13 Şubat günü Torba Yasa olarak bilinen yasal düzenlemelerin meclisten geçmesiyle birlikte işçi ve emekçilerin kazanımlarının birçoğu budanmış oldu [1]. AKP hükümetinin bu yasayı özellikle de seçimlere az bir süre kalmışken meclisten geçirmek için yoğun bir çaba sarfetmesi ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Fakat başta TÜSİAD olmak üzere, büyük sermaye çevrelerinin uzun bir süredir torbada yer alan yasalar için hükümete baskı yaptığı hatırlanırsa bu durum daha anlaşılır olacaktır. Kısacası, sermaye sınıfının siyasi temsilcisi olabilmek için öncelikle ait olunan sınıfın talepleri yerine getirmek, ardından da seçimlerde halkın desteğini alabilmek için çeşitli oyunlara başvurmak gerekliliği bir kez daha kendisini göstermiş oldu.
Özellikle seçim sonrasına bırakılacağı tahmin edilen yasal düzenlemeler, büyük sermaye için “tam rekabet”in önündeki birçok engeli de temizlemeyi hedefliyor. Bunlar, hem torba yasadan aşağıda değineceğimiz sebeplerle çıkarılan maddeleri, hem de bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması ve benzeri maddelerden oluşuyor. Buraya kadarıyla, AKP hükümetinin ve göstermelik kısmi muhalefetlerine rağmen, torba yasaya destek veren meclisteki diğer burjuva partilerinin tutumlarında şaşılacak bir yan yok. Sorun, sendikaların tutumunu değerlendirme noktasında ortaya çıkıyor.
Türk-İş bekleneni yaptı
Türk-İş, DİSK ve KESK’in, torba yasa tasarısı sürecindeki ve yine işçi sınıfını yakıcı bir şekilde ilgilendiren daha önceki dönemlerde gündeme gelen sorunlardaki tutumlarının bir kez daha incelenmesi bu üç sendikal örgütlenme arasında kimi ayrıntılar dışında bir fark olmadığını ortaya sermek için yeterli olacaktır. Bu inceleme açıkçası bizlere şunu söylüyor, eğer bir benzerlik kurmak mümkünse, Türk-İş AKP’ye, DİSK ve KESK ise CHP’ye benzemektedir.
Türk-İş, örneğin TEKEL sürecinde, TEKEL işçilerinin sözde temsilcisi olarak hükümetle görüşen, direnişin nasıl kırılabileceği konusunda (sendikası Tek Gıda-İş’le birlikte) hükümete akıl veren konfederasyondu. DİSK ve KESK ise her zaman olduğu gibi yüksekten uçuyordu (“genel grev”i söylemini hatırlayın). Nasıl ki CHP ana muhalefet partisi unvanıyla hükümetin ekonomiye ilişkin kimi yasa önerilerinde karşı çıkıyormuş imajını yaratıp, gerçekte onaylıyorsa, DİSK ve KESK bürokrasisinin tutumu da bundan başka bir şey değildir.
Türk-İş torba yasaya karşı “mücadelesini” 4 Ocak’ta başbakanla yaptığı görüşmeyle başlatmış, ardından 11 Şubat’a kadar sessiz kaldıktan sonra, o gün bakanlar Cemil Çiçek ve Faruk Çelik’le yapılan toplantılarla noktalamıştı. Türk-İş Başkanı Kumlu, torba yasanın meclisten geçmesinin ardından yaptığı açıklamayla mücadelelerinin önemli kazanımlarla sonuçlandığını ifade ediyor. Şöyle diyor Kumlu: “Başbakan ile 4 Ocak 2011 tarihinde yaptığımız görüşmede Başbakan talimatı ile İl Özel İdareleri’nde çalışan işçilerin Karayolları’na devredilmesini sağladı, bu büyük bir mağduriyeti önledi. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Devlet Bakanı Faruk Çelik ile 11 Şubat 2011 tarihinde yaptığımız görüşmede ise tekriri müzakere ile ‘evden çalışma ve uzaktan çalışma’ gibi esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştıran maddeler ile ‘denkleştirme’ ve ‘deneme sürelerinin uzatılmasına’ ilişkin maddeler geri çekildi.”
Pervasızlıkta sınır tanımayan Mustafa Kumlu, gerçekleşmeyen talepleri için de Cumhurbaşkanı’na mektup yazacaklarını ifade ediyor. TEKEL sürecinde de hükümetle müzakereleri yürüten Türk-İş bürokrasisi, direnişi başından sonuna kadar parçalamak ve işçileri “kazandık” yalanıyla evlerine göndermek için elinden geleni yapmış, bu konuda da hükümetin akıl hocalığına soyunarak, direnişin hükümet ve sermaye sınıfı için daha tehlikeli boyutlara sıçramamasını sağlamıştı. Türk-İş’in rolü torba yasa konusunda da farklı değildir. Yasadaki birkaç maddenin “bir süreliğine ertelenmesi” önerisini AKP hükümetinin kulağına fısıldayan Türk-İş, gerçekte, sermayenin işçi sınıfına saldırısını uzun döneme yayarak, daha kabul edilebilir bir şekilde, yani hesaba katılmayan büyük kitlesel tepkilere ya da oy kaybına yol açmadan gerçekleştirilmesinin AKP hükümeti için de daha yararlı olacağının farkındadır. Hiç şüphesiz AKP hükümeti de, sendikal bürokrasiye rağmen sınırlı seviyede gerçekleşen mücadelelerin daha büyük ve kitlesel mücadeleleri ateşlemesi riskinin farkındadır ve yine emekçilerin sandıkta buna yanıt vermeleri tehlikesi de AKP’yi bu üç maddeyi geri çekmeye götürmüş olabilir. Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi bu torba yasa adlı çorbanın emekçilere bir şekilde içirilmesi gerekmektedir. Her durumda sermayenin torbası emekçinin sırtına güvenle vurulmuştur.
Peki, DİSK ve KESK ne yaptı?
Torba yasanın meclisten geçeceği aylar öncesinden belliyken, DİSK ve KESK, yani bu sözde mücadeleci sendikalar kıllarını kıpırdatmamış, yasaya karşı bırakalım tüm emekçilere yönelik bir çalışma yürütmeyi kendi üyeleri içinde dahi bir çalışma yürütmemiş, yumurta kapıya dayanınca “biz mücadele ettik” diyebilmek için her zaman alışageldiğimiz göstermelik eylemler gerçekleştirmişlerdir. Şubat ayının başında, yüksekten uçmasına alışık olduğumuz DİSK Başkanı Süleyman Çelebi’nin “Meclis’i kuşatacağız!” sloganıyla Ankara’da gerçekleştirilen eylem, yaklaşık on bin kişinin katılımıyla gerçekleşmiş, bunun da önemli bir kısmını devrimci parti ve gruplar oluşturmuştu.
DİSK ve KESK, yalnızca şube temsilcilerini Ankara’ya taşısaydı dahi, biliyoruz ki bu sayı çok daha fazla olacaktı. Fakat, sendika bürokratlarının, sendika üyesi emekçileri seferber etmek gibi bir niyetleri olmadığı ortada. Bunun son kanıtını, 13-14 Şubat tarihlerinde İstanbul’da torba yasanın iptali sloganıyla gerçekleştirilen eylemlere temsilci düzeyinde dahi katılma gereği duymamaları gösterdi. Onlar, bunun yerine çeşitli yerlerde ahkam kesmeyi ve “biz mücadele ettik” yalanını tekrarlamayı tercih ettiler. Hatta aynı Türk-İş Başkanı Kumlu gibi DİSK Başkanı Çelebi de geri çekilen üç maddenin kendi eserleri olduğunu iddia ediyor! [2]
Sendika bürokratlarının bu alışılageldik ve bizce olağan tutumları bir yana, unutulmaması gereken önemli bir nokta da, DİSK ve KESK üyesi emekçilerin artık sendikalarına hiçbir güvenlerinin kalmamış olduğu gerçeğidir. Bu güvensizlik, emekçilerin kendilerine farklı mücadele kanalları aramaları sonucunu; yani, sendikal bürokrasinin aşılarak emekçilerin tabandan gelen inisiyatiflerinin yaşam bulmaya başlaması sonucunu yaratmış olsaydı elbette olumlu olurdu. Fakat aksine, sendika bürokratlarının yarattığı atalet sendika üyesi emekçilere egemen olmaya ve genel olarak mücadeleden uzaklaşma eğilimi yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu ise, hiç şüphesiz, sermaye sınıfı ve sendika bürokratlarının amaçlarına ulaşmaya başladıklarını, işçi sınıfı devrimcilerininse görevlerinin daha da zorlaştığını gösteriyor. Bu noktada, sendika üyesi emekçilerin, bürokrasinin yol açtığı yılgınlıkta kendi paylarının olup olmadığını atlamalarının, “her şey sendika bürokrasisi yüzünden” diyerek işin içinden sıyrılmak demek olduğunu da belirtmemiz gerekir.
Tüm bunlara rağmen, kendisini “sol”da ifade eden bazı siyasi grupların DİSK ve KESK’in sınıf mücadelesindeki gerçek rolünü teşhir etmek bir yana, hala onlara methiyeler düzen tutumlarını nereye koymalı? Bu gruplardan birinin internet haber sayfası sendika.org’da, DİSK’in 44. kuruluş yıldönümü üzerine yaptığı toplantıyı “DİSK 44. yılında mücadelede ısrarcı” [3] başlığıyla haber yapması üzerine yazılabilecek çok şey olsa da, bu siyasi tutumun eleştirisini, sanıyoruz ki yukarıda ifade ettiğimiz sendika ve sendika bürokrasisi eleştirisi yeterince yapıyordur.
Sendikal bürokrasi engelini aşabilmek için işçi sınıfının taban örgütlülüklerini inşa etmesi ne kadar gerekliyse, bir o kadar da Marksist perspektifi sınıf içerisinde yayacak bir araca ihtiyaç var. Sendika bürokratlarının ve sendikalist solun yıkıcı pratiği, işçi sınıfının Marksist partisi inşa edilmedikçe, sermayenin tahakkümünü yıkmak bir yana, onun saldırılarını püskürtmenin dahi mümkün olmadığını bir kez daha şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermiş bulunuyor.