Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Başbakan Ahmet Davutoğlu, Pazar günü İstanbul’da gerçekleşen ani görüşmenin ardından, Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin (AB) göçmenlere ve sığınmacılara karşı “tampon bölge”si haline getirme konusunda anlaştıklarının işaretini verdiler.
Davutoğlu, Merkel ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Türkiye’nin bu konuda AB ile birlikte çalışmaya hazır olduğunu söyledi. Bununla birlikte, Ankara, karşılık olarak, AB’nin dört konuda ödün vermesini talep etti: Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik yeni görüşme başlıklarının açılması; TC vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması; Türkiye’de altı sığınmacı kampının inşası için 3 milyar avro sağlanması ve Türk hükümet yetkililerinin AB zirvelerine davet edilmesi.
Merkel, “Almanya bu konularda destek vermeye hazır” diye konuşarak, Türkiye’yi “Avrupa kalesi”ni koruyacak bir tampon bölgeye dönüştürme adına, AKP iktidarının taleplerini AB içinde destekleme vaadinde bulundu. Bununla birlikte, Alman Başbakanı, Berlin’in, Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik itirazlarını ifade etmekten kaçınmadı ve “Türkiye’nin tam üyeliği açık uçlu bir konu” dedi. Merkel, 7 Ekim günü Alman devlet televizyonu ARD’de, “Ben [Türkiye’nin] AB üyeliğine her zaman karşı çıktım… hala da karşıyım.” demişti. O, Türk liderlerin AB zirvelerine davet edilmesi konusunun AB tarafından değerlendirileceğini sözlerine ekledi. Merkel, Türkiye ile Almanya arasındaki askeri işbirliğini geliştirme isteğini de ifade etti.
Merkel, Başbakan Davutoğlu ile görüştükten sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabul edildi. Onlar, bu görüşmenin ardından, “teröre karşı eylem planı”na işaret eden ortak bir açıklama yaptılar.
Merkel, hem Almanya’dan hem de Türkiye’den gelen ve onun seçimlerden iki hafta önce Türkiye’ye yaptığı ziyaretin iktidardaki AKP’ye bir siyasi destek anlamına geleceğini ve onun rüşvetçi ve otoriter yönelimini güçlendireceğini iddia eden eleştirilerle ilgili olarak, 1 Kasım’daki seçimlerin barışçıl ve adil bir ortamda geçeceğine inandığını söyledi.
Bu konuda Alman meslektaşına yardımcı olma ihtiyacı hisseden Davutoğlu da, bunun insani bir soruna ilişkin ziyaret olduğunu, Merkel’in ziyaretinin kimi Alman ve uluslararası kuruluşlar tarafından siyasi olarak değerlendirilmesini anlamadığını belirtti. Davutoğlu, “Onun ziyareti şu ya da bu siyasi partiye destek anlamına gelmiyor.” dedi. Merkel’in ani ziyareti, Almanya’da, kendi partisi dahil, siyasi partiler ve insan hakları örgütleri tarafından sert bir biçimde eleştirilmişti.
Türkiye’de de 100 akademisyen, Merkel’in bu ziyaretini “yadırgadıklarını” belirten bir açık mektup yayımladı. Açık mektup, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AKP iktidarının dinsel, etnik, kültürel vb. azınlıklara ayrımcılık uyguladığını; muhaliflere karşı nefret sözlemi geliştirdiğini, gazetecileri tutukladığını, basına sansür uyguladığını belirtiyor, onlar “AB’nin ortak değerlerini yok saymaktadır” diyordu.
Buna karşılık, Almanya’da ve uluslararası ölçekte AKP iktidarının baskıcı ve savaşçı politikalarına destek olarak algılanan ve protesto edilen ziyaret, Türkiye’deki muhalefet partilerinden kayda değer bir tepki ile karşılaşmadı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Merkel’in ziyaretinden önce yaptığı bir konuşmada, “Bize açıkça rüşvet teklif ediyorlar, biz size para verelim kampları burada kurun, aman bize gelmesinler diyecek. Türkiye bu sorunun temel anahtarı durumundadır ama yanlış yaptık. Mısır’da da, İran’da da yanlış yaptık.” derken, Eskişehir milletvekili Utku Çakırözer de konunun pazarlık kozu haline getirilmesini eleştirmekle yetindi.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Merkel’in ziyaretiyle ilgili soruya sığınmacılar konusuna hiç değinmeden yanıt verdi.
Bilindiği üzere, CHP, önderi Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim bildirgesini açıklarken söylediği gibi, Suriyeli göçmenlerin, “ülkelerinde barış sağlandıktan sonra geri gönderilmesi” gerektiğini savunuyor. Barış ve kardeşlik üzerine yoğun vurguların bulunduğu HDP’nin seçim bildirgesinde ise Ortadoğulu halklar arasında ekonomik, sosyal ve kültürel bağları güçlendirmekten; Suriye’deki iç savaşa halkların kardeşliği ve eşitlik temelinde son vermekten söz ediliyor.
HDP, sığınmacı krizini yaratan temel nedenden ve sorunun nasıl çözüleceğinden bağımsız bir şekilde, ölümden kaçan 3 milyona yakın Suriyeli ile emperyalist müdahaleler ya da etnik-mezhepsel çatışmalar sonucunda yıkıma uğramış diğer ülkelerden gelen göçmenler konusunda tüm haklara sahip eşit yurttaşlığı değil ama yalnızca sığınmacı statüsünün uygulanmasını talep ediyor.
Muhalefet partilerinin, Merkel’in ziyaretine ve AKP hükümeti ile kirli pazarlığına ilişkin bu tavrı, onların, sığınmacı krizinin çözümü ve Türkiye’nin AB’yi sığınmacılardan koruyan bir “tampon bölge” haline getirilmesi konularında hiçbir alternatife sahip olmadıklarını ve bu kirli anlaşmaya karşı çıkmadıklarını göstermektedir.
Türkiye’yi AB’nin sınır bekçisi ve milyonlarca sığınmacının toplama kampı haline getirecek olan bu plan, 1 Kasım seçimleri sonrasında iktidara hangi parti ya da partiler gelirse gelsin, polis devleti uygulamalarının tırmanarak sürdürüleceğinin işaretidir. Zira her şey bir yana, yalnızca milyonlarca göçmenin uluslararası hukuka uygun sığınmacı statüsüne kavuşturulmaksızın kontrol altında tutulması bile, polisiye önlemlerin arttırılmasını gerektirir. Bilindiği gibi, Türkiye, sığınmacı konumunu yalnızca Avrupa ülkelerinin vatandaşlarına tanıyor; harabeye çevrilmiş yoksul Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenleri ise “misafir” olarak kabul ediyor. Bu “misafir” tanımı, çaresizlik içinde Türkiye’ye sığınan milyonlarca insanı mafyanın kurbanları ve patronların acımasız sömürü kaynağı yapmanın sinik ve ikiyüzlü maskesidir.
Türkiye’deki göçmenlerin, yıllardır, çoğu durumda polisin gözetiminde çalışan insan kaçakçılığı, fuhuş, uyuşturucu vb. mafya oluşumları için son derece karlı bir faaliyet alanı haline geldiğini; onların “merdiven altı” kayıt dışı sektörlerde boğaz tokluğuna çalıştırıldığını, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere herkes biliyor.
Burjuva politikacıları, muhtemelen, bu çaresiz insanların AB ile sağlanacak anlaşma sonrasında inşa edilecek toplama kamplarına kapatılmasını, Akdeniz’de ve Ege’de yüzlerce göçmenin ölümüne yol açan insan kaçakçılığına karşı sözde “mücadele”de olduğu gibi, “insani” bir uygulama olarak pazarlamaya çalışacaklar. Oysa bu insanlık dışı uygulama, bir zamanlar, insanca bir yaşam için Avrupa’ya ulaşmak isteyen on binlerce Afrikalı yoksulun çöllerdeki toplama kamplarına kapatıldığı Libya’da hayata geçirilmişti. O zamanlar, milyarlarca avro karşılığında bu kirli işi gerçekleştiren Kaddafi yönetimi, başta İtalya ve Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalistler tarafından saraylarda ağırlanıyordu. Avrupalı emperyalistler, şimdi, aynı kirli işi, yozlaşmış ve hiçbir insani değer tanımayan siyaset seçkinleri ile işbirliği içinde, Türkiye’de gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Öte yandan, Türkiye’yi AB’nin sığınmacı / göçmen kampına dönüştürmeye yönelik bu plan, yalnızca Suriyeli, Afganistanlı, Iraklı ya da diğer göçmenleri hedeflememektedir. Türkiye’nin sözde “güvenli ülke” ilan edilmesini de içeren bu planın yaşama geçirilmesiyle birlikte, bu ülkede siyasi nedenlerle hapis, işkence ve öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya olanların AB ülkelerine sığınma başvurusunda bulunma hakkı da ortadan kaldırılacaktır ki yakın bir tehdit, İtalya ve İsviçre’de sığınma başvuruları henüz kabul edilmemiş TC vatandaşları için söz konusudur. Özetle, AB’nin emperyalist efendileri, aynı bir zamanlar Libya’da yapmış oldukları gibi, Türkiye’deki inşa hakları ihlallerine, baskılara ve hatta katliamlara gözlerini kapatmaya hazır olduklarını ilan etmektedirler.
Bu durum, Afganistan’dan, Irak’a, Libya’dan Suriye’ye ve çeşitli Afrika ülkelerine, doğrudan ya da dolaylı emperyalist müdahalelerle milyonlarca insanın katledilmesinde ve milyonlarcasının da evlerine terk etmek zorunda kalmasında ABD ile birlikte baş rolü oynayan Avrupa emperyalistlerinin ve AB’nin gerici rolünün açık bir teşhiridir.
Onların, Türkiye’deki egemen sınıfın militarist ve otoriter yönelimini aktif bir şekilde desteklerken, Asyalı, Afrikalı ve Ortadoğulu göçmenleri AB sınırlarının dışında tutmanın başka bir yolu olmadığının bilinciyle davrandıklarından hiç kimsenin kuşkusu olmamalı.
Bu felaketin yaratılmasında önemli bir rol oynayan Türkiye’deki egemen sınıf ve siyaset seçkinleri içinde, ülkeyi yalnızca göçmenler değil ama tüm yurttaşlar için devasa bir toplama kampına dönüştürecek bu gerici planlara karşı çıkan hiçbir kesim bulunmuyor. Bu durum, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine karşı koyabilecek tek toplumsal güç olarak işçi sınıfını öne çıkartmaktadır.
İşçiler, “Türkiye’deki işler Türk işçilere” diye haykıran sendikaların tersine, on yıllardır egemen kılınmaya çalışılan kimlik politikalarına karşı, her türlü etnik, dinsel/mezhepsel, kültürel, cinsel vb. ayrımın ötesinde birleşerek uluslararası bir sınıf olarak harekete geçmek zorundalar.
İşçi sınıfının göçmen kardeşlerine yönelik tutumu son derece yalındır: Nereden ve hangi gerekçeyle gelmiş olursa olsun tüm göçmenlere eşit yurttaşlık hakkı tanınmalı; onların Türkiye’deki yaşama uyum sağlamaları için gerekli tüm önlemler alınmalıdır. Göçmenler toplama kamplarına kapatılamaz ya da sefil koşullarda yaşamaya terk edilemezler. Tüm göçmenlere, ücretsiz ve insanca koşullara sahip barınma, beslenme, eğitim, sağlık hizmetleri sağlanmalı ve çalışma hakkı tanınmalıdır.
İşçi sınıfının uluslararası siyasi birliğini sağlayacak olan bu talepler uğruna mücadele, bu felaketi yaratan ve derinleştirmeye devam eden egemen sınıfları ve onların üzerinde yükseldiği kapitalist sistemi hedef alan enternasyonalist devrimci mücadelenin ayrılmaz parçalarıdır.