Tuzla’da Seri İşçi Cinayetlerine Devam Ediliyor

Son yıllarda yaşanan iş kazalarıyla ön plana çıkan Tuzla tersanelerinde kazalar ve işçi ölümleri devam ediyor. Tersanelerdeki sorumsuzluğun, tedbirsizliğin, göz yummanın ve pervasızlığın son kurbanı Mikail Kavak oldu. 25 yaşındaki kaynak işçisi 3 yıldır Tuzla bölgesinde tersanelerde çalışıyordu. Kavak 16 Şubat sabahı Desan tersanesinde kaynak yaparken elektrik çarpması sonucunda öldü. Böylece bir aylık süre içerisinde Tuzla tersanelerinde ölen işçi sayısı 4’e çıkarken, son 8 ay içerisinde 16 işçi iş kazaları (siz buna cinayet deyin) sonucunda yaşamını yitirdi. Bölgede 2000 yılından bugüne kadar iş kazası sonucu ölen işçilerin sayısı 50’yi geçerken tersanelerde alındığı söylenen önlemlerin ne kadar göstermelik olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Geçtiğimiz yıl 21 Ağustos–3 Eylül 2007 arasındaki 13 günde tersanelerde iş kazası sonucunda yaşanan beş ölüm üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik bir heyet ile birlikte tersaneleri “teftiş” etmişti. Yanına tersane patronlarını (son ölümün yaşandığı Desan’ın patronu AKP eski milletvekili Cengiz Kaptanoğlu da yanındaydı) da alarak “teftişe” çıkan bakan, işçilerin “teftiş için özel hazırlanan yerleri gezdiği, iş kazası yaşanmayan bölümlere götürülerek patronlar tarafından yönlendirildiği” iddialarına rağmen “alınan önlemleri beğendim” açıklamasını yapmakta sakınca görmemişti.

Tersane patronlarıyla birlikte kendisine “teftiş” için hazırlanan bölümleri gezen bakan, iş güvenliği ile ilgili olarak işçilerle konuşsaydı onlardan gemiden düşerek ölen işçilerin öldükten sonra nasıl emniyet bandına bağlandığını ve kafalarına baret takıldığını öğrenebilirdi. Eğer bu “teftiş heyeti” işçilerle konuşsaydı, kendilerine tersaneye baret, emniyet kemeri gibi güvenlik ekipmanları olmadan girmenin yasak olduğunu ama bu güvenlik ekipmanlarının patronlar tarafından sağlanmayıp, işçilerce satın alındıklarını ve tersanelerde herhangi bir güvenlik tedbirinin uygulanmadığını anlatılacaktı. Sonuçta bu “teftiş” de patronlar için ufak tefek uyarılar ve para cezalarıyla atlatıldı. Ancak bilinen uygulamalar devam ettiğinden kazaların ve ölümlerin ardı arkası kesilmedi. Gelinen noktada, tersanelerde yaşanan ölümlü iş kazalarının artışının arkasında yatan nedenler işçiler, sendika, bakanlık ve patronlar kısaca herkes tarafından biliniyor. Patronlar ve onların bakanlığı ise işçilerin ve sendikaların tüm açıklamalarına rağmen durumu geçiştirmeye çalışıyor.

“Bizim kadar güvenli ve tedbirli başka sektör yok!”

Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) Başkanı Murat Bayrak’ın yaptığı açıklamalar konunun patronlar tarafından nasıl algılandığını açıkça ortaya koyuyor:

“Tuzla’da hiçbir tersanede sigortasız işçi çalıştırılmıyor. Sigortasızlığın iş kazasıyla ne ilgisi var? Biz AB standartlarında, AB ülkelerine gemi yapıp satıyoruz, bırakın sigortasız işçiyi, meslek hastalığından bir zarar görmüş işçiyi dahi çalıştıramazsınız, bunlar konuşuyor ama havaya konuşuyorlar. Türkiye’de bizim kadar iş güvenliği ve iş emniyetiyle ilgili gerekli tedbirleri alan başka bir sektör yoktur. Biz örneğiz. Herkes bilip bilmeden konuşuyor ama bu işler öyle değil. Mesela bazı arkadaşlar bazı raporlar hazırlamışlar. Limter-İş Sendikası raportörler birliği midir, bunu anlayamıyorum. Siz bunların işçileri mi savunduğunu sanıyorsunuz, bunlar işçileri başka bir sendikadan koparıp kendi bünyelerine katmak istiyorlar ama bizim işçilerimizin hiç birisi sendika istemiyor zaten.”

Murat Bayrak açıklamalarına işçi ölümlerini değerlendirerek devam ediyor…

“Senede 5-6 ölüm işin doğası gereği

“Ağır riskli işyerlerinde senede 5-6 ölümlü kaza oluyor, kazalar işin doğası gereğidir. Kimi suçlayacağız ki? Her ne sebeple olursa olsun, iş kazasını önlemek mümkün değil. Bu işyerleri dünyada da böyledir. Biz bir araştırma yaptık, gemi inşa sanayinde dünyada en az ölü veren ülke Türkiye’dir. Yani bu kadar iyi tedbirler almışız ama yine de herkes ayağa kalkıyor. Tabii ki ölümü kimse sevmez ama bazı sendikacılar tersaneleri kan emici olarak gösteriyor, böyle bir şey olur mu? Bu sektör risk oranı en ağır yani Çalışma Bakanlığı’nın sırlamasında da en yüksek riskli olandır. Bu da bu iş yerlerinde mutlak surette tedbir alınmaz ise ölümlü kazalar olur demektir.”

Eskiler boşuna dememiş “merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” diye. Murat Bayrak da “bu iş yerlerinde mutlak surette tedbir alınmaz ise ölümlü kazalar olur” sözü ile durumu ve suçluyu açıklasa da devam ediyor…

“Biz bütün tedbirleri alıyoruz, bazen işçide kabahat oluyor, bazen aracı, yani vinci kullananda oluyor. Yani bunu önlemek mümkün değil, işin doğası gereği böyle kazalar oluyor. 50 senelik şoför kaza yapıyor, 5 kişi birden gidiyor; yani bunu önlemek sizce mümkün mü? Bu işyerlerinde çalışanların sayısı 50 binin üzerinde. 50 binin üzerinde çalışanı olan ve ağır riskli işyerlerinde senede 5-6 ölümlü kaza oluyor; bu kaçınılmaz. Her gün trafikte yüzlerce binlerce kaza oluyor, o zaman bunlar niye önlenmiyor; aynı şey değil mi? Şimdi burada çalışırken ölen insan da, trafikte ölen insan değil mi? bunları önlemek mümkün değil.”

“Kan parası değil, maddi yardım!”

İşyerlerinde yaşanan ölümlerin ailelere verilen “kan parası” ile kapatıldığı ve bu yolla açılacak davaların da engellendiği iddialarına da yanıt veren Bayrak şöyle diyor:

“Bu işyerlerinde her zaman taşeronlar çalışır. Bu işin doğasından kaynaklanıyor. Kan parası iddiası da doğru değil. Hiç öyle bir şey yok. Bizim arkadaşlarımız o kadar vicdanlıdır ki, gider ölen işçinin ailesine gereken maddi yardımı yapar. Ama bunu kan parası ya da olayı kapatmak şeklinde değerlendirip sabote etmek vicdansızlıktır. Yani siz hukuki süreci nasıl engelleyebilirsiniz, bir kere kamu davası devam eder. Bizim hakim ve savcılarımız bu konuda çok titiz çalışır, aile işverenle uzlaşsa bile amme davası devam eder. Yani gerçekler ortadayken iftiralar pasif kalır.”

Kan parası konusunda Murat Bayrak’ın söylediklerinin ne kadar doğru ya da yanlış olduğunu 2006 yılında yine bir iş kazası sonucunda yaşamını yitiren tersane işçisi İbrahim Levent’in eşi Ruhiye Levent’in anlattıklarından çıkartmak mümkün.

“Kan parasıyla kapandı, pişmanım”

“Eşim 16 yıllık kaynakçıydı. Senelik izin istediği zaman ‘kadrolu işçi değil, yevmiyeci’, diyorlar, ama ‘Maaşım niye kadrolu işçiler gibi’ dediği zaman da ‘kadrolu işçisin’ diyorlardı. Yani eşimin 16 yıl kadrolu mu, yevmiyeli mi çalıştığı ölünceye kadar bir muammaydı. Taşeron olduğu için hangi tersaneden iş alırsa orada çalışıyordu, bu arada tabii giriş çıkışlar olduğu için de sigortası da tam olarak ödenmiyordu. Yeni boyama yapılmış bir tankta kaynak yapmaya sokmuşlar, tankta meydana gelen patlama sonucu hayatını kaybetti.

“Eşim ölünce hiçbir hukuki süreç başlatamadım. Çünkü bizim kanunlarımıza göre bir hukuki süreç başlattığınız zaman 2-3 yıl sürüyor. Ondan sonra tersane temyize gidiyor bu da en az 5 yıl oluyor. Tersane işçilerinin aldığı maaş ve geçim durumu belli. Zaten borç harç içindesiniz, elinizde avcunuzda bir şey yok, 7-8 sene bekleyecek durumunuz da yok. O zaman verilen kan parasını kabul edip oturuyorsunuz. Ben de buna mecbur olanlardan biriydim, bana 60 milyar lira verdiler, ben de şikayetçi olmadım. Ama bu şekilde kan parasıyla olay kapandığı için çok pişman oldum, keşke bir gelirim olsaydı da ben bu davayı sürdürebilseydim ve sonuna kadar gidebilseydim.”

Sendika ve işçiler: kaza değil cinayet!

Limter-İş Başkanı Cem Dinç’in yaptığı konu ile ilgili yaptığı açıklamalar bir yandan GİSBİR Başkanı Murat Bayrak’a yanıt niteliği taşırken diğer yandan tersanelerde yaşananları tüm açıklığıyla anlatıyor:

“Tersanelerde meydana gelen ölümler yeterli iş güvenliğinin sağlanmamış olmasından kaynaklanıyor, işveren gereken önlemleri almıyor, işçiler ölüyor. Birincisi; sektör 2001 yılından beri hızla büyüyor ve buna paralel olarak da alan daralıyor. Alanın daralmasıyla birlikte iç içe geçmiş iş mekanları ve bundan dolayı da iş kazaları sürekli artıyor. İkincisi; 2000’e yakın yaygın taşeron şirket var. Ana firmalar işi, maliyet gücünü kaldıramayacak bu şirketlere devrediyor. İş güvenliğinin sağlanmaması, çalışma saatlerinin düzenlenmemesi, ücretlerin verilmemesi, sigortaların ödenmemesi gibi sorunlar taşeronların üzerine yıkılmış durumda. Taşeronlar ise bunları kaldıracak kapasitede değil. Üçüncü sırada işçilerin örgütsüzlüğü geliyor, işçilerin yüzde 10’u bile örgütlü değil, dolayısıyla haklarını arayamıyorlar.”

2006’da 18.500 iş kazası!

“Tersanelerde her ay iki ölümlü kaza oluyor. 2006’da 18.500 iş kazası oldu. Bir yılda 18.500 iş kazası devasa bir rakam. Bunun minimuma inmesi için taşeronluk sisteminin yasalardaki gibi uygulanması gerekir. Çalışma saatleri ağır ve tehlikeli iş kolları yönetmeliğinde 7.5 saat diyor, 7.5 saat uygulandığı zaman da kazalar minimuma inebilir. Ölümlerin önüne geçilebilmesi için tersane patronlarının bunları göz önüne alması gerekir. 4857 sayılı iş yasasında ‘İşveren, asıl işi veremez, ancak uzmanlık gerektiren geçici işleri alt işverene verir’ diyor. Gemi işi de asıl iş olduğuna göre bunları taşeronlara veremez, yani taşeron firmaya inşaat, bilgisayar donanımı, vinç yapımı gibi işleri verebilir. Ama gemi işinin tüm yapımını, yani kaynak, montaj, boya gibi işleri veremez. Ölümler daha çok bu işlerde ve taşeron işçilerde oluyor. Kadrolu, yani ana firmalara bağlı olan işçiler hayatlarını kaybetmiyor, taşeron firmalarda yevmiyeli çalışan işçiler ölüyor. Bunun nedeni de iş güvenliğinin, maliyetleri kaldıramayacak, ağır ve tehlikeli iş kolları yönetmeliğini aynen uygulayamayacak taşeronların üzerine yüklenmesidir. Çünkü ana firma kendi kadrosundaki elemanlara gerekli şartları sağlıyor.”

Sorumlular yargılansın!

“Kazaların araştırılması için 3 Ekim 2007’de oluşturulan ‘Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu’nun hazırladığı raporu Çalışma Bakanlığı’na gönderdik. Bizim tersanelerden 4 ana talebimiz var: İşçi cinayetlerinin son bulması ve sorumluların yargılanması, Tuzla tersanelerinde daha erken emekliliği getiren İtibari Hizmet Kanunu’nun uygulanması, ağır ve tehlikeli işkolları yönetmeliğinin uygulanması ve TBMM Araştırma Komisyonu’nun oluşturulması. Bu taleplerden araştırma komisyonu talebimiz gerçekleşiyor, diğerlerinin de gerçekleşmesi için çalışacağız.”

İşçiler örgütlenmeli!

“Biz sorunun tamamen ortadan kalkacağına inanmıyoruz. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, Ağustos ayında 5 işçinin seri bir şekilde peş peşe ölmesinin ardından Tuzla tersanelerini gezdi, incelemeler yaptı ve konunun araştırılacağını söyledi. Ama ne yazık ki Faruk Çelik gittikten sonra, yani Ağustos ayından itibaren 5 kişi daha öldü. Ölümlerin minimuma inmesi için uğraşıyoruz. Burada işçilerin de örgütlenmesi büyük önem taşıyor. Biz iş güvenliğinin sağlanması, hiç olmazsa tulum, baret, gözlük, kemer gibi temel güvenlik malzemelerinin sağlanması, çalışma saatlerinin ve sigortaların düzenlenmesi gibi konularda tersane sahiplerini zorlayacağına inanıyoruz.”

Ölümler örtbas ediliyor!

“Metin Turhan ile birlikte 2000 yılından itibaren hayatını kaybedenlerin sayısı 50’yi buldu. Tersane patronları, taşeronlar aracılığı ile ölen ya da yaralanan işçilerin aileleriyle anlaşmaya çalışıyorlar. Ölen işçinin yakınına, ‘Mahkemeye gitmeyin size kan parası olarak 50- 60 milyar lira verelim’ diyerek dava açmalarını engelliyorlar ve olayın üstü örtülüyor. Bunun çok sayıda örneği var. Zorda kalıp anlaşanlar da var.”

Limter-İş Başkanı Dinç’in sözleri Tersane İşçileri Birliği Derneği (TİBDER)’in son işçi ölümünün ardından yaptığı açıklamalarla da örtüşüyor. İş cinayetlerinin artışını bir yandan sayısı 2 bin 500’e varan taşeronlara, üretim sahasının dar olmasına, iş yetiştirme baskısına bağlı hızlı üretim ile kötü hava koşullarına bağlarken diğer yandan tersanelerdeki çalışma koşullarını “18’inci yüzyıl koşullarının yaşandığı bir cehennem” olarak değerlendiren TİBDER,”Tersane patronları bu kan deryası üzerinden saltanat kuruyorlar. Sözde çalışma bakanıyla kafa kafaya verip sorunu çözecekler, ölümleri durduracaklar. Ölümlerin durması bir yana tersine artmıştır. Tersane patronları alınacak önlemleri masraflı olarak görüyor. Ve bu masrafı yapma niyetleri hiçbir şekilde yok. Dolayısıyla yaşanan ölümler patronların tabir ettiği gibi ne bir ‘kaza’ ne de kaderdir. Düpedüz cinayettir. Hem de seri bir cinayettir. ‘Gecem gündüzüm Tuzla’da’ diyen bakan Faruk Çelik’in de patronlara ‘müeyyide’ yapma kaygısı ve gücü bulunmamaktadır. Bütün bunlara karşın yaşananlar açıktır. Bir savaşı andıran tersanelerden parçalanmış, diri diri yanmış, elektriğe kapılmış, yüksekten düşmüş sigortasız, kayıt dışı, üç kuruşluk yevmiyesiyle evine ekmek götürmeye çalışan işçi cesetleri çıkıyor. Birileri sıcak odalarında otururken, birileri buz kesen fırtınada elektriğe kapılıyor. Birileri Ankara’daki vekillerle işbirliği içerisinde ‘parlayan yıldız’ olurken, tersane işçisi Cevat vücuduna batan sivri demirlerle üç saat sonra kalbi durur, Onur 19 yaşında kalır, İbrahim yanarak ölür, Nurdoğan’ın genç cesedine emniyet kemeri takılır. Bütün bu vahşeti yaşatanlar gül suyu ile şampanya ile büyük gemileri lüks yatları denize indirir. Basına boy boy poz verir. Yeni yatırımlarla geniş alanlar açar… Yani yeni bir işçi mezarlığı. Tüm bunlar İstanbul gibi bir megakentte yaşanıyor. Sermayedarlar için mega olan bu kent işçiler için 18. yüzyıl koşullarının yaşandığı bir cehennem. Bu cehenneme karşı sessiz kalmayacağız.”Sözleriyle işçilerin tavrını ortaya koyuyor.

Tuzla Tersanelerinde işçi örgütlenmelerinin ve işçi haklarının kazanımında varolan engellerin sadece yasalarla ve patron baskısıyla sınırlı olmadığını, işçilerinde sendikalaşma ve örgütlenme konusunda çok geri düzeyde olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Bu durumun aşılmasında deneyimli işçilere büyük görevler düşüyor.

Geçtiğimiz günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan mecliste AKP grubuna yaptığı bir konuşmada türban konusunda hızını alamayıp eleştiri ve ses tonunun düzeyini ayarlayamayınca “öfkenin de bir hitabet sanatı olduğunu” iddia ederek durumu kurtarmaya çalışmıştı. AKP’nin ve benzerlerinin kimleri ve kimlerin “öfkesini” ve çıkarlarını temsil ettiğini biliyoruz. Bu nedenle işçi haklarının, daha iyi ve insanca yaşama koşullarının, “türban” özgürlüğü ile sınırlı kalmayacak özgürlüklerin burjuva partilerinin eliyle hiçbir zaman yaşama geçirilemeyeceğini biliyoruz.

12 Eylül 1980 yılından bugüne kadar işçilerin yararına tek bir yasanın bile çıkartılmadığı, kazanılan hakların her yıl biraz daha geriye götürüldüğü, işçiler lehine tek bir sınıfsal kazanımın olmadığı bu koşullarda işçilerin haklarının sendikalar tarafından savunulduğunu söylemek mümkün değil. Sendikaların, patronların azgın sömürüsü karşısında işçileri savunmak bir yana, onlarla ve onların hükümetleriyle sürekli işbirliği içinde oldukları da herkesçe biliniyor. Özetle sendikalar, en sağcısından sözde sosyalistine kadar, hızla uluslararasılaşmakta olan sermaye karşısındaki mücadelede iflaslarını ilan etmiş durumdadır. Çünkü işçi sınıfının örgütlenmesinin sendikal biçimi, varlığını ulus devletin -gümrük, vergi vb.- koruması altında sürdüren ulusal emek ve mal – hizmet piyasasına uygun öz örgütlenmelerdir. Onların uluslararası düzeyde gerçekleşen artı değer sömürüsü karşısında, patronlarla ve onların hükümetleriyle anlaşmaktan başka, yapabilecekleri hiç bir şeyleri yoktur.

Bu durum, işçi sınıfının öncülerinin önüne, kapitalist sömürünün yeni koşullarına uygun yeni kitlesel örgütlenmeleri yükseltme görevini koymaktadır. Bu mücadelelerde Marksistler, sermayenin işçi sınıfına karşı sürdürdüğü küresel saldırıya karşı devrimci ve enternasyonalist sosyalist bir perspektif geliştirmek; işçi sınıfının patronlara olan tarihsel öfkesini sermayenin dünya çapında ortadan kaldırılması mücadelesine kanalize etmek ve bu mücadeleyi örgütleyecek devrimci bir işçi partisini inşa etmek olmalıdır. Unutmayalım ki sendikacılığın işçi sınıfını ulusalcılıkla ve reformculukla hadım eden perspektifi aşılmadığı; sendikalizmin yerini Marksizm almadığı sürece, sermayeye karşı mücadelede başarıya ulaşmak olanaksızdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir