“İleri demokrasi”nin Sivas katliamı ile imtihanı

2 Temmuz 1993’te yaşanan Sivas Katliamı’nda yitirdiğimiz 33 aydın ve sanatçı, her yıl olduğu gibi bu yıl da ülkenin farklı şehirlerinde anıldı. Anma etkinliklerinin en kitlesel biçimde gerçekleştirildiği yer olan Madımak Oteli önü, bu yıl geçtiğimiz yıllardan farklı olarak polisin gaz bombalı ve coplu saldırısına sahne oldu.

Kitlesel eylemlere karşı uygulanan baskının en yoğun yaşandığı dönemlerde dahi gerçekleştirilen anma etkinliğine, katliamın 18. yıl dönümünde, Sivas Valiliği tarafından yasak getirildi. Sivas Valisi Ali Kolat yasaklama kararının gerekçesi olarak “provokasyon tehlikesi”ni gösterdi. Egemenlerin her koşulda geçerli biricik bahanesi olan “provokasyon tehlikesi” Sivas Katliamı’nın yıl dönümünde bir kez daha çıktı karşımıza.

Yasağa rağmen anıldılar

Yasaklama kararına rağmen, meşru bir hakkı kullanma ve katliamın unutturulamayacağını gösterme kararlılığına sahip yaklaşık on bin kişi Sivas’ta buluştu. Çeşitli Alevi örgütleri, çok sayıda dernek, siyasi parti ve örgütün destek verdiği eyleme, ileri demokrasinin ulaştığı son noktayı göstermek istercesine saldıran polis, yasadışı ilan edilen Madımak Oteli önündeki anmaya “polis müdahalesi olmayacak” şeklinde açıklama yapan valiliği yalanlamış oldu.

Günler öncesinden planlandığı belgelerle sabit olan ve saatler süren bir “Ortaçağ ayini”ne dönüşen katliam sırasında olup biteni izlemekle yetinen devlet, bütün birimleriyle ortağı olduğu katliamın 18. yıl dönümünde geliştirdiği “hassasiyetle” bugüne kadar sergilediği tutumu yalnızca pekiştirdi.

Katili ve mağduru bir tutmak

Alevi örgütlerinin ve katliam mağdurlarının ailelerinin Madımak Oteli’nin Utanç Müzesi haline getirilmesi, katliamın unutturulmaması taleplerine oteli kamulaştırıp “Bilim ve Kültür Merkezi”ne dönüştürerek yanıt veren siyasi iktidar, katillerle mağdurların adlarını yan yana yazmakta sakınca görmedi. Sivas Valisi, eğer bir “provokasyon tehlikesi” arıyorduysa çok uzaklara bakmasına gerek yoktu. Katliamın mağdurlarına ve ailelerine yapılan büyük bir saygısızlık olmanın ötesinde, egemenlerin yaşanan vahşeti nasıl algıladığını gösteren bu tutum, AKP iktidarının, 2 Temmuz 1993’teki yıkımı olağanlaştırıp, unutturma çabasının bir yansıması olarak değerlendirilmeli.

“Merkez”in girişinde, adına “Anı Köşesi” denen yerde, kimisi yanarak, kimisi dumandan boğularak yaşamını yitiren ve tek suçları Pir Sultan Abdal’ı anmak üzere şehirde düzenlenen şenliklere katılmak olan birbirinden değerli 33 insanı, yine katliam sırasında yaşamını yitiren 2 otel çalışanını, gözü dönmüş gerici-faşist güruhtan 2 kişi ile birlikte anıyor olmak, meseleye “insan merkezli bakmakla” açıklanamaz. Egemenler “yanan” ve “yakılan” arasında bir fark görmüyor, görülmesini de istemiyor. Böylece bir otelde sıkışıp kalmış insanları diri diri yakmaya çalışmak “münferit bir olay” haline getirilebilecek…

Egemenler saflarını ilk günden belli etmişti

Egemenlerin “insan merkezli bakış açısı” daha ilk günden ortaya konmuştu. Katliamın ardından neredeyse mağdurlar suçlu ilan edildi. Saatler süren katliamı, polisi ve ordusunu esas duruşta bekleterek izleyen devlet, burjuva medyanın da çanak tutmasıyla, saldırgan gerici-faşist güruhun galeyana gelmesinin sebebini bir başına “solcu-dinsiz” Aziz Nesin’e yıkmıştı. Katliamı gerçekleştirenler “ağır tahrik sonucu” harekete geçmişler gibi bir anlayış hakim oldu.

Katliamdan şans eseri sağ kurtulanlar ve mağdur yakınları tarafından bin bir güçlükle sürdürülen yargı süreci de devletin safını belli ettiği bir mecra haline geldi. Katliamı fiilen gerçekleştirenler arasından seçilen kişiler oldukça düşük cezalarla kurtulurken, bazıları için yine “hafifletici sebepler” icat edildi. Birçok sanık bugün dışarıda-aramızda ve yaşamına hiçbir kaygı duymadan devam edebiliyor. Örneğin katliamın gözü dönmüş sorumlularından biri olan Cafer Erçakmak yıllardır firari durumda. Yurtdışında olduğu bilindiği halde iadesine yönelik talepler mahkeme tarafından savsaklanıyor. Bugün de, davanın her aşamasında olduğu gibi, sorumluların cezalandırılmaması için burjuva hukukunun bütün inceliklerine başvuruluyor.

Dava, zaman aşımı tehlikesiyle karşı karşıya bırakılırken, yıllar içerisinde sanıkların avukatlıklarını yapanların kariyerlerinde önemli gelişmeler yaşandı. Birçoğu görevlerini başarıyla yapmış olduklarından devlet katında ödüllendirildiler. Kimisi, Şevket Kazan ya da Hayati Yazıcı gibi bakanlıklarla ödüllendirilirken (ki bunlardan ilki Adalet Bakanlığı yapmıştır), kimisi, milletvekilliği ve belediye başkanlığı ile “yetinmek” zorunda kaldı.

Yeni suçlular imal ediliyor; asıl sorumlular aklanıyor

Son dönemde öne çıkan bir başka gelişme ise yine egemenlerin yaklaşımının anlaşılması açısından önemlidir. Devlet, katliama fiilen ortak olduğu bilinenleri, katliama seyirci kalan dönemim siyasilerini, şehrin belediye başkanını, valiyi, ordu ve emniyet mensuplarını, içişleri bakanını, kısacası sorumluluğu sabit olanları yargılamak ve cezalandırmak şöyle dursun, yeni failler imal ederek gerçek suçluları aklamanın telaşına düşmüş durumda. Devlet aygıtı var oldukça onun bir parçası olarak kalacak olan “derin-devlet”i çağır imdada, ya da katiller sürüsünün görüntülendiği fotoğraflarda 3-5 kişiyi daire içine alıp, katliamı PKK’ye yüklemeye çalış…

Derin devlet olarak ifade edilen kontr-gerilla yapılanmasının yıllardır sürdürdüğü faaliyet açık seçik ortada. Sivas Katliamı’ndan önce Çorum’da, Maraş’ta ve 1977 1 Mayısı’nda yaşananlar bu tip örgütlenmelerin organize ettiği saldırılarından birkaçı. Sivas Katliamı’nda kontr-gerilla parmağı olması kimse için sürpriz değil. Ama bu durumun, özellikle AKP iktidarı tarafından gerici-faşist zihniyetin bir kanadını aklamak için kullanılan bir kılıf haline getirilmesine izin verilemez. Sivas’ta 35 kişiyi katledenler devlet içerisindeki çeşitli karanlık yapılanmalardı denerek dinci gericiliğin aklanmak istendiği açıktır. Tahriklere kapılmış “masum katillerden” çok ötesi var o günden zihnimizde kalan karelerde.

Unutturmayacağız!

Gericiliğin her türlüsüne karşı mücadele etme görevi önümüzde duruyor. Bu mücadele sürdürülürken hem Sivas Katliamı’nın gerçek sorumlularının cezalandırılması talebi yükseltilmeli, hem de devletin ikiyüzlü ve işbirlikçi karakteri teşhir edilmeli.

Gerici-faşistlerin beslendikleri kaynağın, her türden ayrımcılığın ve ezme-ezilme ilişkisinin yeniden üretildiği sermaye iktidarı olduğunu unutmadan; dinsel-ırksal-mezhepsel-cinsel her türlü ezme biçiminin ortadan kaldırılması amacıyla verdiğimiz mücadeleyi, egemenlerin iktidarını ortadan kaldırma mücadelesiyle bütünleştirmeliyiz.

Sivas Katliamı’ını unutmak, katliamcılara cesaret vermek demektir. Yalnızca ağıtlar yakarak değil, gericiliğe ve onu besleyenlere karşı mücadele ederek hatırlayacağız!

Unutturamayacaklar! Unutmayacağız!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir