Türkiye’nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonu Türk-İş, 6–9 Aralık tarihleri arasında olağan Genel Kurulu’nu topladı. Türkiye Enerji, Su, Gaz İşçileri Sendikası (Tes-İş) Başkanı Mustafa Kumlu, 361 delegenin oy kullandığı seçimlerde 214 oy alarak başkan seçildi. Eski Türk-İş eski Başkanı Salih Kılıç ise 147 oyda kaldı. Salih Kılıç bu yenilginin ardından sendikacılığı bıraktığını açıkladı.
Mustafa Kumlu’nun listesindeki isimlerin tümü yönetime girdi. Tekgıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel 196 oy alarak genel sekreterliğe, Demiryol-İş Genel Başkanı Ergün Atalay 243 oy alarak genel mali sekreterliğe, Belediye-İş Genel Başkanı Nihat Yurdakul 209 oy alarak genel eğitim sekreterliğe, Türk Metal Genel Başkan Yardımcısı Pevrul Kavlak 183 oy alarak genel teşkilatlandırma sekreterliğine seçildi. Böylece Türk-iş bürokrasisinde tamamen yeni bir yönetim oluştu.
“Türk-İş Satılık değil” (miş)!
1952 yılında, Türkiye işçi sınıfının “komünizm”den etkilenmesini önlemek amacıyla Amerikan sermayesiyle ve doğrudan devletinin güdümünde kurulan Türk-İş, bugüne kadar Türkiye işçi sınıfına kazanım adına hiçbir şey getirmediği gibi, yalnızca ona ihanet etme işlevini gördü. 12 Eylül askeri darbesini destekleyen Türk-İş, o hükümete bir de bakan vermişti. Adına işçi sendikası dense de daha çok patronlara yakın olan Türk-İş bürokratları bugüne kadar, sermayenin ve burjuva hükümetlerin çizdiği yollarından sapmadılar. Asıl olarak devlet eliyle kamu sektöründe örgütlenen Türk-İş, son yıllarda ardı ardına gelen özelleştirmelere karşı çıkmadığı gibi destek oldu. Son süreçte yaratılan şoven milliyetçiliğe doğrudan desteğini sunan Türk-İş bürokratları, artarda geçirilen ve işçi sınıfını yıkıma uğratacak yasalara seslerini bile çıkarmadılar.
Tüm bunlara rağmen, işçi düşmanlığı tarihle belgeli Türk-İş’in “satılık olmadığını” ilan eden İşçi Kardeşliği Partisi (İKP), Türk-İş Genel Kurulu için Salih Kılıç bürokrasisinin sözcülüğüne soyundu. Mustafa Kumlu’nun AKP’ ye yakınlığına göndermede bulunan İKP ve aynı zamanda Petrol-İş, Hava-İş, Deri-İş, Belediye-İş, Tümtis vb. sendika bürokratları “AKP Türk-İş’i ele geçirecek” diyerek çığlık atıyorlar. Bürokratlarımız ikiyüzlülüğü öyle bir noktaya ulaştırdılar ki, bugün Salih Kılıç’ın karşısında aday olan Türk-İş yöneticilerinin zaten dört yıldır onun başkanlığında Türk-İş’i birlikte yönettiklerini ve bu dört yılda tamamen AKP’nin ve sermayenin emrinde olduklarını görmezlikten geliyorlar.
“Sendikamızı Amerikan işbirlikçilerinin satın almasına izin vermeyelim!” diyen İKP başkanı Zeki Kılıçaslan sendikanın zaten Amerikalılar tarafından kurulduğunu ve bugüne kadar sermayenin sözünün dışına çıkmadığını görmezden geliyor. İKP’nin ve diğer sendika bürokratlarının tüm bu sayılanları görmezden gelmesi tesadüf değil. Tüm bu bürokratlar bu sistemden nemalandıkları için, kendilerini “işçi dostu” ya da “işçilerin kendi partisi” ilan edenler zamanı geldiğinde işçi düşmanı Türk-İş’i, işçi sınıfının tek örgütü ilan edip “sattırmayacağız” diye çığlık atabilirler.
Sorun Nerede?
Türkiye için bakıldığında “sol siyasetler”de ‘Türk-İş işbirlikçi, DİSK ve KESK ise mücadeleci sendikalar’ gibi bir düşünce olduğu görülebilir. Durum yakından incelendiğinde ise diğer konfederasyonların da giderek Türk-İş çizgisine geldikleri, aslında ondan niteliksel olarak bir farkları olmadığı görülebilir. Bu durumda kendisine Marksist diyen birinin bu durumu bireylerin iradesiyle değil de, son yıllarda yaşanan sosyo-ekonomik dönüşümlerle açıklamaya çalışması gerekir. Türk-İş’ten, 60’lı yılların sonlarında kısmen “sınıf mücadeleci” tutum sergileyebilen ve asıl olarak özel sektörde örgütlenen sendikaların ayrılmasıyla kurulan DİSK’in de çöküşü bu bakışla ele alınmalı. Sendikalar o dönemde ulusal kalkınmacı ve dış sermayeye karşı korunmuş iç pazar ekonomisini koruyan devlete baskı yaparak kimi kazanımlar elde edebiliyorlardı. Bu sayededir ki 1977 yılına kadar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de ücretler ve işçilerin yaşam koşulları sürekli iyileşti (o yıldan beriyse düşüyor). Devletin izlediği ithal ikameci, korumacı politika sendikaların kazanım elde etmesini sağlıyor; o dönemde sendikalar içinde çalışan devrimcilerin de sendika bürokratlarına yaptıkları baskılar bu kazanımları arttırıyordu. Ancak ekonomik alt yapıda yaşanan dönüşümler, sendikaların da dayanağı ulusal kalkınmacı – korumacı zemini onların altlarından çekip aldı; sendikalar 25–30 yıldır sürekli üye kaybediyorlar.
Bugün sendikalarla ilgili sorun, sendika bürokrasisinin iki kanadından birini “ehveni şer” ilan edip ona yedeklenmekle çözülemeyecek kadar derin. Bunu yapanlar işçi sınıfının tek örgütlerini sendikalar ilan edip, partilerini bile sendika bürokrasisi biçiminde örgütlüyorlar. Ne var ki, bir zamanların gerçek işçi kitle partileri olan sosyal demokrat partilerin anayurtlarında çöktüğü bir dönemde Türkiye’de sosyal demokrat bir partinin işçi kitlelerini kucaklaması imkânsızdır.
İşçi sınıfının çözümü
Bugün gelinen noktada işçilere sendikaların onların tek örgütleri olduğunu söylemek yalnızca sınıf işbirlikçiliği anlamına gelebilir. İşçiler sendikalarında sermayenin ve sendika bürokrasisinin saldırılarına karşı elbette mücadele etmeliler ancak sendikaları yeniden “sınıf mücadeleci” çizgiye getirme masalını bir kenara bırakmalılar. Ücretli emeğin sömürüsü üzerine kurulu örgütler olan sendikalar, işçi sınıfının grev, direniş gibi mücadelelerinde önderliği aldığı takdirde mücadeleyi satmaya baştan hazır durumdalar. Öncü işçiler fabrikalarda, iş yerlerinde kendi öz örgütlenmelerini iş yeri komitelerini örgütlemeye çalışmalı, mücadelelerini sendika bürokrasisinden bağımsızlaştırmayı başarmalılar. Bunu başarabilmenin yolu işçi sınıfının mücadelesini merkezileştirecek enternasyonalist bir Marksist partiyi örgütlemekten geçiyor. Marksist devrimciler bunu başaramadıkları sürece sermayenin ajanları olan sendika bürokratları ve onların kuyruğundaki “kardeşlik partileri” işçileri yıkıma uğratmaya devam edecek.