Yeni yılın ilk ayı, ABD ile balayı havasında PKK’ ye karşı düzenlenen operasyonları eşliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) aylar öncesinden başlattığı yeni anayasa tartışmalarını bir anda geri plana atan iki önemli iç politik gelişmeyle damgalandı: Ergenekon ve El Kaide operasyonları ile kamusal alanın dinsel inançlara göre düzenlenmesine kapıları açacak olan mini anayasa değişikliği paketi.
Gerçekte, bunların tek bir operasyonun iki ayrı cephesi olduğunu söylemek daha doğru olur. İlk operasyon, “iç güvenlik” ile ilgiliydi. Polis, “Ergenekon Operasyonu” ile yarım yüzyıllık gizli NATO örgütlenmesine (daha doğrusu onun ırkçı – faşist kanadına) ilk ciddi darbeyi indirdi; neredeyse eşzamanlı olarak da bir “El Kaide operasyonu” düzenledi. “Laik –ve de darbeci- terörist” Ergenekoncular’ın derdest edilmesinin yanı sıra “dinci teröristlere karşı mücadeledeki kararlılığın” da sergilenmesi, AKP hükümetinin elini bir hayli güçlendirdi: İslamcı AKP, ister laik ister İslamcı bütün “terörist” örgütlerle ve “demokrasi düşmanları”yla mücadelede kararlıydı!
ABD ile Türk Genelkurmayı‘nın onayı ve desteğiyle “iç güvenlik”le ilgili olarak düzenlenen bu operasyonlar sayesinde kamuoyu desteği artan AKP, bu durumdan, hiç zaman geçirmeden ikinci ve asıl operasyona girişebileceği sonucunu çıkardı. Hükümet, “üniversitelerde türban kullanımını serbest bırakma” vaadini, daha önce açıklanmış olan “yeni anayasa” çerçevesinden ayırdı ve yalnız bu konuyla ilgili küçük bir anayasa değişikliğini gündeme getirdi.
Böylece, laik – Kemalist cephe ile İslamcılar –ve onları destekleyen liberaller- arasında bir süredir arka planda kalmış olan “türban” tartışması yeniden kızıştı. Ancak bu tartışma, bizzat tarafları eliyle, baştan sona yanlış ve kafa karıştırıcı biçimde, “kamusal alanda kılık kıyafet düzenlemesi”ne indirgendi. Oysa söz konusu olan şey, kamusal alana ilişkin bir düzenlemenin, savunucularının açıkça ifade ettiği gibi, dinsel inançlara gönderme yaparak yapılmak istenmesidir.
Erdoğan gerçekleri gizliyor
Bu yeni operasyonun başlama işareti, başbakan Erdoğan tarafından, Medeniyetler İttifakı Forum Toplantısı için gittiği İspanya’da yapılan bir açıklama oldu. Erdoğan orada, üniversitelerde türban kullanımının, siyasi bir simge bile olsa yasaklanamayacağını söylemiş, “simgelere, sembollere yasak getirebilir misiniz? Dünyanın neresinde böyle bir suç var? Biz sorumluluğumuzun farkındayız. Özgürlükler noktasından çözümüne inanıyorum. En yakında çözeceğiz.” demişti. Başbakan, başta faşizm olmak üzere kimi siyasal sembolleri sokakta bile taşımanın, başta bu açıklamayı yaptığı İspanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde yasak olduğunu elbette çok iyi biliyor ama artık alışık olduğumuz üzere, bir gerçeği daha gizliyordu.
Erdoğan, bu mini anayasa değişikliğiyle birlikte üniversitelere “türban”la girilebileceğini iddia ederken, yalnızca siyasi rakiplerine değil; “türban” kullanan kadınlara ve onu savunan erkeklere de doğruları söylemiyor. Zira, üniversitelerde “türban” kullanımı, ulusal düzeyde, anayasanın değiştirilmesi bile önerilemeyecek olan maddeleri ve Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay’ın bu maddelere gönderme yapan önceki kararları eliyle engellenmiş; bu engelleme, uluslararası düzeyde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından onaylanmıştı. Bütün bu ulusal ve uluslararası hukuksal içtihad göz önünde bulundurulduğunda, anayasanın iki, Yüksek Öğretim Yasası’nın ise bir maddesinin değiştirilmesiyle “türban”ın serbest bırakılması ya da kılık kıyafet özgürlüğünün elde edilmesi söz konusu değildir. “Türban”lı öğrencilerin üniversitelere girmesi karşısında yapılacak her itiraz, mahkemeler tarafından haklı bulunacaktır. Yine bu değişikliklerin ardından, üniversitelerdeki uygulamalarda tam bir karmaşanın yaşanacağını öngörmek için alim olmak da gerekmiyor.
Peki Erdoğan ve kurmayları bu gerçeği bilmiyor mu? Bizce, bunu düşünmek için, insanın fazlasıyla saf olması gerekir. AKP’nin kurmaylarının, “türban operasyonu”nu, sözkonusu değişikliklerin “türban” sorununu çözmeyeceğini bile bile başlatmaları, öncelikle, yapay bir gündem oluşturma gereksiniminin ürünüdür. Bugünkü “türban” tartışması baştan sona yapaydır. Çünkü ortada, ne dinsel inançları gereği giyinme talebiyle protesto gösterileri yapan “türban”lı kadın öğrenciler var ne de “türban” halkın öncelikli olarak algıladığı bir sorundur (geçtiğimiz yaz aylarında yapılan bir araştırmaya göre, “türban” yüzde 0,5 oranıyla, ekonomik durumu, terörü, yolsuzlukları ilk sıralara yerleştiren halkın öncelikleri arasında sekizinci sırada yer alıyordu).
Bu verilerden yola çıkarak, AKP’nin durduk yerde “türban” tartışmasını başlatması, ne olacağını yalnızca tahmin edebileceğimiz, ekonomik, siyasi ya da askeri alanda yeni ve çok daha kapsamlı bir operasyonun habercisi olarak da olarak düşünülebilir.
Önce kafalar karıştırılıyor
Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı açıklamanın ardından, basında ve televizyon kanallarında, bilen bilmeyen herkesin bir şeyler söylediği yoğun bir tartışma başladı. Aslında buna “tartışma” demek bile doğru değil. Çünkü söz konusu olan şey, gerçekte kitlelerin kafasını bulandırmayı hedefleyen ve bizzat katılımcılarının kafa karışıklığı sergilediği bir –deyim yerindeyse- “sersemleştirme” kampanyasıydı. Sonuçta, halen sürmekte olan kampanya öylesine traji komik bir hal aldı ki hem AKP’nin hem de laik cephenin sözcüleri yukarıda değindiğimiz gerçeği ısrarla gizleyerek tam bir kayıkçı kavgasına giriştiler. Şimdi, dincisinden faşistine, onlardan sosyal demokratlarına kadar bütün burjuva politikacılar, toplumu yapay bir “türban” tartışması ekseninde kutuplaştırıyorlar.
Bu kavgada, her iki taraf da Batı’yı referans alıyor ama hiç kimse söz konusu ülkelerdeki Müslümanların sayısının ne olduğunu ve oralarda İslamcıların iktidara gelerek bir din devleti kurmalarının mümkün olup olmadığını sorgulamıyor (tıpkı, hiç birisinin Avrupa’da din ile hesaplaşmanın bir kaç yüzyıl önce ve on binlerce insanın öldüğü uzun savaşlar ve devrimler biçiminde yaşanmış olduğunu “anımsamaması” gibi). Yine, bir kaç bilim insanı dışında hiç kimse Türkiye’de Müslümanların inançlarına uygun biçimde yaşamalarının ve onu yaymalarının hiç bir zaman engellenmediğinden; tersine, İslam dininin, iktidarın tümüyle Kemalist laik seçkinlerin elinde olduğu onyıllar boyunca bile bizzat devlet eliyle desteklendiğinden; bu ülkede, okuldan fazla cami ve gereksinimin çok üstünde İmam Hatipli bulunduğundan; din adamı olmak için eğitilmiş bu insanların yüksek devlet görevlerinde yer aldığından; “laik cumhuriyetin bekçisi ordu”nun resmi iftar yemekleri verdiğinden vb. söz etmiyor. Aynı çok bilmişler, bu ülkede insanların başının açık, eteğinin kısa olduğu ya da oruç tutmadığı gibi gerekçelerle -bugün “türban” mücadelesi veren İslamcılar tarafından- saldırıya uğrayıp öldürülebildiğini de “unutuyorlar”.
Son olarak, hem dinci hem de laik kafa karıştırıcıları, “yüzde 99’u Müslüman” bir ülkeden söz edip duruyorlar ama bu orana, Rumlara ve Ermenilere yönelik “temizlik”lerle ve doğan her çocuğun nüfus kağıdındaki din bölümüne “İslam” yazarak, yani hiç kimseye sorulmadan ulaşıldığını; bu ülkede diğer dinleri benimseyenlerin devlet memuru yapılmadığını; bir insanın nüfus kağıdına “tanrıtanımaz” ibaresi düşülemediğini (aslına bakarsanız, böyle bir ibareye sahip insanın bu ülkede, bırakın iş bulmasını, yaşaması bile mucize olurdu) ve tanrıtanımazlık propagandasının yasak olduğunu söylemiyorlar (Yazar Aziz Nesin’in, ölümünden önce bu konuda verdiği ve başarısızlıkla sonuçlanmış olan hukuk mücadelesini anımsayın).
AKP hükümeti, işte bu yoğun “bilgi” kirliliği ve kafa karışıklığıyla da desteklenen bir ortamda başlattığı “türban operasyonu”na bir de destekçi buldu: Milliyetçi Hareket Partisi (MHP).
Dinci – faşist ittifak
AKP ile MHP yöneticileri, Erdoğan’ın İspanya’daki açıklamasının ardından yaptığı, “Yeni anayasayı beklemeden, bir an önce yapalım” çağrısı üzerine, türban konusunda görüşmelere başladılar ve anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılacak değişiklikler üzerinde anlaştılar. Bu iki parti arasında 29 Ocak günü varılan anlaşmaya göre, anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinin son fıkrası, “Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” biçiminde düzenlendi. Anayasa’nın “eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. Maddesine ise “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” biçiminde yeni bir fıkra eklendi. AKP ile MHP anayasa’nın bu iki maddesinde yapılacak değişikliklerin yanı sıra, Yüksek Öğretim Yasası’nın ek 17. Maddesine de şu ifadeyi ekliyorlar: “Hiç kimse, başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.”
Bu iki partinin “saygıdeğer” milletvekilleri, önce, söz konusu örtünün “laik cumhuriyet”in temellerini dinamitlememesi için nasıl bağlanması gerektiği konusunda, onu eğlendirici bulamayacak kadar ciddiye alanlar için gerçekten sinir bozucu görüşmeler yaptılar (Öyle ya! Türban, eğer AKP ve MHP milletvekillerinin belirleyeceği biçimden farklı biçimde bağlanırsa “laik demokratik cumhuriyet” tehlikeye düşebilirdi!). Sonunda, bu ortaoyununun saçmalığını onlar da anlamış olacaklar ki türbanın “laik cumhuriyet”i ortadan kaldırmaması için nasıl bağlanması gerektiği kararını üniversitelere ya da Yüksek Öğretim Kurumu’na (YÖK) bırakmaktan söz etmeye başladılar.
Kamusal alanda dinsel ölçüt
Hem Başbakan hem de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, söz konusu anayasa değişikliğinin yalnızca “üniversite öğrencilerinin türban kullanımı” ile sınırlı olduğu üzerine neredeyse yemin ediyor. Ancak bunlar, türban operasyonunun, bir bütün olarak kamusal yaşamın Müslümanların inançlarına; daha doğrusu, İslam hukukuna göre düzenlenmesi yönünde bir girişim olduğu gerçeğinin üzerini örtmüyor. Unutmayalım ki Erdoğan, Türk hukuk sisteminde yapılması gereken kimi değişikliklerde İslam’ı esas alma anlayışını daha önce de sergilemiş, “zina”nın İslam hukukuna uygun biçimde suç ilan edilmesi gerektiğini söylemişti.
Bu durumu en yalın biçimde ifade edenlerden biri, MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır oldu. Şandır açıklamasında, “İnsanlarımız inançlarından dolayı başlarını özgürce örtebilmeli, başlarını örttüklerinden dolayı da hiçbir şekilde kamu hizmeti almaktan da kısıtlanmamalıdır. Başörtüsü takanlar eğitim ve öğretim özgürlüğünden dışlanmamalıdırlar. MHP hem inancının hem ideolojisinin gereği bu milletin değerlerinin savunucusudur. İnancımız bu milletin en önemli değeridir. Bize göre başörtüsü, bir inanç değeridir.” dedi ve ekledi: Başörtüsünü siyasetin gereği takanları Allah’a havale ediyoruz. Bizim onlarla işimiz yok… Biz dinimiz İslam’ın ve kitabımız Kur’an-ı Kerim’in emri olduğu için insanlarımızın başını örtmesine inanıyoruz.”
Şandır burada, faşist demagojinin bilinen yöntemiyle, önce, kadınların “başlarını örttüklerinden dolayı da hiçbir şekilde kamu hizmeti almaktan da kısıtlanmaması gerektiği” gibi son derece makul bir yaklaşımın ardından, başörtüsünün “bir inanç değeri” ve “İslamın emri” olduğunu belirtmekte ve inancın -yani Sünni İslamın- “bu milletin en önemli değeri” olduğunu ilan etmektedir. Eline binlerce sosyalist işçinin, öğrencinin ve aydının kanı bulaşmış olan faşist MHP’nin cinayet ve katliamlarla dolu 40 yıllık tarihi hakkında biraz bilgi sahibi olanlar için, Şandır’ın açıklamasının yukarıda aktardığımız son bölümünün anlamı açıktır: Onlar, “başörtüsünü siyasetin gereği takanları Allah’a havale ederken” (yani her türlü desteği sunarken), çağdaş kadınlarla; yani “milletin bu en önemli değeri”ne aykırı davranan “inançsızlar”la ve “Kuran’ın emrini yerine getirmeyenler”le bizzat ilgilenecektir (yani önce sokak çetelerini, gerekli yasal zemin hazırlandıktan sonra da polisi ve yargıyı–onların üzerine salacaklardır).
Şandır bu tehditleri savururken Bahçeli anayasa değişikliğinin üniversitelerde okuyan öğrencilerle sınırlı olduğunu söyleye duruyor. Oysa, AKP Konya milletvekili ve Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi Hüsnü Tuna, hedeflerinin türban yasağının kamu hizmeti veren personel için de kaldırılması olduğunu açık sözlülükle ilan etti. Ondan bir kaç gün sonra da AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman, MHP’yi eleştirirken, türbanın liselerde ve devlet dairelerinde de serbest olmasını istedi: “MHP sadece üniversitelerde serbest olsun diyor. Olur mu öyle şey, her yere serbest olacak başörtü… Bugün devlet dairesine de, liselere de diğer kamu kurumlarına da, TBMM’ye de tesettürlü hanım kardeşlerimiz rahatlıkla girmelidir.”
AKP yönetimi, bu açıklamalar üzerine hemen “disiplin soruşturmaları” başlattığını açıkladı. Laik muhalefetin eline koz vermemeyi ve “kamuoyunu yatıştırma”yı amaçlayan bu soruşturmanın ilk ve tek sorusu, “Neden asıl hedefimizi zamansız açıklayıp siyasi rakiplerimizin eline koz verdiniz?” olabilir!
Gerek Şandır’ın gerekse Tuna’nın “türban”ı savunmadaki faşizan totaliter mantığı, yalnızca başörtüsüz kadınlar için değil; başörtüsü ve “türban” kullananlar için de son derece ciddi bir tehdittir. Çünkü o, bütün kadınları tesettüre soktuktan sonra, onlara hangi renk ve biçimde “türban” -ya da çarşaf- giymeleri gerektiğini de dayatacaktır.
ABD, AKP-MHP ittifakının yanında
ABD yönetimi, iktidara geldiği günden bu yana Türkiye’yi ABD ve AB merkezli çok uluslu şirketlerin taşeronu gibi yöneten AKP’nin “türban” operasyonuna ilişkin düşüncesini, son derece normal karşılanması gereken bir kaç günlük “gecikme”nin ardından değerlendirdi. Aslında buna, “Bush yönetimi AKP’nin arkasında olduğunu açıkladı” demek daha doğru olur. 31 Ocak günü yaptığı açıklamada, türbanın, “Türkiye’nin karar vereceği bir iç sorun” olduğunu belirten Matt Bryza, AKP – MHP ittifakıyla neredeyse aynı argümanları kullandı: “Türban takmak, kadınlar için kişisel bir seçimdir. ABD, demokratik toplumların saygı göstermesi gereken din özgürlüğünü desteklemeyi sürdürüyor.”
Bu açıklama, uluslararası alanda emperyalist işgalleri, ulusal düzeyde ise baskıcı uygulamaları “özgürlük” sloganı altında gerçekleştiren; emekçilerin en temel toplumsal ve siyasal haklarını “demokrasi” çığlıkları eşliğinde gasp eden Bush yönetiminin doğasına son derece uygundur. Çünkü, kendisi kökten dinci bir Hristiyan tarikatının üyesi olan ve hem “kendi” ülkesinde hem de dünyanın dört bir yanında dinci gericiliği canlandıran Bush’un başkanlığındaki ABD yönetimi, İslamcı AKP’nin Hristiyan dünyasındaki karşılığıdır. Bryza‘nın açıklaması, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen ABD stratejisinde Türkiye’ye önerilen “ılımlı İslamcı” taşeron görevinden haberdar olan hiç kimseyi şaşırtmıyor.
Burjuva “laik” cephe
AKP ile MHP’nin iki maddelik bu mini anayasa değişikliği paketine karşı açıktan tavır alan partilerin başında “laik cumhuriyetin kurucusu” Cumhuriyet Halk Partisi‘nin (CHP) gelmesi, hiç kimse için şaşırtıcı olmadı. İslamcı AKP’nin faşist MHP ile el ele attığı bu adımı, TC devletinin laik niteliğine yönelik ciddi bir saldırı olarak gören CHP, bu mini anayasa değişikliğine karşı her türlü yasal mücadeleyi vereceğini de ilan etti.
Baykal, Erdoğan’ın türbanın siyasi bir simge olarak da serbest bırakılması gerektiği biçimindeki açıklamasının hemen ardından, 26 Ocak günü yaptığı konuşmada, “Siyasi ve dini simgelerin … anayasal dayanağa kavuşturularak, kamusal yayılmaya açılmasının çok sakıncalı olacağını” belirtmiş ve “dini ve siyasi simgelerin bir anayasal ve hukuki meşruiyet zemininden güç alması halinde, başlayacak sürecin nerede duracağını kimse bilemeyeceğini” söylemişti. CHP lideri aynı konuşmasında, “cumhuriyetin kendini savunma mekanizmalarını” türbanın serbest bırakılmasına yönelik anayasa değişikliği girişimine karşı göreve çağırdı.
Baykal’ın bu çağrısının hemen ardından, başta Yargıtay, Danıştay ve üniversitelerin yönetim kurulları olmak üzere birçok kurum ve kuruluş, AKP – MHP gerici ittifakının türban ile ilgili anayasa değişikliği paketine karşı sert açıklamalar yaptı. Ama bir tek “eksik”le: Kemalistlerin gözbebeği ve “laik cumhuriyetin bekçisi” olan ordudan, bu kez hiç bir tepki gelmedi! Oysa aynı ordu, 28 Şubat 1997’de, bugünkü AKP’nin içinden çıktığı Refah Partisi’nin, AKP-MHP ittifakının “türban” operasyonunun yanında devede kulak kalan etkinliklerini bahane ederek “darbe” yapmıştı!
Bu durum, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 30 Ocak sabahı yaptığı basın toplantısına kadar sürdü. Ancak Büyükanıt’nın konuyu, “Türk toplumunun bütün katmanlarında bu konuda askerin düşüncesini bilmeyen yok. Bir şey söylememiz malumu ilamdan ileri gitmez, onun için bu konuda herhangi bir şey söylemek istemiyorum.” diyerek yumuşak biçimde geçiştirmesi, ordudan açık ve sert bir tepki beklentisi içinde olan Kemalistleri hayal kırıklığına uğrattı. Bu, hükümet ile ordu arasında önceden sağlanmış bir konsensüs olduğunun göstergesiydi.
Baykal, 30 Ocak günü yaptığı açıklamada, Genelkurmay Başkanı’nın konuya ilişkin tavrını değerlendirdi: “Son dönem yaşadığımız deneyimler açıkça göstermiştir ki, Türkiye’nin laik, demokratik bir cumhuriyet olarak ayakta kalmasının güvencesi hukukun ve milletin iradesinin dışında hiç kimsedir… Hiçbir kurumun bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktur, bu ortaya çıkmıştır. Bunun ortaya çıkmış olması da artık netleşmiştir, herkes de bu bilince gelmiştir. O nedenle bizim hukukun dışında hiçbir kurumdan bir bekleyişimiz yok. Kimse gölge etmesin başka bir şey istemiyoruz.” Kimi kesimlerce “CHP’nin orduya sitemi” biçiminde de yorumlanan bu açıklama, aynı zamanda, CHP’nin AKP hükümetinin toplumsal yaşamı İslamlaştırma projesine karşı mücadeleyi “sivil” yöntemlerle sürdüreceğinin ve yüzünü kitlelere döneceğinin ilanıydı. Bu durumda, AKP’nin “türban” operasyonunun, bilerek ya da bilmeyerek, CHP’nin ordudan bağımsız, sivil bir görünüm kazanmasına hizmet ettiğini söyleyebiliriz.
Baykal, “cumhuriyetin laik kimliği”ni koruma adına, İslam’ın toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin artmasında kendisinin ve partisinin onyıllardır oynadığı iki yüzlü rol konusunda, beklendiği üzere, hiç bir şey söylemedi. Oysa, CHP‘nin önde gelen sözcüleri, AKP – MHP ittifakı karşısında laikliği savunurken, bunu, giderek artan sıklıkta “biz de Müslümanız” vurgusunu yapmakta; İslamcı gericilerle, “İslam‘ın türbanı emredip etmediği”ni tartışmaktadırlar. Bu durum, “laikliğin bekçisi” CHP‘nin, gerçekte İslam dinini kullanmaya -elbette Kemalist devlet bürokrasisinin tekelinde kalması kaydıyla- itiraz etmediğini, hiç bir yoruma gerek bırakmayacak biçimde gösteriyor (Unutmayalım ki CHP, 22 Temmuz seçimlerinde,”inanç gereği türbana karşı değiliz” diyerek, Siirt’te 5 bin başörtüsü dağıtmıştı).
Çoğu, artık “adı var kendi yok” duruma düşmüş olan diğer burjuva partilerine (ANAP, DYP, DSP) gelince… Onların, on yıllardır kendi elleriyle ektikleri siyasi İslam tohumlarının filizlenmesi karşısında sergiledikleri “muhalefet”in de CHP’ninkinden daha az ikiyüzlü olduğunu söylemek olası değil. Gerek sağda gerekse “sol”da yeni merkez partiler yaratma çabası içindeki bu müflis politikacılar, bir yandan AKP’nin gerçek gündemi çarpıttığından dem vurmayı sürdürüyor; AKP’ye alternatif politikalar üretmek yerine, herkese hoşgörü ve ılımlılık öneriyorlar.
“Herkese demokrasi” cephesi
“Türban” operasyonu, AKP’nin toplumsal yaşamı İslamlaştırma yönünde beş yıldır sürdürdüğü sistemli çabaları kolaylaştıranların, İslam‘ı kendi çıkarları doğrultusunda yıllarca kullanmış olan burjuva partileriyle sınırlı olmadığını gösterdi. AKP’nin ABD ve AB patentli “ılımlı İslam” değirmenine su taşıyanlar arasında, kendisini “sol” ya da “sosyalist” olarak tanımlayan küçük burjuva partileri de bulunuyor.
Bunlardan biri, genel başkanı Ufuk Uras’ın ağzından, “türban sorunu”nu, “herkese demokrasi, herkese özgürlükler çerçevesinde, uluslararası hukuk ve demokrasinin normlarını esas alarak çözmek mümkündür” diyen Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) oldu. Bu partinin Genel Başkanı Uras, 30 Ocak günü yaptığı açıklamasında, çok doğru biçimde üniversitelerde öğrencilere kılık kıyafetin dayatılmaması gerektiğini savundu ve inançla ilgili konuları anayasa çerçevesinde çözme çabasının modern bir anlayışın ürünü olmadığını söyledi. Ancak o, “sorun demokrasi içinde tartışılmalı, demokratik uzlaşma içinde çözülmeli” demekle yetindi. Uras’ın başta AKP ve CHP olmak üzere burjuva partilerinin iki yüzlülüğüne hiç değinmemesi ve işçi sınıfının adını bile anmaması, yeri geldiğinde -utangaç biçimde de olsa- sosyalizmden söz eden bu partinin, gerçekte ve sosyalist düşünceye ne denli uzak olduğunu bir kez daha gösteriyor. “Herkese demokrasi, herkese özgürlük, uluslararası hukuk!” ÖDP’nin küçük burjuva demokratik perspektifi, bu boş sloganda özetlenmektedir.
“Herkese demokrasi, herkese özgürlük, uluslararası hukuk” sloganı altında AKP’ye yedeklenen bir diğer parti ise Uras’ın parlamentoya girmesinde önemli rol oynamış olan Demokratik Toplum Partisi (DTP). Bu partinin Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk, 31 Ocak günü yaptığı açıklamada, AKP – MHP ittifakının “anayasa değişikliği” önerisine “evet” oyu verme eğiliminde olduklarını söyledi. “Türban konusunu insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde ele aldıklarını” açıklayan Tuğluk, AKP ile MHP’nin diğer partilere yaptıkları „destek turu” sırasında kendilerine uğramamış olmalarından da şikayet etti. Ama bu “yanlış” DTP’nin –Tuğluk’un sözleriyle- “ilkesel duruşunu etkilemeyecek”ti! DTP’nin “türban operasyonu”na verdiği desteğin arkasında yatan etmen, onun, AKP’nin kitle tabanının bile son derece sınırlı kesimini oluşturan İslamcıları kazanma amacı değil. DTP’nin AKP’yi desteklemesini sağlayan şey, çokuluslu şirketlerin çıkarlarını savunan ABD ve AB merkezli yeniden yapılanma stratejisinden kendi siyasi amaçları doğrultusunda yararlanma umududur.
“Laik” burjuvazinin krizi
Yıllardır, burjuvazinin çıkarlarına göre bir parlayıp bir sönerek sürmekte olan „türban tartışması”, bugün vardığı noktada, Türkiye burjuvazisinin içinde bulunduğu derin açmazı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Yıllardır, neredeyse tümüyle özelleştirmeler, borçlanma ve dışarıdan spekülatif sermaye akışı sayesinde günü kurtaran Türkiye burjuvazisi, ilk olarak, hem halkın hızla yoksullaştığının hem de üzerinde durduğu son derece kırılgan ekonomik dengelerin farkındadır. Bu yüzden onun, zaman zaman siyasi temsilcileri ve medya eliyle tezgahlanan ortaoyunlarına gereksinimi vardır.
Öte yandan, ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen ve artık tümüyle uluslararası sermaye hareketlerine bağımlı hale gelmiş olan Türkiye kapitalizminin kendi iç dengeleri, son on yıl içinde büyük ölçüde değişmiş; sanayi ve mali sermayenin geleneksel (kentli) kesimlerinin karşısına yeni bir kesim dikilmiştir. Doğrudan uluslararası ve çok uluslu şirketler için üretim yapan ve burjuva medyası tarafından “Anadolu kaplanları” olarak adlandırılan bu kesim, Türkiye ekonomisinin uluslararası rekabete açılması sürecinde iyice palazlanmıştır. AKP iktidarında siyasi temsilini bulan bu kesim, şimdi, topluma, kendi değerlerini ve yaşam tarzını da dayatmaya çalıştığı ölçüde hem geleneksel burjuvazinin hem de Kemalist seçkinlerin “Batılı” değerleriyle çatışmaya girmektedir. Bugün “türban” adı altında gündeme gelen tartışma, sermayenin sözkonusu kesiminin genel olarak “Batılı” değerlere ve yaşam tarzına karşı sürdürdüğü mücadelenin küçük ama önemli bir parçasıdır.
Başbakan Erdoğan’ın, anayasa değişikliği önerisinin hemen ardından “Batı’nın ahlaksızlığının alındığı”ndan söz etmesi rastlantı değildi. AKP hükümeti, başlıca ayaklarından biri dinin toplumsal yaşamın düzenlenmesinden (genel olarak devlet katından) dışlanması olan “Batılı” değerlere karşı mücadelesini bir üst düzeyde sürdürmeye soyunmuş görünüyor.
Bu durum, ne bir başına AKP’nin ikinci seçim zaferinden aldığı güçle ne de “türban”lı kadın öğrencilere yıllar önce verdiği söze sadakatiyle açıklanabilir. Gerek bu etmenler gerekse yukarıda değindiğimiz “gündem” oluşturma (saptırma) çabası, mutlaka önemli. Ancak AKP’nin son girişiminin ardında yatan asıl etmen, onun uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda ekonomik alanda attığı devasa adımların toplumsal yaşamın küreselleşme stratejisinin gerektirdiği “merkezdışılık” ve “esneklik” temelinde yeniden düzenlenmesiyle tamamlanması gereğidir.
Varolan merkezi ulus devlet yapısının coğrafi, dinsel ve milli vb. eksende oluşmuş özerk alanlara bölünmesinin, hem uluslararası sermayenin hareketini kolaylaştıracak hem de ona kapitalist sömürüyü arttırma olanağı sağlayacak bir düzenleme olarak çok uluslu sermaye ve onun emrindeki emperyalist devletler tarafından savunulduğu biliniyor. Başını ABD’nin çektiği uluslararası stratejinin önemli ayaklarından biri olan Büyük Ortadoğu Planı’nın Türkiye’nin “Batılı” kimliğinin törpülenmesi ve İslam dininin daha da egemen kılınması anlamına gelecek değişiklikleri içerdiği de hiç kimse için sır değil.
Öte yandan, yaygın biçimde “ılımlı İslam” olarak tanımlanan bir rejime doğru bu tür bir değişimin, Türkiye’nin –zaten baştan beri hayal olan- AB üyeliği macerasına (daha doğrusu hayale) kesin bir son vereceği de kesin. Ancak sorun, Türkiye’nin AB üyesi olup olmamasıyla sınırlı değil. Ilımlı İslam, bu ülkede yaşayan insanların dinsel gericiliğe karşı elde edilmiş kazanımlarını büyük ölçüde yitirmesi; tartışılmaz dinsel buyruklara (ki bunlar gerçekte sermayenin tanrı dolayımıyla dile getirdiği gerici talimatları olacaktır) tabi kölece bir yaşama mahkum kılınması anlamına gelecektir.
Kimi laik burjuvaların ve Kemalist seçkinlerin açmazı, Türkiye’yi ABD emperyalizminin gerici “ılımlı İslam” projesine uygun hale getirenlerin bizzat kendileri olmaları; bu stratejiye karşı çıkarken de yüzlerini çaresizlik içinde geçmişe dönmeleridir. Onlar, Cumhuriyet tarihi boyunca, başta sosyalist işçi hareketi olmak üzere her türlü ilerici akıma karşı İslam‘a ve İslamcılara sarılmış; dini, hem uyuşturucu hem de vurucu güç olarak kullanmışlardı. Şimdi, onların “ulusal” sermayenin emrinde onyıllardır kullandıkları aynı silah, bu kez, uluslararası sermaye ile bütünleşmiş olan burjuvaların emrindeki İslamcı rakiplerinin (düşmanları değil!) elinde çıplak kimliğini bulmakta; onların toplumsal konumlarını ve “Batılı” yaşam tarzlarını tehdit etmektedir.
Marksist tavır
Türkiye’de neredeyse herkes günlerdir AKP – MHP gerici ittifakının “türban” operasyonunu tartışıyor; burjuva ve küçük burjuva partilerin yanı sıra kitle örgütleri, üniversiteler ve kimi devlet kurumları bu konuda şu ya da bu biçimde bir tavır alıyorlar. Türkiye‘de yaşanan bu mücadeleye, başta ABD olmak üzere emperyalist hükümetler dahil oluyor ve AKP‘ye olan desteklerini ya da kimi kaygılarını ifade ediyorlar. “İşçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunucusu” olduğunu iddia eden çevreler ise bütün bu gelişmeleri sessizce izliyorlar. Sanki bütün bu gelişmelerin işçi sınıfıyla ilgisi yokmuş; sanki bu tartışmalar sermayenin emekçi kitlelere yönelik yeni saldırılarına zemin hazırlamıyormuş; sanki dinsel gericiliğe karşı mücadele sosyalizm mücadelesinin bir parçası değilmiş gibi…
Oysa Marksistler, insansoyunun tarihsel kazanımlarına sahip çıkmayan ve onları gericilik karşısında savunamayan bir işçi sınıfının sosyalizme doğru yürüyemeyeceğini bilirler. Dinlerin toplumsal siyasal yaşam üzerindeki egemenliğinin yıkılması ve yerini –her ülkenin toplumsal formasyonuna göre farklılıklar gösterse de- laik burjuva cumhuriyete bırakması, insansoyunun dinsel karanlığa karşı başlıca kazanımlarından biriydi. Ancak burjuvazi, bir zamanlar başını çektiği bu harekete uzunca süre önce „ihanet etmiş” ve her türlü dinci gericiliğin başlıca destekçisi haline geldi. Bu, elbette, tek tek bireyler ya da gruplar olarak burjuvaların özgür iradelerinin ürünü değil; ücretli emeğin sömürüsü ve daha fazla kar üzerine kurulu kapitalist sistemin kaçınılmaz yazgısıydı. Örneğin, kapitalizmin ilerici nitelik taşıdığı gelişme döneminde Darwin’in evrim kuramını baştacı etmiş olan burjuvazinin, bugün, onun yerine “yaratılış kuramı”nı geçirmeye çalışmasının altında, bu üretim biçiminin bir bütün olarak, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelmiş olması gerçeği yatmaktadır.
Küreselleşmecilerin, bu engellerden „ulus devlet”i ağızlarına sakız ettiklerini ve onu her türlü kötülüğün kaynağı olarak lanetlediklerini biliyoruz. Ancak başta bilim ve teknoloji olmak üzere üretici güçlerin gelişmesini engelleyen; dahası, bizzat insansoyunu yok oluşun eşiğine getiren olgu, ulus devletin de anası olan üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyettir. Küreselleşmeciler, ulus devletin anti demokratik karakterine vurgu yaparak, uluslararası sermayenin emperyalist çıkarlarının önündeki bir engeli ortadan kaldırmaya çalışıyor; bunu yaparken de milliyetçiliğe ve dine sarılıyorlar. Onların başlıca argümanı olan “demokrasi ve insan hakları”nın din ve milliyetçilikle yanyana kullanılması, bu sloganların ikiyüzlülüğünü göstermekten başka bir işe yaramıyor. Bugün, “demokrasi ve insan hakları” sloganı, burjuvaların elinde, yalnızca uluslararası sermayenin gereksinim duyduğu ve küresel üretim için tasarlanmış sömürü alanlarının yaratılmasına hizmet etmektedir.
“Ulus devlet”lere malların, hizmetlerin ve sermayenin özgürce dolaşımı önündeki her türlü sınırlamayı kaldırmaları ve en önemlisi, egemen oldukları toprakları örgütlü işçi hareketinden kurtulmuş sömürü alanlarına dönüştürmeleri yönünde baskı yapan uluslararası sermaye, bunu başaramadığı her yerde, etnik milliyetçi ve dinci hareketler yaratmakta, var olanları desteklemektedir. Sonuç, her durumda, ya uluslararası kapitalist sisteme –ve onun emperyalist ülkelerdeki beynine- göbekten bağlı olan merkezi yönetimlerin çok uluslu şirketlere teslim olması ya da söz konusu devletin ulusal ya da dinsel temelde bölünmesi olmaktadır.
Bu durum, Marksistlerin önüne, bir yandan uluslararası karakteri her zamankinden daha yalın biçimde açığa çıkmış olan kapitalist sisteme; aynı zamanda da onun eski ulusal koruma duvarlarının ardına sığınmaya çalışan küçük parçalarına karşı kararlılıkla mücadele etme görevini koyuyor. İlk bakışta oldukça karmaşık gibi görünen bu görev gerçekte son derece yalındır. Ancak bir tek şartla: Her türlü ulusal ya da dinsel yaklaşıma karşı, işçi sınıfı eksenli uluslararası bir sosyalizm perspektifine sahip olmak!
“Türban” tartışmasına ilişkin Marksist tavır da bu eksende alınmak durumundadır. Yani, Marksistler, ne burjuvazinin ikiyüzlü “laik” kanadına yedeklenmeli ne de “demokrasi” masalı eşliğinde, dinsel gericiliğin değirmenine su taşımalı. Dinci gericiliğe karşı mücadele, başörtüsünün ya da “türban”ın ne olduğu, nerede ve nasıl kullanılacağını tartışarak ya da “biz de Müslümanız / Hristiyanız ama…” diyerek verilmez.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele, yalnızca bilime sarılarak verilebilir. Bilim ise tanrıtanımazdır. Burjuva devrimleri döneminin feodalizme ve dine karşı ayağa kalkan devrimci burjuvaları, çok uzun süredir, din de dahil bütün gerici ideolojileri ve kurumları insanlık tarihinin çöplüğünden çıkartıp kendi hizmetine sokmuş olan gerici, asalak ve ikiyüzlü yaratıklara dönüşmüştür. Dolayısıyla, Marksistlerin ve işçi sınıfının onlardan “toplumsal ilerleme” adına bekleyeceği hiç bir şey olamaz. AKP – MHP ittifakının “türban” operasyonu karşısında paniğe kapılan “laik” burjuvalarımızın ve Kemalist seçkinlerimizin tek isteği, İslam dinini -eskiden olduğu gibi- işçi sınıfına karşı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır.
Laik – Kemalist cephe, kapitalizmin bu topraklarda egemenliğini sürdürmesi için gerektiğinde dinci gericiliği kullanmada tereddüt etmeyeceğini binlerce kez gösterdi, gösteriyor. AKP hükümetinin “demokrat” ya da “ilerici” olması şöyle dursun, uluslararası sermayenin bu ülkedeki en gerici taşeronu olduğu ise ortada.
Öte yandan Marksistler, “herkese demokrasi” masalıyla akıl tutulmasına uğramış küçük burjuva “solcu”larının yüzlerini işçi sınıfına ve sosyalizme dönmedikleri sürece AKP-MHP ittifakına ve onların ardındaki küresel sermayeye hizmet ettiği gerçeğini de açıkça ortaya koymak durumundadırlar. Bugünkü “türban” operasyonunun bireysel özgürlüklerle sınırlı bir giyim-kuşam sorunu olduğunu sanan “solcu”larımızın, gözlerindeki “mutlak demokrasi” gözlüğü yüzünden “ağaçlara bakmaktan ormanı göremediklerini”; bu ormanı görmelerinin, ileride de bir hayli zor olacağını söyleyebiliriz. Çünkü, bugün demokratik bir eli açıklıkla destekledikleri (en azından hak verdikleri) İslamcıların ve onların ardındaki uluslararası sermayenin –toplumsal yaşamı dinsel temelde yeniden örgütlemede başarılı olmaları durumunda- yarın indirecekleri yumruk, onların gözlükleriyle birlikte kafalarını da kıracaktır.
Ancak Marksistler, “türban” tartışmasını sermayenin temsilcilerinin iki kanadı arasındaki kavgadan ibaret görmez; “bugüne kadarki ‘laik‘ rejim işçi sınıfına ne verdi ki” ya da “laik Kemalistler ile dinciler arasındaki kavgadan bize ne” türü argümanlarla onun karşısında ilgisiz kalamaz. Sözkonusu olan, Türkiye’de son yirmi yıldır yaşanmakta olan hızlı altyapısal dönüşüme uygun bir rejim değişikliğinin hazırlıklarıdır. “Türban”, bu dönüşümdeki ilk adım değildir; İslam dini de Türk devlet yaşamına başlangıçtan beri dahildir.
“Türban”a geince… O, hastanelerden ve belediyelerden cumhurbaşkanlığına kadar kamusal alanın bir çok kurumunda zaten bulunuyor ve devlet protokolüne dahil edilmiş durumda. Dahası, İmam Hatip kökenli valilerin, kaymakamların, yargıçların, öğretmenlerin hüküm sürdüğü bu ülkede, “laikliğin kalesi” ordu resmi iftar yemekleri vermekte, Kemalist subaylar topluca camilerde boy göstermektedir. Yine, daha önceki süreçleri hatırlayacak olursak, “laik cumhuriyetin bekçisi” olan ordu 12 Eylül darbesi ile din derslerini zorunlu hale getirmiş, cunta lideri Evren kürsülerden elinde Kuran’la nutuklar da atmıştı. Bu süreçte sosyalistler, devrimciler ve aydınlar işkencelerden geçirilirken İslamcı akımlara hayatın tüm alanlarına müdahale olanakları bizzat 12 Eylül cuntasının “hoşgörü”süyle yaratılmıştı. Bütün bu gerici uygulamalar yıllardır sürerken, eksik olan şey, kamusal yaşamın herhangi bir alanını doğrudan dine gönderme yaparak düzenleyen bir yasa ya da anayasa maddesidir.
Toplumsal ve siyasi gelişmelere somut müdahalelerde bulunabilecek durumda olmayan Marksistler, bulundukları her yerde, hem AKP-MHP ittifakının “türban” operasyonuna hem de devletin üniversite öğrencilerinin ne giyecekleriyle ilgilenmesine ve bu alanda yasaklar koymasına karşı çıkmalıdırlar. “Laiklik” konusunda bugün karşı karşıya olduğumuz sorun “türban” değil; baştan beri devletin elinde olan İslam dininin AKP hükümeti eliyle toplumsal yaşama egemen kılınması çabasıdır. Onyıllar boyunca dini kullanan ve insanların kılık kıyafetlerine standartlar getirmeyi laiklik olarak yutturmaya çalışan Kemalistlerin, başını bugün AKP-MHP ittifakının çektiği dinci gericiliğe karşı gerçekten mücadele etmesi mümkün değildir.
Marksistler sınıflı toplumlarda bütün dinlerin yalnızca sömürüye hizmet ettiğini bilirler. Dinsel gericiliğe karşı mücadele aynı zamanda kapitalist sömürüye karşı mücadelenin bir parçası olmak durumundadır. Marksistler bu mücadeleyi diyalektik maddeci bilimsel düşünceyi ve ateizmin propagandasını yükselterek verebilirler. Bu mücadelenin nihai başarısı özel mülkiyetin ve kapitalist sömürünün ortadan kaldırıldığı, toplumsal yaşama bilimin ve insanlığın ortak çıkarlarının egemen olduğu, sınırsız sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın kurulmasıyla mümkündür.