Yunanistan 29 Haziran’da tarihi günlerinden birisini yaşadı. Yunan işçi sınıfı bu yıl içerisindeki dördüncü genel grevine giderken, Yunan hükümeti, parlamentoda 28 milyar Avroluk “orta vadeli bütçe programı”nı oylaydı. Parlamentonun 155 oyla kabul ettiği yeni program, AB ve IMF’nin Yunanistan’a verdiği kredinin beşinci dilimi olan 12 milyar Avroyu serbest bırakması anlamına geliyor. Aynı zamanda bu kararın onaylanması, yeni kredi görüşmelerinin de devam edeceği sonucunu doğurdu.
Yunanistan krizinin dünü
2009 Ekim ayında ülkede gerçekleşen genel seçim sonucu yüzde 44 oy oranı ile iktidara gelen “sosyalist” PASOK, seçimlerin üzerinden sadece birkaç ay geçmişti ki, ekonomik çöküşün ilk sinyallerini verdi. Başbakan Yorgos Papandreu, 2009 Aralık ayında, “ülkenin borca batması” tehlikesinin bulunduğunu ve “ülkenin çok büyük bir bütçe açığının olduğunu” ifade etmişti. Papandreu, gelecek dönemle ilgili planların da, GSYİH’nın yüzde 12,7 olan açığını yüzde 4 puan düşürme hedefini amaçladıklarını ifade etmişti. Ekonomik durumun ciddiyetini, “Ufak çaplı tamirattan söz etmiyoruz. Her alanda adil değişikliklere gideceğiz. Bir çok düzenleme can acıtacak. Hepimiz huzurumuzdan vazgeçmeliyiz. Düşük ücretliler ile orta sınıfı ise destekleyeceğiz” cümleleriyle ifade etmişti.
Henüz o günlerde, “sosyalist” bir partinin başkanı Yorgos Papandreu’nun bu açıklamaları gelecek günlerin Yunan işçi sınıfı için hiç kolay olmadığını hissettirmişti. En baştan belli olan şey; faturanın Yunan işçi ve emekçilerine çoktan kesilmiş olmasıydı.
Yunanistan hükümetinin bu açıklamalarının ardından çok geçmeden, Avrupa Birliği’nin bir çok ülkesinin biriken kamu borcu ve cari açıkları konuşulmaya başlandı. Dünya Bankası 2009 yılı üçüncü çeyrek verileri Yunanistan’ın kamu borcunun 384,1 milyar dolar ve toplam dış borcunun 594,5 milyar dolar olduğunu ancak Portekiz ve İspanya’nın da durumunun iç açıcı olmadığını ifade ediyordu. Çünkü, Portekiz’in kamu borcu 166,9 milyar dolar ve toplam dış borcu 538, 1 milyar dolar, İspanya’nın ise kamu borcu 463,2 milyar dolar ve toplam dış borcu ise 2 trilyon 525,1 milyar dolar seviyesindeydi.
Yunanistan’a ekonomik desteğin IMF tarafından verilip verilmediğinin tartışıldığı o günlerde, İspanya ve Portekiz’in durumlarının yanında Avrupa’nın en “güçlü” ülkelerinden birisi olan İngiltere’nin oldukça küçük büyüme endeksi ve hızla büyüyen cari açığı da büyük bir tedirginlik yaratmaktaydı. Öyle ki, 2010 Şubat’ında Kanada’da Avrupa’nın kamu borçları ve derinleşen finansal krizini masaya yatırmak üzere G7 ülkelerinin maliye bakanları ve merkez bankası yetkilileri buluşmuştu. Toplantının ardından, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin toplam borcunun 30 trilyon doları geçtiğini endişeyle belirtmişlerdi. Bu büyük bir tehlikeydi. Çünkü bu durum, burjuva enternasyonalizminin temellerini sarsabilecek ekonomik/finansal krizin en görünürdeki yüzüydü.
Avrupa ülkelerinin borç krizi ortadaydı. Ancak Yunanistan’ın durumu gitgide kötüleşiyordu. Yunanistan hükümeti, 2010 Mart ayında, 54 milyar Avroluk borcunu yeniden finanse edebilmek için “kemer sıkma politikaları” olarak adlandırılan tedbirlerini açıkladı. Bu tedbirler, Yunan işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik gerçek bir gasptı. Yüzde 4.8 milyar Avro tasarruf yapılması hedefiyle kabul edilen önemler arasında, çalışanların tatil ikramiyelerinde yüzde 30’luk azalma ve emekli maaşları, diğer bazı ikramiyelerin de dondurulması vardı. Parlamentodan geçen bu karar binlerce çalışanı ve emekliyi sokaklara döktü. Ülke genelinde örgütlenen genel grevler, Yunanistan’da defalarca hayatı durdurdu.
11 Nisan 2010 günü, Avro Bölgesi maliye bakanları, Yunanistan için 30 milyar avroluk acil yardımı onayladı. Bu yardımın Yunanistan borçları için devede kulak kalacağının bilincinde olan Yorgos Papandreu, aynı ay içinde, IMF ve AB yardım paketinin uygulanması talebinde bulundu ve 2 Mayıs 2010 tarihinde Yunanistan, AB-IMF destekli 110 milyar Avroyu kabul etti.
IMF’nin Yunanistan’a yapacağı yardım payı, AB ülkeleri arasında uzun süre tartışılmıştı. IMF’den alınacak bir yardımın AB’ye yönelik güveni azaltacağı ve AB’nin onurunu ayaklar altına alacağı türünden tartışmalar, 9 Mayıs 2010 tarihinde IMF’nin onayladığı kredinin kendi payıyla birlikte unutuldu. Bir kez daha görüldü ki, küresel sermeyenin ihtiyaçları mevzuysa her türlü birliğin “onuru” ve “misyonu” teferruattı.
AB-IMF destekli anlaşmalar sonucu Yunanistan işçi sınıfına dayatılan politikalardan bir yenisi 7 Temmuz 2010 tarihinde parlamentodan geçti. Bu yeni yasa 2018 yılından itibaren emekli maaşlarında yüzde 7 oranında kesinti yapılmasını öngörüyordu. Ayrıca emeklilik yaşı ve süresi artırılarak 65 yaşa çıkarıldı.
Yunan işçi sınıfının, sendikaların önderliğinde, ülke genelinde örgütlediği 4-5 Mayıs ve 7 Temmuz grevlerine rağmen, işçi sınıfına yönelik saldırı niteliğindeki tasarılar birbiri ardına yasalaştı. PASOK’un iktidara geldiği ilk günlerde “ya değişim ya çöküş” sloganı artık Yunanistan halkı için “ya mücadele ya da yok oluş” demekti.
2011 yılına gelindiğinde ise, 2010 yılındaki görece umutlu tablo, yerini, moratoryum raddesine gelen bir Yunanistan görüntüsüne bıraktı. Ocak ayında, kredi derecelendirme kuruluşu olan S&P ve Moody’s’in ardından Fitch, Yunanistan’ın kredi notunu “yatırım yapılamaz” seviyeye düşürdü. Yunanistan’ın artık kredi veren başka uluslararası kurumlardan borç almasını da imkansız hale getiren bu not, ödemeler ve harcamalar konusunda Yunanistan’ı sıkıştıran AB ülkelerinde yeni tartışmalara sebep oldu. Bu tartışmalardan ilki Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkarılması ve onun eski para birimi olan drahmiye geri dönmesi oldu. Avrupa Komisyonu’nun Denizcilik ve Balıkçılık’tan sorumlu Yunan Komiseri Maria Damanaki, Brüksel’de yaptığı bir konuşmasında bu durumu açıkça ifade etti.
Benzer başka bir eğilim ise, Londra’nın muhafazakar partili Belediye Başkanı Boris Johnson’dan geldi. Daily Telegraph’ın manşetten verdiği Johnson’ın sözleri, Yunanistan’ın iflas etmesi ve Avro bölgesinden ayrılması gerekliliği üzerineydi.
AB’de Yunanistan üzerine genel eğilimler
AB üye ülkelerinin içinde yaşanan bütün bu tartışmalara rağmen, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy geçtiğimiz günlerde Le Figaro gazetesine önemli bir demeç verdi. Yunanistan’ın borçlarına ödeme konusunda esneklik tanıyacaklarını ifade eden Sarkozy, bu ülkenin Fransız bankalarına olan borcunu 30 yıl daha uzatacak bir ödeme kolaylığından bahsetti (Yunanistan’ın Fransız banklarına toplam borcunun 15 milyar Avro olduğunu anımsatalım). Sarkozy’nin bu destek açıklamasına karşın, Avrupa Merkez Bankası’nın bu konuda endişeli olduğunu da ekleyelim. Avrupa bankalarının, Yunanistan’ı desteklemeye devam etmeleri durumunda milyarlarca Avro yitirmek zorunda kalması piyasalarda tedirginlik yaratıyor.
Yunanistan’a verilen borcun ödemelerinin durdurulması ya da uzatılması konusunda hemfikir olan Almanya ve Fransa’ya karşı, Avrupa Merkez Bankası başkanı Jean-Claude Trichet bunun çok büyük bir risk olduğu açıklamasını yapıyor. Riskten kasıt, yalnızca ülkelerin alacağını tanzim edememesi değil. Bu durum küresel piyasalar için iki ayrı tehlike yaratıyor. Bunlardan ilki, krizin diğer Balkan ülkelerine sıçraması. İkincisi ise, Yunanistan’a verilen borcu sigortalayan şirketlerin, bu borcu karşılıksız olarak kayda aldıklarında yaşayacakları bir başka kriz.
Egemenlerin ekonomik korkularının yanına, Yunanistan’da artan huzursuzluk, sokak eylemleri ve sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi ekleniyor. Krizin diğer Balkan ülkelerine ya da ekonomisi açıkça kırılgan olan diğer Avrupa ülkelerine yayılması ise başka bir kaygı konusu. AB içindeki Yunanistan’ın tartışmalı durumuna karşın, bugün için Yunanistan’ın iflası ve Avro bölgesinden çıkarılması, küresel kapitalizm için olumsuz sonuçlara yol açacak bir gelişme olacaktır.
Türkiye’nin Yunanistan tavrı
Yunanistan’ın komşusu konumundaki Türkiye, ülkenin yaşadığı kaosa karşı alaycı ve duyarsız bir tavır takınmakta. Komşularla “sıfır sorun” ilkesi, işine yaramayacak komşularla dalga geç ilkesine evrilmiş olacak ki, başbakan yardımcısı Bülent Arınç, Yunanistan hakkında oldukça pervasız açıklamalarda bulunabildi. İlk açıklama, geçtiğimiz Nisan ayındaydı. O, “Komşumuz Yunanistan 1 trilyon dolar dış borcu var. Neredeyse mendil açıp yardım dilenecekler. Bütün fabrikalarında üretim durdu. Fabrikaları satılacak alıcısı yok. Türkiye dünyadaki 5 ülkeden birisi oldu” diyerek, Türk milliyetçisi kesimleri tatmin etmeye yönelik bir açıklamada bulundu. Tarihteki Türk-Yunan antlaşmazlıklarına gönderme yapan bu şoven karşılaştırma oldukça mide bulandırıcı. Arınç’ın, ardından Haziran ayı içerisinde yaptığı yeni açıklamada ise, “Yunanistan, “istediğiniz adaları alın satışa çıkardım, istediğiniz fabrikaları alın yok pahasına” diyor. Türkiye’deki aklı başında insanlar bunları almaya başladılar. Biz iyi noktadayız” demişti.
Türkiye’nin ekonomi alanında sağladığı görece istikrarlı çizgi, küresel ekonominin bir süreliğine bu ülkeye verdiği bir güce denk düşüyor. Bununla beraber, Türkiye’nin emperyalistler gözünde bölgedeki durumu, onun bugün için yerini sağlamlaştırıyor. Küresel sermayenin bu coğrafyadaki taşeronu AKP, elbette sermaye sahiplerinin sözünü dinleyecek ve ihtiyaç duymadığı ülkeyle sıfır sorun mutabakatına yanaşmayacaktır. Aksine, bölgedeki rekabetçi tutumu onun asla kaybetmek istemediği siperi konumundadır.
Yunanistan’ın bugünü
Gelelim Yunanistan’daki son duruma. Ekonomik krizin cefasını çekmek zorunda bırakılan Yunan işçi sınıfı ve gençlerinin kitle gösterileri, geçtiğimiz günlerde Yorgos Papandreu’nun istifa edeceğine yönelik söylentilere sebep olmuştu. Bu söylentiler zaten endişeli olan egemenleri daha fazla tedirgin etmiş olmalı ki, Yorgos Papandreu acil kabine değişikliği yolunu seçti. AB ve Yunanistan hükümeti farkında ki, yeterince büyük bir sorun olan bütçe açığı beraberinde bir de yönetim krizini getirirse, ivedilikle alınması gereken ekonomik tedbirler alınamaz ve bu çok daha büyük bir kaosa neden olur. Onların bu yöndeki ortak arzusu, parlamentoda 17 Haziran günü, değişen kabineye güvenoyu verdirdi.
Hafta başından beri, Avrupa Birliği ve IMF’nin istediği tasarruf paketini görüşen Yunan parlamentosu yazının başında da belirttiğimiz gibi 29 Haziran tarihiyle bu yeni önlemleri yasalaştırdı. Parlamentonun onay verdiği ancak Yunan halkının kabul etmediği bu 5 yıllık kemer sıkma planına bir göz atalım: Yenilenen tedbirlerde, ülkenin emekçileri için çok geniş kapsamlı yeni hak gasplarının yanında özelleştirmelerden elde edilecek 50 milyar Avro’ya ilişkin planlar var. Aynı zamanda 14,32 milyar Avro harcama kesintisi ve 14,09 milyar Avro vergi toplanması öngörülüyor. Sosyal ve sağlık harcama kalemlerinde kesintiye gidilecek olması, gelecek günlerin Yunan emekçileri için hiç de parlak olmadığının yeni bir işaretidir.
Yunanistan krizi küresel kapitalizmin krizidir
Yunanistan’ın geldiği noktaya, önceki hükümetin ya da bugün iktidarda olan PASOK’un kötü yönetimi, yanlış harcama politikaları ve beceriksizlikleri bahane olarak sunulmakta. 20 aydır ülkenin düzelmesi için çalıştığını söyleyen Yorgos Papandreu, “omuzlarımıza başkalarının günahlarını aldık” açıklamasını yaparken bir gerçeği gizliyor: krizin bütün yükünü ülkenin işçi ve emekçilerin omuzlarına yüklediğini ve bu yükün sahibinin de doğrudan küresel kapitalizmin kendisi olduğunu. Suçu bir önceki hükümete atan PASOK lideri, kendi iktidarını temize çıkarma niyetinde. İsmindeki “sosyalist” sıfatına rağmen PASOK işçi sınıfı düşmanı bir burjuva partisidir. Onun görece sosyal demokrat tarihi de yaşanan son krizle gölgelenmiş ve bizlere bir kez daha şu gerçeği ortaya koyma imkanı vermiştir: burjuvazinin siyasi temsilciliğine soyunan tüm siyasi partiler, sınıfsal doğaları gereği sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda hareket ederler.
Yunanistan’da oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz bir diğer ayrıntı ise, sendikalar önderliğindeki kitlesel grevlere karşın, AB’nin ve IMF’nin emrinde alınan tüm kararların parlamentodan geçmesi. Binlerin akın ettiği ve gündelik hayatı tamamen durduran grevler, elbette ki kapitalistler için büyük kar kayıplarına yol açıyor ve burjuvazi tarafından bir tehdit olarak algılanıyor. Ancak değişen hiçbir şey yok. Evet, Yunanistan’da geniş kitleler kemer sıkmak istemiyor ve belki bugüne dek kendilerini yöneten tüm siyasi partilerden şikayetçiler ama bu Yunanistan işçi sınıfının ve gençliğinin kalıcı bir kazanım elde etmesi için yeterli değil. Gerçek şu ki, bu grevlere diğer uluslardan işçiler ellerini uzatmadıkça başarı elde edilmesi mevzu bahis olamaz. Çünkü, her ne kadar yalnız adamı oynasa da ne Yorgos Papandreu ne de Atina hükümeti yalnız değil. Onların arkasında uluslararası emperyalist siyasi ve askeri yapılanmalar mevcut. Kısacası Yunanistan işçi sınıfının bugün temel sorunu, tüm dünya proletaryasının sorunu gibi, siyasi önderlik sorunudur. Kendi çıkarlarını değil, işçi sınıfının çıkarlarını savunan ve sınıfsız bir dünya düzeninin mücadelesini verecek olan uluslararası Marksist önderlik eksikliğidir.
Unutulmaması gereken bir şey daha; Yunanistan hükümeti bu krizden sağlıklı bir şekilde çıkmayı başarırsa, kazananlar bir kez daha ulus-ötesi şirketler ve bunların siyasi temsilcileri olacaktır. Bu şu anlama gelir; krizden her çıktığında eskisine kıyasla görece büyüyen sermaye birikimi, işçi sınıfının üstüne basarak ve onu çiğneyerek yükselmiş demektir.