Geçen hafta Recep Tayyip Erdoğan’ın Birlemiş Milletler toplantısında sezaryenle doğuma ve kürtaja karşı olduğunu açıklaması ve AKP’nin Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’nde de kürtajı Uludere katliamı ile eş tutması ile birlikte bütün bir haftayı kapsayan ve belki de artarak tartışılmaya devam edecek olan yepyeni bir gündemimiz oldu.
Esasında AKP’nin her eli ayağı birbirine dolaştığında insanların en zayıf yerlerine dokunan yeni bir tartışma ortaya atarak hem çoktandır akıllarında olan uzun vadeli programlarını gerçekleştirme hem de çok ciddi meseleleri, yani gerçek gündemi, saf dışı etme politikası yeni değil. Örneğin sosyal medyada hükümete karşı yükselen muhalefet, “Arap Baharı” olarak adlandırılan olayların da patlak vermesiyle hükümeti bu konuda önlem almaya itince internete sansür getirmek gibi parlak bir fikri “çocuk pornosu, çocukların korunması” gibi toplumun geneli bakımından ilk etapta hak verilecek nedenlerle meşrulaştırmaya çalışmışlardı. Hapishanelerde tacize uğrayan, devlet görevlileri tarafından tecavüz edilen, üzerlerine bomba yağdırılarak öldürülen, okula gitmesi gereken yerde çalıştırılan, sokakta yaşayan onlarca çocuğunu koruyamayan, hatta bir tekme de kendi atan bir hükümetin bu konuda ne kadar samimiyetsiz olduğu gayet açıktır. Sonuç olarak bu sansür gündemiyle hem geniş kitlelerin enerjisi bu olaya çekilmiş hem de onlara kendilerince bir gözdağı verilmiştir.
Şimdiki gündemimize dönecek olursak, sezaryen ve kürtaj tartışması üzerine hafta boyu devam eden tartışmalarda kürtaj, çok boyutlu bir mesele olmasından dolayı sezaryen tartışmasının önüne geçti. Kürtajın yasaklanması gerektiğini savunanlar, bir taraftan bunun bir canlının yaşam hakkı olduğunu söylerken diğer taraftan bu kişilerin sözlerinin tamamı dini referanslara işaret ediyordu. Örneğin fevkalade ironik bir şekilde TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olan ve hiç de ironik olmayan bir şekilde AKP Sakarya Milletvekili olan Ayhan Sefer Üstün, “bir konuşmada insani değerlerin dışına birden daha fazla nasıl çıkılır” rekorunu daha önceki parti arkadaşlarının elinden aldı! Tecavüze uğrayan kadınların da hamile kaldıkları takdirde çocuğu doğurması gerektiğini söyleyen Üstün, bu düşüncelerine Bosna’daki savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınlara zorla doğum yaptırılması gibi kadınların yaşadığı trajedileri alet etmeye cüret etti. Üstün’ün “Ablam, hamile iken çocuğunun down sendromlu olduğunu bilerek doğurdu. Müdahale etmedi. ‘Allah’ın bize lütfuydu’ dedi. Aynen böyle düşündü.” sözleri de bahsettiğimiz dini referansların en açık örneğini teşkil etti. Bunun en hastalıklı taraflarından biri ise toplumun tamamının her zaman olduğu gibi inançlı-Müslüman insanlardan oluştuğu ön kabulünün burada da karşımıza çıkmasıdır. O halde karşımıza şu soru çıkıyor ki yarın öbür gün kürtaj yasak olsa bile, kürtajın, inançlarına aykırı olmadığını söyleyen insanlar bundan muaf tutulacak mıdır? Herhalde ileri demokrasiye göre böyle olmalıdır..!
Öteki taraftan bizler, hükümetin “yaşam hakkı”, “dini nedenler” gibi dayanaklarının aslında kürtaj yasağını toplumun geniş bir kesimin gözünde meşrulaştırma girişiminin de bir parçası olduğunu biliyoruz. Zira Erdoğan’ın yine aynı kongrede söylediği şu sözler bize hükümetlerin nüfus planlaması konusundaki politikalarının dayanağını çok açık bir biçimde hem de başbakanın bizzat kendi ağzından göstermektedir: “Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muhasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerileme dönemine başlarız.” Yani hükümet bizlerden “yaşam hakkı olan canlılar” doğurmamızı değil kendisine işçi, asker, köle doğurmamızı talep ediyor.
Tartışmanın kürtajın yasal bir hak olarak kalması gerektiğini söyleyenler cephesine dönersek yine öncelikli olarak dini otoritelere çokça danışılmış ve söz verilmiş olduğunu görüyoruz. İşin ilginç yanı söz verilen bu kişilerden çoğunun, kürtaja, İslamiyet’te de belli bir süreyle sınırı olmakla birlikte izin verildiğini söylemesidir ki buradan yine hükümetin asıl derdinin dini değerler ya da yaşam hakkı olmadığı sonucunu çıkarabiliriz.
Kürtajın yasallığını savunan diğer bazı kesimlerden ise tecavüze uğrayan kadınların veya engelli olduğu tespit edilen bebeklerin durumunun ne olacağı ile ilgili itirazlar geldiğini gördük hafta içerisinde. Bu itirazlar bizleri, aslında kürtajın yine kadın iradesi ile değil de bazı zorunluluklar çerçevesinde yapılabileceği gibi son derece yanlış bir sonuca götürecektir. Oysa ki kadınların hamilelik durumlarına son vermek için (tıbben henüz ortada bir bebek dahi yokken!) bu gibi bahanelerin arkasına sığınmaya ihtiyaçları yoktur. Neredeyse hemen her yazıda her konuşmada kürtajın bir doğum kontrolü olarak algılanmaması gerektiği ise zaten vurgulanmaktadır ve zaten hemen her kadının üstünde uzlaşmaya vardığı nokta hiçbir kadının durduk yere kendi bedenine de belli bir oranda zarar verecek olan kürtaj kararını kolay almadığıdır. Hemen hepimiz, toplumda meşru karşılanan evlilik dahilinde bile, kadınların beklenmedik hamileliklerinde kürtaj kararını nasıl zor aldığını hatta birçok kadının bunu kaldıramayıp son anda bu karardan vazgeçtiklerini etrafımızdan duymuş dinlemişizdir. Şimdi ise hayatında bir kere bile jinekolojik muayeneden geçmemiş ve geçmeyecek olan, hayatında bir kere reglin bile duygusal durumlarındaki değişimini yaşamamış ve yaşamayacak olan, hayatlarında hiç hamile kalmamış ve kalmayacak olan AKP’nin 20 kişilik MYK’sının 17 erkek üyesi kürtajı konuşuyor, kürtaj üzerine laf söyleme hakkını kendinde buluyor!
Tabii işin bir de AKP’li kadınlar boyutu var ki bu boyut bize aynı zamanda her zaman olduğu gibi meselenin sınıfsal boyutunu da gösteriyor. AKP’li kadınlar sırf kadın oldukları için kadınlar lehine olan politikaları savunmuyor; tam tersine boyunduruğu altında oldukları partilerinin içinde göze girmek adına adeta kendi varlıklarını inkâr ediyorlar. Kürtajın yasaklanması ya da yasaklanması anlamına gelen 4 hafta ile sınırlandırılması durumunda, bu kadınların ve onların çevresindeki kadınların, en kötü ihtimalle, istenmeyen bir gebeliğe yurtdışına giderek ya da kendilerine sağlanacak imkânlarla (!) son vermesi mümkün olabilecekken diğer kadınlar ya istemedikleri hamileliklerine devam etmek zorunda kalacak ve bunun maddi manevi bedellerini ödeyecek ya da kendi hayatlarını riske atarak hamileliklerine son vermeye çalışacaktır. Bunların dışında bir ihtimal ise maalesef yok…
Her ne kadar hükümet gündemi değiştirmek için hassas bir konuyu öne sürüyor olsa da bunu sadece “gündem değiştirmek” olarak görmek meseleye olan ilgiyi azaltacak ve hükümetin kürtaj gibi hayati bir meselede istediği şekilde düzenleme yapabilmesine neden olacaktır. Bizler ise buna karşı tepkimizi diğer meseleleri de unutturmadan ele almak ve mücadelemizi vermek zorundayız; kürtajın değil Uludere’nin ve diğer devlet katliamlarının cinayet olduğunu haykırmalı, sloganlarımıza taşımalıyız. Diğer bütün politikalarda olduğu gibi konunun sosyo-ekonomik arka planını vurgulamalı ve bunun ideolojik yönünü dile getirmeliyiz. Kadınlarla ilgili her meselede ağzını açtığı anda nefret saçan başbakanın ve hükümetinin kadınları sadece işçi/asker doğuracak/yetiştirecek kişiler olarak gören yaklaşımını deşifre etmeliyiz. Henüz tıbben oluşmamış bir canlının “yaşam hakkını” savunduğunu söyleyenlere karşı bizzat doğurduğumuz/büyüttüğümüz çocukların, kadınların, işçilerin “sağlıklı yaşam hakkını” savunmalıyız. Başta emekçi kadınlar olmak üzere uzun vadeli mücadele hattımızı örerken kürtaj yasağı gibi kadınları tehdit eden bütün hükümet politikalarına karşı gündelik mücadelemizi vermeli, sesimizi alanlarda da yükseltmeliyiz.