Türkiyeli emekçilerin önüne, 21 Ekim tarihinde, cumhuriyet tarihinin beşinci referandum sandığı konuyor. Bu referandum, öncelikle, geçtiğimiz bahar aylarında AKP ile Kemalist seçkinler arasında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusunda doruk noktasına çıkmış olan kavganın ürünüdür. Ancak o, en az cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmeyeceği kadar önemli bir başka özelliğe sahip: 21 Ekim referandumu, halkı birbirinden farklı ve kimine “evet” kimine de “hayır” denebilecek beş farklı konunun tamamına tek bir oy vermeye zorlamaktadır.
Anımsanacağı gibi, Kemalist seçkinler, AKP’nin cumhurbaşkanlığını da alma planlarına karşı kitlesel gösteriler, darbe tehditleri ve CHP’nin TBMM’deki oturumları boykot etmesi biçiminde kararlı bir direniş göstermiş, bu direnişe son noktayı koyan kurum ise, TBMM’nin cumhurbaşkanını seçeceği oturumundaki toplantı yeter sayısını 367 olarak belirleyen Anayasa Mahkemesi olmuştu. Bu karar sonucunda Gül’ün TBMM eliyle cumhurbaşkanı seçilmesinin önlenmesi, AKP’nin erken genel seçimlere ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini de içeren beş konuda referanduma gitme kararı almasına yol açtı. Genel seçimlerle referandumu aynı tarihe getirme planı Kemalist Cumhurbaşkanı Sezer eliyle bozulan AKP, 22 Temmuz seçimlerinden başarıyla çıktı ve CHP dışındaki burjuva partilerinin desteğiyle, TBMM’nin Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçmesini sağladı. Bu yolla, AKP, “ılımlı” İslamcı bir politikacıyı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tepesindeki koltuğa oturtmuş oldu.
Ancak 22 Temmuz sonrasında oluşan TBMM, Gül’ü 11. cumhurbaşkanı seçerken, bir önceki TBMM’den çıkmış olan “anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapılması hakkında”ki 5678 sayılı yasayı yok saymıştı. 21 Ekim’de referanduma sunulacak olan bu yasa cumhurbaşkanının on birincisinden başlayarak halk tarafından seçilmesini içeriyordu. Yani, AKP’nin bu referandumda halka soracağı beş sorudan biri, TBMM’de zaten seçilmiş olan Gül’ün halk tarafından seçilmesini isteyip istemediği olacaktı. Bu durumda, referandumdan AKP’nin istediği sonuç çıkması ve çoğunluğun “evet” demesi, Gül’ün cumhurbaşkanlığının hukuki zeminini ortadan kaldırmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Bu çelişkiyi geç de olsa fark eden AKP, şimdi, söz konusu ek maddeyi çıkartma; yani referandumda sorulacak sorulardan birini değiştirme peşinde. Ama yurt dışında yaşayan TC vatandaşlarının oy vermeye çoktan başladığını düşündüğümüzde, söz konusu değişiklik yapıldığında, 21 Ekim’de Türkiye’de oy kullanacak olan milyonlarca insan başka bir soruya yanıt verme durumda kalacaktır. AKP hükümetinin aynı referandumda iki farklı metni oylamaya sunmasının, onun içinde bulunduğu şaşkınlığın yalın bir ifadesi olduğu ortada. Ancak kafası karışık olan yalnızca AKP değil. Burjuva muhalefet partileri de bu referandum karşısında ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydı.
Tam da bu noktada, referandumdan iki hafta kadar önce CHP’nin geliştirdiği “referandumu iptal etme” önerisi, gerçekte AKP dahil bütün burjuva partilerinin imdadına yetişti. Bu referandumdan çıkacak sonucun siyasi sistemde yaratacağı kaosu gören CHP, 5 Ekim günü yaptığı açıklamada, AKP’ye ve TBMM’deki diğer partilere, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini de içerecek yeni bir anayasanın hazırlanması konusunda yakın işbirliği mesajı verdi. Bu yolla CHP, yalnızca AKP’ye çiçek uzatmıyor; aynı zamanda, ne denli “sorumluluk sahibi” ve “yapıcı” bir politika izlediğini göstermeye çalışıyordu. Bunun nedeni, AKP’ye karşı hırçın muhalefetten vazgeçip onu zaman içinde manipüle etmeye yönelmiş olan Kemalist yönetici seçkinlerin siyasi temsilcisi CHP’nin, Türkiye’deki siyasi sistemin eşiğinde durduğu derin krizin farkında olmasıdır.
Sorun cumhurbaşkanlığı değil
Ancak, yaygın kanının aksine, 21 Ekim referandumu yalnızca cumhurbaşkanının seçim yöntemiyle sınırlı değil. Referandumda sorulacak olan ve tümüne tek bir yanıt istenen başka sorular da var. Bunlar, cumhurbaşkanının görev süresinin 7 yıldan 5 yıla indirilmesi; aynı kişinin ikinci kez beş yıllık süreyle bu göreve getirilmesi; milletvekili seçimlerinin beş yıldan dört yıla indirilmesi ve TBMM’nin “bütün işler”indeki toplantı yeter sayısının üye tam sayısının üçte biri olmasıdır.
Referanduma sunulan bu maddeler bir bütün olarak alındığında, 21 Ekim referandumunun amacının Gül’ün cumhurbaşkanlığıyla sınırlı olmadığı; onun bir rejim değişikliğine gidebilecek yolun kapısını açtığı görülmektedir. Bu, başkanlık sistemidir.
AKP ve onun dümen suyundaki liberaller, burjuva parlamenter sistemin korunacağı ve demokratikleştirileceği; cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanacağı yollu vaatlerde buluna dursun, bu vaatlerin hiçbir maddi temeli bulunmuyor. En az bir siyasi partinin adayı olarak ortaya çıkan ve halkoyuyla seçilen bir cumhurbaşkanının “yetkilerini kısıtlamak” gerçekte mümkün değildir. Her bir siyasi partiden daha fazla kitle desteğini arkasına almış olan kişi, sembolik görevlerle sınırlandırılamaz. AKP’nin öngördüğü bu “yetki kısıtlaması”nın ömrü –her şey onun istediği gibi giderse– on ikinci cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine kadar sürecek; seçilecek kişinin o koltuğa oturmasının ardından, onunla başta TBMM olmak üzere parlamenter sistemin bütün kurumları arasında patlayacak sert çatışmalar eşliğinde kaldırılacaktır.
Otoriter rejim özlemi
21 Ekim’de referanduma sunulan metnin can alıcı yeri, halk tarafından seçilecek cumhurbaşkanının ve milletvekillerinin görev süresi gibi ayrıntıların ardından gelen, TBMM’nin “bütün işleri”ndeki toplantı yeter sayısına ilişkin maddesidir. Bu, TBMM üyelerinin üçte birini her durumda elinde tutacak olan hükümete, anayasa değişikliği de dahil dilediği yasayı çıkarma şansı sunmaktadır. Bu yolla hükümet, sözde halkın seçeceği kendi cumhurbaşkanı ile birlikte –elbette uluslararası sermayenin (ABD ve AB) gözetiminde– el ele yürüme hesabı içindedir.
İşçi sınıfının ve çalışanların zaten temsil edilmediği burjuva parlamenter rejim, mülk sahibi sınıfların kimi kesimlerinin siyasi temsilcilerini bile hızla dışlamaktadır. 25 yıldır, yüzde 10 seçim barajı eliyle gerçekleştirilen bu dışlama, Türkiyeli egemenlerin çokuluslu ve ulusötesi şirketlerle kader ortaklığı yapmış olan kesimlerinin (holdinglerin, tekellerin, bankaların vb. sahipleri ile yöneticileri) doğrudan talebidir. Ekonomik alandaki tekelleşme (hızla artan toplumsal servetin giderek küçülen bir azınlığın elinde yoğunlaşması) yönetimin de küçük bir azınlığın elinde tekelleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır –ki bu küçük burjuva “demokratik çok sesli parlamento” hayalinin sonunu ilan etmektedir.
Referanduma sunduğu metne “evet” denilmesini isteyen AKP, baştan sona ikiyüzlü demokrasi söylemi eşliğinde otoriter bir rejime giden yolun taşlarını döşemektedir. Bu rejimin, Türkiye ile –sosyal, ekonomik ve kültürel– hiçbir konuda benzerlik taşımayan ABD ya da Fransa’daki başkanlık sistemine benzetilmesi, eğer cehaletten kaynaklanmıyorsa, bilinçli bir aldatmadır (bu çerçevede Türkiye için verilebilecek en uygun örnekler, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerde değil ama kuzeyde –eski SSCB topraklarında– ya da Uzak Doğu’da –Endonezya, Filipinler vb.– aranmalı).
Sermaye büyük çalkantılara hazırlanıyor
Türkiyeli egemenlerin böylesi bir rejim değişikliğini AKP eliyle bu denli hızlandırmasının nedenleri, onların uluslararası sermaye ile ilişkilerinde; Ortadoğu’da Türkiye’yi de içine çekip derinden sarsacak olan yaklaşan savaş hazırlıklarında ve kapitalizmin dünyayı her an altüst etme potansiyeli taşıyan iç çelişkilerinde yatmaktadır.
Irak’ın hızla etnik–dinsel parçalanmaya doğru gittiği, tarihinin en derin ekonomik krizini yaşayan ABD’nin bütün hazırlıklarını tamamlamış biçimde İran’a saldırı için “en uygun” zamanı beklediği, Türk Ordusu’nun güneydeki Kürt topraklarına karşı kapsamlı bir askeri operasyona hazırlandığı vb. düşünüldüğünde, AKP’nin bir rejim değişikliğini neden bu denli aceleye getirdiği daha rahat anlaşılır.
Bu, Türkiyeli egemenlerin, “geliyorum” diye haykıran fırtınalı bir döneme hazırlanmasıdır. AKP’nin anayasa değişikliği paketi de bir yandan ülkenin doğa ve insan kaynaklarının uluslararası sermayenin kullanımına açılmasını kolaylaştırırken, aynı zamanda egemen sınıflarının hem içeride hem de dışarıdaki çıkarlarını savunacak bir rejimin yerleştirilmesini amaçlıyor. Türkiye’nin egemenlerinin rejim değişikliği yönünde AKP eliyle attığı adımlar, ekonomik krizler, savaşlar ve toplumsal çalkantılar döneminin hızla yaklaştığının göstergeleridir.
On yıllardır sosyal demokrat ya da Stalinist önderlikler eliyle sermayenin şu ya da bu kesimine ve devlete yedeklenmiş olan emekçiler ise büyük toplumsal çalkantılarla ve çatışmalarla damgalanacak olan bir döneme son derece hazırlıksız girmektedir. Dahası onlar, devletten ve bütün diğer sınıfların partilerinden ideolojik ve politik olarak bağımsız bir örgütlenmeye sahip olmadıkları için, burjuva parlamentosu için yapılan seçimlerde sürekli olarak sermayenin partilerine kan taşıyor, birbiri ardına onları iktidara getiriyorlar.
Şimdi, uluslararası sermayenin programını “ılımlı İslamcı” ve “demokratik” makyajla uygulayan AKP, işçi sınıfının ve emekçilerin önüne bir referandum sandığı koymuş, gerici ve baskıcı bir rejime geçiş için onay istiyor. Onun kimi burjuva ve küçük burjuva muhalifleri ise –elbette kendi çıkarları doğrultusunda– referanduma katılarak “hayır” oyu verilmesini savunuyorlar. AKP kendisini 12 Eylül Anayasası’nı tümüyle kaldırmayı hedefleyen “demokrasi” şampiyonu olarak pazarlamaya çalışırken, “hayır”cı muhalifler referandumda “hayır” oyu çıkması durumunda var olan “parlamenter demokrasi”nin korunacağını düşünüyorlar.
“Hayır”cılar da AKP’nin hizmetinde
İlginç olan, ister “evet” isterse “hayır” desin, 21 Ekim referandumuna katılmayı savunanların onun meşruiyetini sorgulama gereği duymamasıdır. 21 Ekim’de yapılacak olan referandum, yukarıda değindiğimiz gibi, önce Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle büyük ölçüde hukuki zeminini yitirmiş, “yeni anayasa” hazırlıklarıyla birlikte de “anlamsızlaşmıştır”. Yine, bu referandumda, birine evet derken diğerine hayır denebilecek; dolayısıyla, ayrı ayrı oylanması gereken üç ayrı başlık söz konusudur (cumhurbaşkanının seçimi – görev süresi, milletvekili seçimlerinin süresi ve TBMM’nin toplantı yeter sayısı). En ilginci de bu referandumdan çıkacak sonucun geçerli sayılabilmesi için gerekli herhangi bir katılım oranı olmaması!
Öte yandan, hem burjuva hukuku açısından hem de siyasi olarak meşruiyeti sarsılmış bir referanduma katılıp “hayır” oyu kullanmak, yalnızca AKP’nin ona meşruiyet kazandırma çabasına hizmet etmek anlamına gelmiyor. Bu referanduma katılarak “hayır” oyu verilmesini savunanlar, AKP’nin öngördüğü siyasi rejim değişikliğini –bütün tersi iddialarına karşın– kolaylaştırmaktadırlar. Çünkü –dinci ya da değil– otoriter bir başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçişi savunan AKP ile destekleyicilerinin bu taleplerini örgütsüz yığınlara onaylatması, onları örgütlere ve kurumlara kabullendirmesinden yüz kat daha kolay olacaktır.
AKP, rejim değişikliği programını sendikalardan meslek odalarına, mevcut düzenin kimi diğer kurumlarına ve siyasi partilere kadar başlıca örgütlü yapılara kabullendirmenin zorluğunu çok iyi bilmektedir. Bu yüzden o, gerçekte sürmekte olan yeni anayasa hazırlıkları çerçevesinde kararlaştırılması gereken konuları, günlük kaygılar içinde rejim gibi “afaki” sorunları düşünmekten uzakta olan ve gerçekte neye “evet” ya da “hayır” diyeceğini bilmeyen örgütsüz kitlelerin onayına sunmaktadır.
“Demokrasi” yalanını meşrulaştırma!
Bir bütün olarak dünya kapitalist sisteminin çelişkilerinin patlama noktasına geldiği ve Ortadoğu’da yeni bir savaş için tamtamların çalmaya başladığı bir ortamda halkın önüne konan bu referandum sandığının demokrasi ile hiçbir ilişkisi yoktur. O, küresel sermayenin AKP eliyle uygulamaya çalıştığı işçi–emekçi düşmanı programa uygun otoriter bir rejimin hazırlıkları çerçevesinde gündeme gelmiş bir “oldu bitti”dir.
Bu koşullar altında sosyalistlere düşen görev, sistemin yaşadığı krizin özürlü ürünü olarak AKP tarafından dayatılan 21 Ekim referandumuna katılarak bu hukuki ve siyasi ucubeyi meşrulaştırmak değil; onun gerçek yüzünü açığa çıkarmaktır.
Biz kapitalist sistemin her an kırılmalara ve patlamalara yol açacak derin bir kriz içinde olduğunu; Türkiye’deki burjuva siyasetinde aylardır gözlenen siyasi şaşkınlığın da bu krizi yansıttığını düşünüyoruz. Sermaye milyonlarca insanın yaşamını altüst edecek savaşlara ve toplumsal çalkantılara hazırlanırken, bu felakete gidişi durdurabilecek tek güç olan emekçiler, bütün kötülüklerin anası olan kapitalizme karşı başarıyla mücadele için gerekli bağımsız devrimci bir siyasi perspektiften yoksun durumda. İşçi sınıfına, kapitalizmin insan soyunu içine sürüklediği yıkımdan kurtarabilmesi için gerekli perspektifi sağlamak; onun en ileri kesimlerini, üretimin dünya çapında demokratik örgütlenmesi ve zenginliklerin hakça paylaştırılması üzerine kurulu uluslararası sosyalist programın savunucusu bir partinin inşasına kazanmak gerekiyor.
Marksist devrimcilerin, kriz içindeki egemenlerin kendi aralarındaki kapışmanın ürünü olan ve burjuva yasallığı çerçevesinde bile hiçbir meşruiyeti olmayan bu referanduma –ister “hayır” demek için isterse “boş oy” vererek– katılması, ilk olarak, emekçilerin burjuvazinin bir kanadına yedeklenmesi ve onların hiç de demokratik olmayan gelecek projelerine meşruiyet kazandırması anlamına gelecektir. 21 Ekim referandumuna katılmak, ikinci olarak, küresel sermayenin ve onun Türkiye’deki sözcülerinin yaydığı “demokratik” yanılsamaları körükleyecektir. Böylesi bir referanduma katılmanın işçi sınıfının enternasyonalist sosyalist partisini inşa perspektifine hizmet etmediği açıktır.
SOSYALİZM, bütün bu nedenlerden dolayı, AKP iktidarının 21 Ekim günü halkın önüne koyacağı referanduma karşı çıkmak; ona katılmamak gerektiğini savunuyor.