Bilim insanları son dönemde dünya nüfusunun artışı konusunda ciddi araştırmalar yapıp bunların sonuçlarını içeren makaleler yayınlamaya başladılar. Bu çalışmaların ortak yönü dünyadaki nüfus artışının bu düzeyde devam etmesi durumunda yakın bir gelecekte dünya kaynaklarının bu nüfusu besleyemeyeceği yönünde. Yani bugünden başlayarak (hatta uyarılar dikkate alınarak daha önceden başlanmalıydı) acil önlemler alınması gerekiyor.
Bugünkü verilere baktığımızda geçen her saniyede 2–3 kişinin dünya nüfusuna eklendiğini düşünürsek dakikada yaklaşık 140, günde yaklaşık 200.000 kişi dünya nüfusuna eklenmekte. Bu verilerin yıllık karşılığında ise dünya nüfusunda yaklaşık 73 milyonluk bir artış olduğunu söyleyebiliriz. Bu her yıl yaklaşık Türkiye’deki kadar insanın dünya nüfusuna eklendiğini gösteriyor. Bu arada bu rakamların (büyük savaşlar ve afetler dışında) günlük ölüm sayısının çıkarılmasından sonraki rakamlar olduğunu vurgulayalım. Dünyada bu dönem verilerine göre her gün yaklaşık 328.000 doğum olurken, 134.000 ölüm olduğu hesaplanmakta.
Geçmiş yıllara ait tahmini veriler ışığında 1800 yılından sonra nüfus artışının hızlandığını ve bu artışın özellikle 1950 yılından sonra daha da arttığı görülüyor. (Tablo 1)
Tablo 1: Yıllara Göre Dünya Nüfusu
Yıllar Dünya nüfusu
1000: 310 milyon
1250: 400 milyon
1650: 500 milyon
1700: 610 milyon
1750: 790 milyon
1800: 980 milyon
1850: 1.260 milyar
1900: 1.650 milyar
1910: 1.750 milyar
1920: 1.860 milyar
1930: 2.070 milyar
1940: 2.300 milyar
1950: 2.520 milyar
1960: 3.020 milyar
1970: 3.700 milyar
1980: 4.440 milyar
1990: 5.270 milyar
2000: 6.060 milyar
Bu artışta genel olarak geçmiş yıl ve yüzyıllara oranla bilim ve teknolojinin gelişmesi, eğitimli nüfusun artması, daha iyi beslenme ve tıp alanında hastalıklara karşı çok önemli ilerlemeler kaydedilmesi önemli olmuştur.
Bu konuda son olarak National Geographic Türkiye dergisi, küresel nüfusun 2011 sonunda 7 milyar, 2045’te 9 milyara ulaşacağı haberini kapağına taşıdı. Dergi içerisindeki Robert Kunzig imzalı makale özetle dünyadaki nüfus artışına ilişkin geçmiş ve günümüzü kapsayan çarpıcı bilgiler ışığında bize bu durumun sürdürülemez olduğunu anlatıyor. Makalenin merkezine de dünyanın nüfusu en hızlı artan ülkelerinden Hindistan’ı alarak bu ülkeden izlenimler, araştırmalar ve veriler ışığında önemli bilgiler veriyor. Yazar nüfus artışına, yoksulluğa vurgu yapıyor ama bu durumun nasıl düzeltileceği konusunda sadece nüfus planlaması, doğum kontrolü, kısırlaştırma gibi bildik önlemleri sıralıyor. Makalenin sonunda da can alıcı soruyu soruyor: Dünya kaç kişiyi kaldırabilir? Bu soruya da yazı içerisinde hümanist bir yaklaşımla eğitim, karbon salınımının azaltılması, tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi gibi yanıtlar öneriyor. Oysa artık “klasik” diyebileceğimiz bu bakış açısından farklı bir çözümün ortaya konması gerekiyor.
Rakamlarla dünyada yoksulluk
Dünyada günümüzde 100.000.000 sınırına aşan 11 ülke bulunuyor. Bunlar arasında en çok nüfusa sahip ülke 1.313.973.713 kişi ile Çin. Bu ülkeyi sırasıyla 1.095.351.995 kişi ile Hindistan, 298.444.215 kişi ile ABD izliyor.
Tablo 2: Nüfusu 100.000.000’u Geçen Ülkeler
Ülke Adı Nüfusu
Çin: 1.313.973.713
Hindistan: 1.095.351.995
ABD: 298.444.215
Endonezya: 245,452,739
Brezilya: 188,078,227
Pakistan: 165,803,560
Bangladeş: 147,365,352
Rusya: 142,893,540
Nijerya: 131,859,731
Japonya: 127,463,611
Meksika: 107,449,525
Bugün 7 milyar olarak hesaplanan dünya nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşıyor. En fakir 48 ülkenin gayrısafi milli hasılası (GSMH), dünyanın en zengin 3 kişisinin servetinden daha az.
Yaklaşık 1 milyar insan, 21. yüzyıla, okuma yazma bilmeyerek girerken, dünyada silahlanmaya ayrılan paranın, sadece yüzde biri, yeryüzündeki tüm çocukları okula göndermeye yetmekte.
Her iki çocuktan biri, yani yaklaşık 1 milyar çocuk, yoksulluk içinde yaşarken, bu çocukların, 640 milyonu uygun barınma, 400 milyonu temiz içme suyu, 270 milyonu sağlık hizmetlerinden yoksundur.
Geçen sene, yaklaşık 11 milyon çocuk, henüz beşinci yaşına girmeden hastalık, açlık gibi nedenlerle ölüyor.
Kapitalist ekonomi politikaları sonucunda hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasında eşitsizlik derinleşmiş ve zengin ile yoksul arasındaki uçurum artmıştır. Yirmici yüzyılın başında kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasılada en zengin ile en yoksul arasındaki fark 22’ye 1 iken 2000 yılına gelindiğinde bu fark 267’ye 1’e kadar yükselmiştir.
Kapitalizmin dünyayı getirdiği bu noktada nüfus artışı ve bu artış sonucu oluşacak kıtlık insanlığın geleceği açısından son derece ciddi bir sorundur. Oysa biliyoruz ki bugün dünya kaynaklarının büyük bir bölümü çok küçük bir azınlığın kontrolünde ve bu sorunu daha da kronik hale getiren kapitalist metropollerde yaşayan bir avuç burjuvanın dizginlenemeyen kar ve bunun sonucu oluşan aşırı üretim hırsıdır.
Emperyalist küreselleşme politikaları çok uluslu şirketler aracılığıyla dünyayı bir avuç azınlığın refahı uğruna yağmalarken bu kaynaklarla aynı topraklarda yaşayan milyonlarca insan açlıkla ve yoksullukla boğuşuyor. Yakın bir gelecekte küresel ısınmanın (ki bu olgu da kapitalizmin kar hırsı yüzünden sürekli artmaktadır) sonucu olarak birçok ülkede deniz seviyesinin artmasından (Güneybatı Asya, Bangladeş başta olmak üzere) milyonlarca insanın kitlesel olarak göç etmek zorunda kalacağından söz ediliyor. Böylesine bir göçün sonuçlarının açlık, savaşlar ve kitlesel ölümlere yol açacağı artık kimse için sır değil. Yüzyıllarca yerüstü ve yeraltı kaynakları kapitalistlerce yağmalanan Afrika’da yerel kabileler arasında temelde toprak ve su ve doğal kaynaklar üzerinde olan savaşları “kabileler arasındaki feodal ya da dinsel çatışma” olarak aktaran burjuva basın bile artık bu gerçeği gizleyemiyor.
Tek çare sosyalizm!
Bugün gelinen noktayı Rosa Luxemburg ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ olarak özetlemişti. Ya dünya sosyalist bir merkezi planlama altında dünyanın bilinen tüm kaynaklarını var olan nüfusuna adil bir biçimde dağıtmak için harekete geçecektir ya da küçük bir azınlığın mutluğuna milyonlarca insanın yaşamını feda edecektir. Durum bu kadar basit ve nettir. Bugün böyle bir planlamanın yapılamayacağını, bunun ancak hayal olduğunu söyleyenlere emperyalizme hizmet eden teknolojinin boyutlarını incelemelerini öneririm. Binlerce kilometre uzakta üretim yapan bir fabrikanın tüm denetiminin bilgisayarlar yardımıyla denetlendiği, üretimin arttırılıp, azaltıldığı, dev uçaklar ve gemilerle son derece hızlı bir biçimde her yere ulaştırıldığı, toprağın gerekli teknoloji kullanıldığında 10 kat daha verimli hale geldiği bir dünyadan söz ediyoruz. Dolayısıyla dünyanın bugün geldiği teknolojik nokta tüm bu planlamanın altyapısını fazlasıyla oluşturmaktadır.
Bu durumu düzeltmeye aday kadrolar açısından “ezber bozan” en önemli konu bu durumun kapitalizm altında ve ulusal sınırlar içerisinde çözülemeyeceğinin kavranmasıdır. 21. yüzyılda hala ulusal sınırlar altında düşünmeye devam eden tüm hareket ve akımlar gericileşmeye ya da çökmeye mahkumdur. Dünyada ve Türkiye’deki kendisine sol-sosyalist diyen akımların, partilerin bu konulardaki politik refleksleri incelendiğinde durum daha da net bir biçimle görülecektir.
Artık “bu memleket bizim” sloganından kurtulup “bu dünya bizim” sloganının öne çıkartılmasının zamanı gelmiştir. Önderlerimizden Mustafa Suphi’nin 1920’li yıllarda dile getirdiği “milletim insanlık yurdum dünyadır” sözü Marksist devrimciler için bugün çok daha geçerlidir. Sorun dünya ölçeğinde bu sosyalist planlamayı yapmaya aday kadroların ortaya çıkması ve bir dünya partisi çatısı altında örgütlenmesidir.