Yeni asgari ücret ve işçi sınıfının tarihsel önderlik sorunu

2017 yılı net asgari ücreti, hükümet, işveren örgütleri ve sendikalar arasında haftalar süren görüşmelerin ardından, yüzde 8 artışla, aslında net asgari ücrete dahil olmaması gereken asgari geçim indirimi (AGİ) ile birlikte 1.404 TL olarak belirlendi. Net asgari ücretin 1.600 TL olmasını talep eden Türk-İş anlaşmaya imza atmazken, hükümet ve işveren sözcüleri, büyük bir ikiyüzlülük ve pişkinlik örneği sergileyerek, ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını iddia ettiler. Bu geleneksel yalanlar bir yana, sonuç, her durumda, aileleriyle birlikte on milyonlarca kişinin içinde bulunduğu sefalet koşullarının derinleşecek olmasıdır.

Bilindiği gibi, AKP iktidarı, asgari ücreti, 2016 için AGİ dahil net 1.300 TL olarak tespit etmiş; bunu da patronlardan değil ama başta işsizlik fonu olmak üzere, yine işçilerden kesilen paradan finanse etmişti.

Oysa 2016 yılında bir işçinin yaşaması için gerekli para, TÜİK’in siyasi iktidar yararına manipüle edilmiş gerçeği yansıtmayan rakamlarına göre bile, 1.600 TL’nin üstündeydi. Bu bir yıl içinde, iğneden ipliğe her şeye zam geldi, Türk Lirası’nın değer kaybı sonucunda maaşlar eridi ve emekçiler daha da yoksullaştı. En basit bir hesaplamayla bile, asgari ücretin, geçtiğimiz yılın başındaki dolar değeriyle karşılaştırıldığında (ki bu alım gücünü doğrudan belirlemektedir) 1.300 liradan 175 lira civarında azaldığı ve yapılan zammın bu zararın çok gerisinde olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kasım ayında yayınladığı bir raporda, bir işçinin açlık sınırında yaşaması için, aylık net 1.750 TL kazanması gerektiğini açıklayan Türk-İş, 2017 yılı için asgari ücret görüşmeleri sırasında, TÜİK’in önceki yıl için tespit ettiği ve gerçeklerden son derece uzak olan bu asgari sınırı talep ediyordu.

Oysa aradan geçen bir yıl içinde, işsizlik ve yoksulluk hızla yükselmiş, işçiler gırtlaklarına kadar borca batmış durumda.

Türkiye’de, çalışabilir nüfusun resmi rakamlara göre yüzde 10,2’si, gerçekte ise en az yüzde 20’si işsiz. Nüfusun büyük kesimini oluşturan gençler arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 30’lara yaklaşıyor. Derinleşmekte olan krizin ve yatırımların durma noktasına gelmiş olmasının, bu rakamı daha da yukarıya çekeceğinden kuşku duyulamaz.

İşsizlik ile birlikte, yoksulluk da tavan yapıyor. Yine TÜİK’in çarpıtılmış rakamlarına göre, nüfusun yüzde 15 kadarı, yani 13 milyon dolayında insan yoksulluk sınırının altında yaşarken, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının yaptığı ve daha gerçekçi bir sonuç ortaya koyan araştırma, 2011’de hanehalklarının yaklaşık yüzde 95’inin o yılki rakamlarla aylık gelirinin yoksulluk sınırında ya da altında olduğunu gösteriyordu. Mevcut durum, milyonlarca insanı borç içinde yaşamaya mahkum etmiş durumda. Türkiye’de, hanehalklarının en az yüzde 68’i borçlu ve hanehalkı gelirlerinin yüzde 55’i borca gidiyor. On yıllardır izlenen işçi sınıfı düşmanı politikalar sonucunda, Türkiye, milyonlarca insanın beslenme ihtiyacını kredi kartıyla karşıladığı bir ülke haline gelmiş durumda. Kasım ayı itibariyle, Türkiye’deki bireysel kredi ve kredi kartı harcamaları 400 milyar TL’yi buldu; yaklaşık 800.000 kişi, bireysel kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemediği için yasal takipte.

İşçi sınıfının ve genel olarak çalışanların karşı karşıya olduğu bu durum, aynı zamanda, Türkiye’de hüküm süren dehşet verici bir toplumsal eşitsizliği ifade etmektedir. TÜİK’in 2015 rakamlarına göre, Türkiye’de, nüfusun en yoksul beşte birlik kesimi (yaklaşık 16 milyon kişi), toplam ulusal gelirin yalnızca yüzde 6’sı ile yaşamak zorunda bırakılırken, en zengin yüzde 20, toplumsal gelirin yarısına el koyuyor. Research Institute On Turkey’in Credit Suisse’in Küresel Servet Raporu’na (Ekim 2014) dayandırdığı daha güvenilir bir çalışmaya göre ise, halkın yüzde 99’unun toplam servetten aldığı pay 2002-2014 arasında yüzde 12 düşerek yüzde 45,7’ye gerilerken, en zengin yüzde 1’in toplam servetten aldığı pay yüzde 39,4’ten yüzde 54,3’e çıkmış durumda. Kapitalizm altında “eşitlik ve adalet”, bu tablodan ibarettir.

En koyu renklerin işçilerin ve gençlerin yaşamını betimlediği bu tabloda, en “parlak” renkler, akıl almaz bir servet içinde yüzen en tepedeki bir avuç insana ayrılmıştır. Bu ayrıcalıklı azınlığın servetinin kaynağını anlamak için, bankaların durumuna bakmak yeter. Türkiye’deki bankaların karları, 2016 Ocak-Ağustos döneminde, tam yüzde 63 oranında arttı!

Özetle, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin sefalet içinde yaşamasının nedeni, işçiler tarafından üretilen toplumsal servetin büyük kesimine, uluslararası sermayenin Türkiyeli uzantıları olan bankaların ve büyük şirketlerin sahibi birkaç yüz kapitalist ailenin el koymasıdır.

Ana gövdesi kar payları ve borçlar ya da bu ailelerin yatırımları yoluyla emperyalist ülkelere geri dönen bu servetin bir kısmı, uluslararası mali oligarşinin ve onların Türkiye’deki uzantılarının çıkarlarını savunan politikacılara, medya uzmanlarına, akademisyenlere, generallere, polis şeflerine vb. gitmektedir.

Emperyalist sistemin savunusunda en az bu kesimler kadar -belki de daha önemli- bir rol oynayan sendikacılara giden payı da unutmamak gerekir. Bir kısmı eskiden işçi olan ama sendika bürokrasisinin merdivenlerini tırmandıkça işçi sınıfından uzaklaşıp burjuvalaşan ve refah içinde bir yaşam sürmeye başlayan sendikacılar, aynı onlar gibi, gerçekte hiçbir şey üretmemekle birlikte, toplumsal servetten hiç de küçümsenmeyecek bir pay almaktadırlar.

Dahası, onların asıl serveti, ortalama işçi ücretleri ile karşılaştırılamayacak düzeydeki yüksek maaşları ve ödenekleri ya da aldıkları rüşvetler değildir. Sendika bürokratları, çoğu durumda faaliyet gösterdikleri işkollarındakiler de dahil, şirketlerin ve bankaların hisse senetlerini alarak onlara ortak olmaktadır (çok sayıda sendika bürokratının bizzat işyeri sahibi olduğuna ve işçileri sömürdüğüne değinmiyoruz bile). Sendika bürokratlarının önemli bir kesimi de, bankalara ve şirketlere olan hizmetlerini, burjuva partiler üzerinden katıldıkları siyaset alanında, kimi durumlarda bakanlıklara kadar yükselerek sürdürüyorlar.

Başta AKP iktidarının işçi kolu Hak-İş ve 2017 asgari ücret kararına imza atmayarak onu sözde protesto eden ve aynı ölçüde işçi düşmanı olan rolünü gizlemeye çalışan Türk-İş ile ironik bir şekilde “referanduma gidelim” çağrısı yapan DİSK olmak üzere, hiçbir sendikal örgütün asgari ücret konusunda tabanlarını harekete geçirmemesinin nedeni budur.

Ancak bunda, bizim açımızdan, şaşıracak bir yan bulunmamaktadır. Bu örgütlerin işçi sınıfına karşı sermayenin çıkarlarını savunduğunu görmek için, kapitalizme ilişkin bilimsel çözümlemeler üzerine kurulu teorik kanıtlar bir yana, son birkaç on yılın pratiğine bakmak yeterlidir. Sendikal örgütlerin hiçbiri, bu on yıllar boyunca, sermayenin işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırılarına karşı tek bir ciddi kitlesel eylem (grev, direniş vb.) düzenlemediler. Onlar, yalnızca, tabandan gelen yoğun baskı sonucunda ortaya çıkan ya da işçilerin kendiliğinden giriştikleri militan mücadeleleri bozguna uğratmak için harekete geçtiler ve bunu da başardılar.

Bununla birlikte, sendika bürokrasilerinin bu işçi sınıfı düşmanı rolü Türkiye’ye özgü değil, uluslararası bir olgudur. Onlar, işçi sınıfının sürekli tırmanan kapitalist saldırıya karşı mücadelesini yenilgiye uğratmak için, ABD’den Almanya’ya, İspanya ve Fransa’dan Yunanistan’a, Güney Afrika’dan Güney Kore’ye, Çin’e ve Latin Amerika’ya kadar her yerde seferber olmuş durumdalar.

Sendikaların bu işçi düşmanı faaliyetlerinin başlıca destekleyicileri, onlara “ilerici” hatta “devrimci” maske takmaya çalışan ve onların “tabandan gelen basınç sayesinde” sola çekilebileceği yalanını yayan sahte sol akımlardır. Sahte sol, bir yandan sendikal önderliklerin işçi sınıfına yönelik her ihanetinin ardından ikiyüzlü ağıtlar yakarken, aynı zamanda, işçilere mümkün olan tek kitlesel örgütlenme modeli olarak sendikaları göstermeyi görev edinmiş durumda.

Bunun, sahte sol akımlar açısından “haklı” bir nedeni var. Bunu anlamak için, sahte solcu önderliklerin sınıfsal karakterine bakmak gerekmektedir. Onlar, ezici çoğunlukla, sendikalara dolgun ücretlerle danışmanlık yapan ya da “eğitim” veren küçük-burjuva akademisyenlerden, aydınlardan, gazetecilerden hatta bizzat sendikacılardan; sendikaların basın-yayın-propaganda malzemelerini üreten reklamcılardan ve yayıncılardan; sendikalara “hizmet sunan” otel, restoran ve bar işletmecilerinden oluşmaktadır. Onların önemli bir ortak paydası da, “solcu” olarak sunmaya çalıştıkları burjuva partileri CHP ve HDP ile olan yakın ilişkileridir. Özetle, sendika bürokrasileri ile sahte solcu önderlikler arasında sınıfsal bir çıkar bağı söz konusudur. Her iki kesim de hali vakti yerinde küçük-burjuvazinin çıkarlarını savunmaktadır.

Küçük-burjuvazinin bu kesimi, II. Dünya Savaşı sonrası birkaç on yıl boyunca, çıkarlarını, işçi hareketine bir şekilde yedeklenmekte bulmuş ve onunla burjuvazi arasında uzlaştırıcı bir rol oynamıştı. Ancak sosyal demokrasinin ve Stalinizmin işçi hareketi üzerindeki egemenliği ile damgalanan ulusal korumacı ekonomik büyüme dönemi, 1970’lerde başlayan devasa ve uzun süreli bir kriz ile birlikte sona erdiğinde işler değişti. Önceki dönemde tüm bir kapitalist dünyanın önderliğini almış olan ABD emperyalizmi giderek saldırganlaşır ve askeri müdahalelere yönelirken, her bir ülkenin egemen sınıfı içeride işçi sınıfına karşı azgın bir saldırıya geçmişti.

1972 yılında Bretton Woods sisteminin çökmesiyle açığa çıkan bu krizin altında, iletişim ve bilişim alanında yaşanan bilimsel ve teknolojik devrim üzerine kurulu yeni bir kapitalist üretim modeli yatıyordu. Küreselleşme adı verilen bu yeni modelde, kapitalist üretim, ulusal sınırlar içinde değil, uluslararası ölçekte gerçekleşiyor; tek bir ulusal piyasaya değil, dünya pazarına yöneliyordu.

Küresel bir mal, para ve emek piyasasının yükselmesi ve II. Dünya Savaşı sonrası dönemin ekonomik -dolayısıyla siyasal- ulusalcılığının çöküşü, en çarpıcı ifadesini, “sosyalist kamp” adı verilen bürokratik diktatörlüklerin, bizzat onlara hükmeden Stalinist bürokrasiler eliyle tasfiye edilmesinde buldu. Stalinist diktatörlüklerin 1989-1992 yılları arasında çökmesi ve insanlığın hemen hemen üçte birinin yaşadığı toprakların yeniden kapitalist sömürüye açılması, kapitalist dünyadaki ulusalcı burjuva ve küçük-burjuva siyasi önderliklere son darbeyi indirdi. Onlar, artık, uluslararası ölçekte emperyalizm ile Sovyetler Birliği, ulusal alanda ise burjuvazi ile işçi sınıfı arasında önceden sahip oldukları manevra alanından yoksun kalmışlardı.

Üretici güçlerde (bilim ve teknolojide) yaşanan devasa gelişme sayesinde tek bir malın parçalarının birden çok ülkede, hatta kıtada üretiliyor olması, ulusal korumacı mal ve emek piyasalarının altını oydu. Bu, ulusal korumacı mal, para ve emek piyasaları üzerinde yükselen sendikacılığın da ölüm fermanıydı.

Önderliklerinin siyasi ve ideolojik çizgisinden bağımsız olarak, bütün sendikalar, “işyerlerinin korunması” (başka ülkelere aktarılmaması) ve patronların “küresel rekabet gücünün korunması” adına, ulusal korumacı kalkınma programlarını çoktan rafa kaldırmış olan burjuva siyasi iktidarlar ile işbirliği içinde, “kendi” işçilerini, işçi sınıfının diğer ülkelerdeki kesimlerine karşı amansız bir rekabete soktular.

İşçi sınıfının önceki on yıllar içinde elde etmiş olduğu tüm ekonomik ve sosyal kazanımlar, bizzat sendikaların yeri doldurulmaz katkısıyla ortadan kaldırılırken, eski Stalinistler ve radikal küçük-burjuvalar (gerillacılar), emperyalist ülkelerde 1950’lerde ve 60’larda geliştirilmeye başlanmış olan kimlik politikalarını keşfettiler. Artık, toplumsal ve siyasi dinamiklerin başlıca öznesi sınıflar değildi ve işçi sınıfının yerini, sosyal konum, yaşam tarzı, din, mezhep, etnik köken ve cinsiyet gibi “yeni” kategoriler almıştı. Eski Stalinistler ve küçük-burjuva radikalleri, işçi sınıfına ihanetlerini, bu “yeni” kategoriler ekseninde yeni bir düzeye taşıdılar ve ABD önderliğinde son otuz yıldır gerçekleşen emperyalist müdahaleleri “insan hakları” ya da “kendi kaderini tayin hakkı” gibi sloganlar eşliğinde savunmaya koyuldular.

İşçiler, egemen sınıfın ve siyasi iktidarın 2017 yılı için gerçek bir sefalet ücretini belirlerken nasıl olup da bu kadar rahat davrandığını ve sendikalar ile sahte solun onlara sunduğu hizmeti anlamak için, bu saldırıların ardında yatan tarihsel maddi gerçekleri öğrenmek ve ona uygun şekilde harekete geçmek zorundalar. Bu yapılmadığı sürece, işçiler, yaşanan tüm olumsuzluklardan şu ya da bu “hain” sendika bürokratını sorumlu tutacak ve gerçekte ondan farklı olmayan bir diğerine yedeklenecektir.

Dahası, bu yanlışta ısrar, tek başına asgari ücretin belirlenmesine ya da bir başka tekil saldırıya direnememekle sınırlı kalmayacak; gelecek kuşaklar da dahil, tüm bir işçi sınıfı üzerinde kalıcı etkilere sahip olacaktır. Unutmayalım ki, işçi sınıfının şu anda karşı karşıya olduğumuz toplumsal karşı-devrimci saldırılar karşısındaki suskunluğu, sosyal demokrat ve Stalinist önderliklerin bütün bir önceki dönemde izlediği sınıf işbirlikçi politikaların ürünüdür. Bundan sonrakiler de, burjuva partilere ve onların uzantısı sendikal önderliklere ilişkin sürmekte olan sahte solcu yanılsamaların ürünü olacaktır.

İşçiler, karşı karşıya oldukları saldırıların ekonomik alan ile sınırlı olmadığını görmek zorundalar. Kapitalizm ölümcül bir kriz içinde ve bütün ülkelerin egemen sınıfları ve onların hizmetindeki hükümetler, bu krizin bedelini işçi sınıfına ödetmeye çalışıyor. Bu, ayaklanmaların, darbelerin, savaşların ve iç savaşların yaşanacağı, çok daha kapsamlı bir altüst oluş sürecidir ve böylesi fırtınalı bir süreçte, barışçıl reform hayalleri yaymak, işçi sınıfına yalan söylemek ve ihanet etmekle eşanlamlıdır.

Şu gerçek, bugün artık tüm çıplaklığıyla ortadadır: Türkiye ve uluslararası işçi sınıfının, küresel kapitalist krizin yön verdiği tırmanan toplumsal karşı-devrime, savaşa ve diktatörlüğe karşı koyabilmesi için, mevcut düzen partilerinden, onların yedeğindeki sahte soldan ve sendikalardan kopmak ve kendi devrimci partisini inşa etmekten başka bir yolu bulunmamaktadır.

İşçiler, ekonomik büyüme ve ulusal reformlar döneminin örgütleri olan sendikalar da dahil, önceki dönemin bütün örgütlenmelerinden kurtulma ve her bir fabrikada ya da işyerinde yeni, militan taban örgütlenmelerini yaratma acil ihtiyacıyla karşı karşıyalar. Yalnızca işçilerin söz sahibi olacağı bu taban örgütlenmelerinin başarısı, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan emekçileri küçük bir azınlığın çıkarları için sömürülmeye, aşağılanmaya ve savaşlarda ölmeye mahkum eden kapitalist sistemi ortadan kaldırmayı hedefleyen uluslararası bir siyasi programın ve örgütlenmenin varlığına bağlıdır.

Yukarıda değindiğimiz gibi, kapitalizmin insanlığı sürüklediği felaketten ulusal bir çıkış yolu bulunmamaktadır. İşçi sınıfı için tek ilerici çözüm, bir avuç asalağın insanlığın ezici çoğunluğu zararına, her yıl on binlerce insanın katledildiği savaşlar ve milyarlarca insanın sefalet içinde yaşaması pahasına zenginleşmesi üzerine kurulu küresel kapitalist sistemi yıkıp, onun yerine, üretimin, işçilerin demokratik denetimi altında ve yalnızca insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerçekleştiği sosyalist bir dünya toplumunu kurmaktır.

Bu yönde devrimci ve enternasyonalist bir programı geliştirip savunan tek akım, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK). Onları her zamankinden daha ağır bir sefalete, savaşa ve diktatörlüğe sürükleyen burjuva egemenliğine son vermek isteyen tüm işçileri ve gençleri, DEUK’un programını incelemeye ve onun Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’ni inşa etme mücadelesine katılmaya çağırıyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir