderlerin, yasal parti sahibi olmanın ve partili siyaset yapmanın, önüne konan her çerçeveyi kabul etmek anlamına gelmediğini kavramak için biraz daha zamana ihtiyaçları var.

EMEP’in, Genel Başkanı Levent Tüzel tarafından 10 Temmuz Cumartesi günü açıklanan tavrı ise bütünüyle halkçı burjuva demokratik bir söylem üzerine kuruludur. EMEP’e göre, Anayasa Mahkemesi’nin “egemen burjuva kapitalist sistemin siyasi güçlerinin ne denli etkisi ve baskısı altında” kısmen değiştirdiği anayasa değişikliği paketi, “ne demokratiktir ne de halkın çözüm bekleyen sorunlarına demokratik bir yanıt vermektedir … Anti-demokratik sistemi meşrulaştırma ve güçlendirmeyi gözetmektedir… Bu haliyle AKP iktidarının politik hesaplarının bir ürünüdür … ortada demokratik içerikli bir yargı reformu değil, yüksek yargıyı yürütmenin kontrol ve etkisine alan bir düzenleme vardır.”

Dolayısıyla, “bu değişikliklerin ülkemizin sorunlarına ve halkın demokratikleşme yönünde değişim istemlerine yanıt vermekten uzak olduğunu saptayan” EMEP, anayasa değişikliği paketine “hayır” demektedir. Ama EMEP’in “hayır”ı ile “mevcut anayasayı tutuculukla savunan ve bağlılığını ifade ederek hayır diyen muhalefet güçleri”nin “hayır”ı birbirinden farklıdır! Neden mi? Çünkü o, “bu demokratikleşme aldatmacasına hayır demekte” ve “halkımızın kendi demokratik geleceği için birleşmesi ve saflaşması” için mücadele etmektedir! Her ne kadar adında “emek” yazılı olsa da işçi sınıfı değil ama “halk”, sosyalizm değil ama “demokrasi” adına konuşan EMEP, kendisini diğer “hayırcı”lardan ayırdığını iddia ediyor ama bu iddianın, onun niyetlerinden ve kendisine ilişkin hayallerinden başka bir kanıtı bulunmuyor. EMEP’in “hayır”ının ardında, asıl olarak ulusalcı ve de “solcu” sendikacıların bu parti içindeki ağırlığı yatmaktadır.

Sendika bürokrasisinin tavrı

Anayasa değişikliği paketine ilişkin referandumda alınacak tavır konusunda siyasi partilerde yaşanan bölünmenin sendikal örgütlenmelere yansıması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Sendikal konfederasyonlar ve federasyonlar referandum konusunda “evetçiler”, “hayırcılar” ve “tavır almayanlar” biçiminde üçe bölündüler.

Evet” cephesinde, her ikisi de AKP ile yakın ilişkiler içinde olan Hak-İş ve Memur-Sen bulunuyor. Bu sendikal önderliklerden Hak-İş, referandumda “evet” için bütün güçlerini seferber etmiş durumda. Başta Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentler olmak üzere Türkiye çapında büyük bir “evet” kampanyası düzenleyen Hak-İş’in temel sloganı, “Darbelerin Karanlığından, Demokrasinin Aydınlığına EVET”. Unutmayalım ki bu “işçi örgütü”, şimdiye kadar işçi sınıfının herhangi bir talebi için bu kapsamda bir kampanya düzenlemiş değil. Küresel sermayenin ve hükümetin işçi kolu konumundaki bu iki konfederasyonun referandumda “evet” demesinde şaşırtıcı bir yan yok.

Sendikal örgütler içinde anayasa değişikliği paketine cepheden “hayır” diyen tek konfederasyon, yine beklendiği üzere DİSK oldu. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, 19 Temmuz günü DİSK Genel Merkezi’nde düzenlediği toplantıda, önemli bir üyesi olduğu CHP’nin yolunu izleyerek “hayırlı olsun” dedi. “Anayasa değişikliğinde toplumsal mutabakat değil Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) siyasi ihtiyaçları baz alınmıştır,” diyen Çelebi, DİSK’in kampanya sloganının “12 Eylül ürünü Anayasak’a da, 12 Eylül uzantısı Banayasaya da hayır” olduğunu açıkladı. Çelebi, 25 Mart 2010 günü Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ile yaptığı bir görüşmede, hükümet temsilcilerine anayasa değişikliğini geri çekmelerini, değişikliğe seçim, siyasi partiler, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, sendika, toplu sözleşme, grev ve lokavt yasalarından başlamasını ve seçim barajını “en azından” yüzde 5’e indirmesini önermişti.

Türk-İş ve KESK ise anayasa değişikliği referandumuna ilişkin “resmi tavır” açıklamadı. Bu da, söz konusu sendikal önderliklerin içinde bulunduğu durumdan kaynaklanıyor. Kendi içinde farklı eğilimler barındıran bu sendikal önderliklerden Türk-İş’te hem “evet”, hem de “hayır” diyen sendikalar bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türk-İş yönetimi, referandum konusunda bir tavır açıklamayıp, “Türk-İş topluluğunu oluşturan her birey, kendi özgür iradesi ile ve doğru bulduğu biçimde oy kullanacaktır,” demekle yetinmek zorundaydı.

Benzeri bir durum, EMEP ve ÖDP gibi “hayırcı” solcular ile referandumu boykot eden BDP arasında paylaştırılmış bir yönetime sahip olan KESK için de söz konusuydu. Bu yüzden Sami Evren, 14 Temmuz 2010 tarihli basın açıklamasında yalnızca “evet dememe gerekçelerini” belirtti. Anayasa değişikliği paketine “evet” demeyenlere, Genel Başkanı Bircan Akyıldız’ın aynı gün yaptığı açıklamada, “Anayasa değişikliği paketi bu hali ile hakları kısıtlamaktadır. Bu hali ile ‘evet’ dememiz mümkün değildir. ILO standartlarına uygun değildir,” diyen Kamu Sen de katıldı.

Sendikal önderlikler arasında, kimi başka konularda olduğu gibi referandumda da ortaya çıkan ayrışma onların burjuvazinin farklı kesimleriyle ve devlet ile ilişkilerinden ve farklı siyasi eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. Sendika bürokrasileri üyesi oldukları partilerin izinde tavır almakta ve işin özüne değinmemektedirler.

Küresel sermayenin anayasasına doğru

Unutmayalım ki, hükümetin 12 Eylül günü referanduma sunacağı anayasa değişikliği paketi, bir işçi–emekçi hareketinin dayatması sonucunda değil; küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının talepleri doğrultusunda gündeme gelmiştir. Dolayısıyla, o, içinde yer alan kimi liberal demokratik maddeler de dahil, bütünüyle burjuvazinin küresel sermaye ile ilişkilerinin önünü açmaya ve yaşamın bütün alanlarını sermayenin çıkarlarına tabi kılmaya yöneliktir.

Dahası, 12 Eylül’de referanduma sunulacak olan bu değişiklikler, öncekilerden farklı olarak Türkiye’deki ulus devletin temel ayaklarından olan asker–sivil bürokrasinin (askeri ve sivil yüksek yargı) konumunu derinden sarsmasına rağmen, birer rötuş olarak kalmaya ve sermaye açısından yetersiz bulunmaya mahkumdur. İşin özü budur.

Anımsanacağı üzere AKP ve onun dümen suyundaki liberaller 21 Ekim 2007’deki referandumda da burjuva parlamenter sistemin güçlendirileceği ve demokratikleştirileceği vaadinde bulunmuştu. Oysa o dönemde yaptığımız değerlendirmelerde de belirttiğimiz gibi, tek tek her bir siyasi partiden daha fazla oyla seçilmiş bir cumhurbaşkanının sembolik görevlerle sınırlandırılması mümkün değildi. Aradan geçen üç yıla yakın süre, bu burjuva liberal demokratik vaatlerin ne denli boş olduğunun onlarca örneğini sundu. Bugün önümüze konulan anayasa paketine ilişkin liberal demokratik vaatlerin akıbetinin de aynı olacağından; AKP’nin kuyruğunda demokratik hayaller kuranların bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacağından kuşkunuz olmasın. Zira modern siyasi tarih, sermayenin sayıları hızla azalan devasa tekellerin elinde yoğunlaştığı, piyasalarla birlikte toplumsal yaşama da egemen olan küresel şirketlerin (ve ortaklarının) at koşturduğu; işçi sınıfının ise bağımsız ve sosyalist bir siyasi güç olarak ortaya çıkamadığı bir dünyada –burjuva anlamda bile– siyasal demokrasiden söz edilemeyeceğini fazlasıyla kanıtlamaktadır.

21 Ekim 2007’deki referanduma ilişkin bir yazımızdan aktaralım:

İşçi sınıfının ve çalışanların zaten temsil edilmediği burjuva parlamenter rejim, mülk sahibi sınıfların kimi kesimlerinin siyasi temsilcilerini bile hızla dışlamaktadır. 25 yıldır, yüzde 10 seçim barajı eliyle gerçekleştirilen bu dışlama, Türkiyeli egemenlerin çokuluslu ve ulusötesi şirketlerle kader ortaklığı yapmış olan kesimlerinin (holdinglerin, tekellerin, bankaların vb. sahipleri ile yöneticilerinin) doğrudan talebidir. Ekonomik alandaki tekelleşme (hızla artan toplumsal servetin giderek küçülen bir azınlığın elinde yoğunlaşması) yönetimin de küçük bir azınlığın elinde tekelleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır –ki bu küçük burjuva ‘demokratik çok sesli parlamento’ hayalinin sonunu ilan etmektedir.

Türkiyeli egemenlerin böylesi bir rejim değişikliğini AKP eliyle bu denli hızlandırmasının nedenleri, onların uluslararası sermaye ile ilişkilerinde; Ortadoğu’da Türkiye’yi de içine çekip derinden sarsacak olan yaklaşan savaş hazırlıklarında ve kapitalizmin dünyayı her an altüst etme potansiyeli taşıyan iç çelişkilerinde yatmaktadır.

Irak’ın hızla etnik–dinsel parçalanmaya doğru gittiği, tarihinin en derin ekonomik krizini yaşayan ABD’nin bütün hazırlıklarını tamamlamış biçimde İran’a saldırı için en uygun zamanı beklediği, Türk Ordusu’nun güneydeki Kürt topraklarına karşı kapsamlı bir askeri operasyona hazırlandığı vb. düşünüldüğünde, AKP’nin bir rejim değişikliğini neden bu denli aceleye getirdiği daha rahat anlaşılır.

Bu, Türkiyeli egemenlerin, “geliyorum” diye haykıran fırtınalı bir döneme hazırlanmasıdır. AKP’nin anayasa değişikliği paketi de bir yandan ülkenin doğa ve insan kaynaklarının uluslararası sermayenin kullanımına açılmasını kolaylaştırırken, aynı zamanda egemen sınıflarının hem içeride hem de dışarıdaki çıkarlarını savunacak bir rejimin yerleştirilmesini amaçlıyor. Türkiye’nin egemenlerinin rejim değişikliği yönünde AKP eliyle attığı adımlar, ekonomik krizler, savaşlar ve toplumsal çalkantılar döneminin hızla yaklaştığının göstergeleridir.3

Yukarıdaki tespitlerin bugün de bütünüyle geçerli olduğunu düşünüyor ve vurguluyoruz: Kapitalizmin bütün temel çelişkilerinin küreselleşme sürecinde olağanüstü keskinleştiği böylesi bir dünyada –ve Türkiye’de– demokrasi hayali kurmak, ekonomiye ve tarihe ilişkin korkunç bir bilgisizliğin ürünü değilse, yalnızca, son derece yıkıcı sonuçlar doğuracak bir art niyetin ifadesi olabilir.

İşçi sınıfını ve emekçileri on yıllardır sermayenin şu ya da bu kesimine ve devlete yedeklemiş olan sosyal demokrat ya da Stalinist önderliklerin önemli bir kesimi, bu referandumda “hayır” oyu kullanmak gerektiğini; bu yolla AKP hükümetinin geriletileceğini ve “halk için demokrasi” yönünde ilerleneceğini iddia ediyor. 12 Eylül’de referanduma sunulacak olan anayasa değişikliği paketinin özüyle değil ama biçimiyle uğraşan bu sendikal ve siyasal önderlikler, söz konusu değişikliğin küreselleşme sürecinde yatan gerçek anlamını örtmekte, “ulusal demokratik” ve anayasalcı çözümler peşinde koşmaktadırlar. Bu yolla onlar, kapitalist küreselleşmenin yol açtığı yıkım karşısındaki tek ilerici çözümün toplumun işçi sınıfı önderliğinde ve onun eliyle yeniden örgütlenmesi (sosyalist devrim) olduğu gerçeğini gizliyorlar. Bu yüzden onlar, işçi sınıfının devletten ve bütün diğer sınıfların partilerinden bağımsız enternasyonalist örgütlenmesinin önündeki başlıca engeli oluşturmaktadırlar.

Hayır”daki hayır!

Hayırcı solcular”ın tamamı, “yepyeni bir anayasaya ihtiyacımız var ve AKP bunu yapmıyor,” diyor. Ama bunu söylerken, iktidar partisinin küresel sermaye ile Türkiyeli taşeronlarının talepleri doğrultusunda bütünüyle yeni bir anayasadan yana olduğu ve bu isteğini mevcut güçler ilişkisinden dolayı gerçekleştiremediği gerçeğini gizliyorlar. Öte yandan “hayırcı solcular”, bu değişikliği kimin yapacağı sorusuna da açık bir yanıt vermiyor; meseleyi, “halkın katılımı” ya da “en geniş mutabakat” gibi yuvarlak laflarla geçiştiriyorlar. Kuşkunuz olmasın ki onlar, “halkın katılımı” derken kendi katılımlarını, “en geniş mutabakat” derken de kendi mutabakatlarını kastediyorlar. İşçi sınıfının ve insanlığın –tarihsel çıkarları bir yana– sayısal çoğunluğunu bile temsil etmeyen “hayırcı solcu” sendikal ve siyasi önderlikler, küresel kapitalizm altında bir “katılımcı demokrasisi” hayali peşinde koşa dursun, AKP iktidarı, küresel sermayenin programını liberal demokratik makyajla ve ulusalcı bürokrasiyle kapışarak uygulamayı sürdürüyor.

AKP’nin 12 Eylül’de işçi sınıfının ve emekçilerin önüne koyacağı referandum sandığı, küresel sermayenin ve Türkiyeli taşeronlarının programın bir parçasıdır. Egemenler, liberal demokrat masallar eşliğinde gerçekte küresel sermayeye dizginsiz hareket olanağı tanıyacak olan bu anayasa değişikliğinin yetersiz olduğunun bilincindeler ve bu yüzden bütünüyle yeni bir anayasa talep ediyorlar. Sorun, mevcut burjuva iktidarın bu anayasa değişikliğini yaşama geçirecek denli güçlü olup olmadığı; özellikle asker-sivil yüksek bürokraside cisimleşen ulusalcı direnişin nasıl kırılacağı; nihayet, Kürt sorununun nasıl çözüleceğidir. 12 Eylül’deki referandum, bu bakımdan önemli bir gösterge olacak; AKP iktidarıyla nereye kadar gidilebileceğini gösterecektir.

Özetle, 1982 Anayasası’nın, küresel sermaye ile onun Türkiyeli taşeronlarının günümüzdeki ve yakın gelecekteki gereksinimlerine yanıt vermediği görülmüştür. 12 Eylül’deki referandumda oylanacak şey, bütünüyle yeni bir anayasanın hangi siyasi parti eliyle ve nasıl yapılacağıdır. Başta parlamentodakiler olmak üzere bütün burjuva partiler (ve onların sendikacı ortakları) bunun bilincinde ve bu gereksinimi karşılamaya aday. Muhalif burjuva partilerin her biri, “bu işi en iyi ben yaparım” diye haykırıyor. Ama haykırmak yetmez. Onların, aynı zamanda, bu iş için gerekli kitlesel desteğe (özellikle Kürtlerin desteğine) sahip olduklarını göstermeleri de gerekiyor. Bu yüzden, 12 Eylül’deki referandumda kullanılacak “hayır” oylarının oranı, burjuva muhalefet için son derece önemli.

Burjuva muhalefet partileri küresel sermayenin karşısında görücüye çıktıklarının farkındalar. Bu yüzden onlar, daha önce olduğu gibi, AKP’nin İslamcı “gizli gündem”inden söz ederek mevcut anayasal düzeni savunmuyor; yeni anayasayı en iyi şekilde kendilerinin yapabileceğini iddia ediyorlar. Bu yüzden onlar, meşruluğu burjuva ölçütlere göre bile tartışılan (birbirinden farklı 26 maddenin aynı anda oylanması) referandumu boykot etmiyor; “hayır” kampanyası sürdürerek, ona meşruluk kazandırıyorlar. Yine, 10 Ekim 2007 tarihli değerlendirmemizden aktaralım:

“… hem burjuva hukuku açısından hem de siyasi olarak meşruiyeti sarsılmış bir referanduma katılıp ‘hayır’ oyu kullanmak, yalnızca AKP’nin ona meşruiyet kazandırma çabasına hizmet etmek anlamına gelmiyor. Bu referanduma katılarak ‘hayır’ oyu verilmesini savunanlar, AKP’nin öngördüğü siyasi rejim değişikliğini –bütün tersi iddialarına karşın– kolaylaştırmaktadırlar. Çünkü –dinci ya da değil– otoriter bir başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçişi savunan AKP ile destekleyicilerinin bu taleplerini örgütsüz yığınlara onaylatması, onları örgütlere ve kurumlara kabullendirmesinden yüz kat daha kolay olacaktır.”

Demokrasi” yalanını meşrulaştırma!

Israrla vurgulamak gerekiyor: AKP iktidarının 12 Eylül günü halkın önüne koyacağı referandum sandığı, küresel sermayenin AKP eliyle uygulamaya çalıştığı işçi-emekçi düşmanı programa uygun, liberal demokratik maskeli otoriter bir rejime gidişin bir diğer adımıdır. Bu değişiklikler ve onun ardından gelecek olan yeni anayasa, toplumsal yaşamın bütün alanlarında küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının tam egemenliğini ifade edecektir.

Bu koşullar altında sosyalistlere düşen görev, Türkiye’yi küresel sermayenin talepleri doğrultusunda en iyi kendisinin yöneteceğini göstermek isteyen “hayırcı” burjuva partilerin kuyruğunda referandumuna katılarak bu gerici girişimi meşrulaştırmak değil; onun gerçek yüzünü açığa çıkarmaktır. Bu anlamda, sosyalistlerin 12 Eylül’deki referanduma ilişkin tavrı, 21 Ekim 2007’deki referandumdakinden farklı olamaz, olmamalı:

Biz kapitalist sistemin her an kırılmalara ve patlamalara yol açacak derin bir kriz içinde olduğunu; Türkiye’deki burjuva siyasetinde aylardır gözlenen siyasi şaşkınlığın da bu krizi yansıttığını düşünüyoruz. Sermaye milyonlarca insanın yaşamını altüst edecek savaşlara ve toplumsal çalkantılara hazırlanırken, bu felakete gidişi durdurabilecek tek güç olan emekçiler, bütün kötülüklerin anası olan kapitalizme karşı başarıyla mücadele için gerekli bağımsız devrimci bir siyasi perspektiften yoksun durumda. İşçi sınıfına, kapitalizmin insan soyunu içine sürüklediği yıkımdan kurtarabilmesi için gerekli perspektifi sağlamak; onun en ileri kesimlerini, üretimin dünya çapında demokratik örgütlenmesi ve zenginliklerin hakça paylaştırılması üzerine kurulu uluslararası sosyalist programın savunucusu bir partinin inşasına kazanmak gerekiyor.”

Bütün bu nedenlerden dolayı, SOSYALİZM, küresel sermayenin ve Türkiyeli taşeronlarının çıkarlarına hizmet eden bu referanduma –ister “hayır” demek için, isterse “boş oy” vererek– katılmanın, emekçileri burjuvazinin bir kanadına yedeklemek anlamına geleceğini ve onun saflarında liberal demokratik yanılsamaları körükleyeceğini düşünmekte; 12 Eylül referandumuna katılmama çağrısı yapmaktadır. SOSYALİZM’in referanduma katılmama çağrısını ulusal ve halkçı demokratik özlemlerin ya da BDP’nin dümen suyundan uzaklaşmama kaygısının ifadesi olan diğer “boykotçu” çevrelerden ayırt eden şey, onun kapitalizmin küresel dinamiklerine ve bu dinamiklerin Türkiye sınırları içindeki ekonomik–siyasi etkilerine ilişkin bir çözümleme üzerine kurulu olmasıdır. Biz, işçi sınıfının mülk sahibi sınıfların bütün kesimlerinden bağımsız, enternasyonalist ve sosyalist bir siyasi özne olarak bütün ezilenlerin önderliğini alabilmesinin başlıca koşulunun bu olduğunda ısrar ediyor; bütün Marksistleri, referandum sürecinde artacak olan siyasi ilgiyi liberal demokrat ya da ulusalcı önderliklerin teşhirinde kullanmaya çağırıyoruz.

2 Alıntılar şu adresten fakat artık içeriğe erişilemiyor: http://dsip.org.tr/content/yetmez-ama-evet-ve-boykot

3 SSS-Sosyalizm Yayın Kurulu, “21 Ekim Referandumu Hem Gerici Hem de Gayrı Meşrudur: Referanduma Katılma!”, 10 Ekim 2007. Erişim: https://www.sosyalistesitlik.org/21-ekim-referandumu-hem-gerici-hem-de-gayri-mesrudur-referanduma-katilma/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir