İstanbul Valiliği’nin 1 Mayıs’ın İstanbul Taksim Meydanı’nda kutlanmasına izin vermeyeceğini açıklamasının ardından, Başbakan Erdoğan, Kadıköy’de de herhangi bir kutlamaya izin vermeyeceklerini açıklamış, daha sonra “son defa” olmak üzere Kadıköy için “izin verdiklerini” açıkladı. Bilindiği gibi, 1 Mayıs 2014 kutlamaları için, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB Taksim’i adres göstermiş; Türk-İş ise Kadıköy için başvuruda bulunmuştu.
Yıllardır, otoriter bir rejim kurma yönünde sistematik adımlar atan AKP iktidarının bu kararının yeni HSYK ve MİT yasalarının çıkartılması ile aynı döneme denk düşmesi bir rastlantı değildir.
AKP iktidarının 1 Mayıs için bir kez daha alan yasağına başvurması ve “gösterdiğim yerde yapın” tavrı, onun otoriter rejim değişikliği programının bir parçasıdır. Son yıllarda giderek hız kazanan polis devleti inşası programının bir ifadesi olan iktidarın keyfi yasakçı uygulamalarına işçi sınıfı kararlılıkla karşı çıkmalıdır.
Kapsamlı bir toplumsal karşı-devrim sürecinin bir parçası olarak gündeme gelen bu rejim değişikliği programı, egemen sınıfın, devrimci bir işçi sınıfı hareketini başlamadan denetim altına alma ve patlaması durumunda ise şiddetle ezme yönünde bir hazırlıktır.
Zira işçileri daha önce tanık olunmadık bir sefalete mahkum ederken, gençliğe yoksulluk, işsizlik, geleceksizlik ve hazırlıkları sürdürülen savaşlarda ölmek dışında bir seçenek sunmayan egemen sınıflar, bu programın ne tür toplumsal çalkantılara yol açacağının farkındalar.
Öte yandan, iktidar, burjuva medyası ve sözde “solcu” sendika bürokrasisi, sorunu 1 Mayıs’ın nerede kutlanacağı ile ilgiliymiş gibi göstermek için elinden geleni yapıyor. Sorunu bu şekilde koymak, işçi sınıfının dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmaktan ve yapay bir gündem oluşturmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu çaba, açıktır ki, yalnızca sermayenin ve AKP iktidarının ekmeğine yağ sürmektedir.
İşçi sınıfının gerçek gündemi, ifadesini artan işsizlikte, sefalette, toplumsal eşitsizlikte, yolsuzluklarda, Suriye’de yürütülen vekil savaşı politikasında ve polis devleti eğiliminde bulan toplumsal karşı-devrime nasıl karşı konulabileceğidir.
AKP iktidarının 11 yıldır uyguladığı bu program, dünya kapitalizminin yaşadığı derin krizle doğrudan bağlantılıdır ve ona yükselen militarizm ile doğrudan savaş tehlikesi eşlik etmektedir.
Uluslararası bankaların ve şirketlerin çıkarları doğrultusunda, 2008 krizinin ardından daha da yoğunlaştırılmış bir şekilde uygulanan bu program, başta emperyalist merkezler olmak üzere tüm dünyada uygulanıyor. Başını ABD’nin, Almanya’nın, Britanya’nın ve Fransa’nın çektiği bu programın amacı, kapitalizmin küresel krizinin bedelini uluslararası işçi sınıfına ödetmek ve toplumsal servetin olabildiğince büyük kesimini küresel mali oligarşinin elinde toplamaktır.
Küresel bankaların ve şirketlerin emrindeki emperyalist güçler ve onlarla işbirliği içindeki siyasi iktidarlar, içeride devasa bir polis devleti aygıtını inşa ederken, aynı zamanda, faşist güçlerle, her zamankinden açık bir işbirliğine giriyor. İşçi sınıfının sürmekte olan toplumsal karşı-devrime karşı olası kitlesel devrimci hareketini yıldırıp sindirmeyi ve patladığında ezmeyi amaçlayan bu gerici yönelimin kaçınılmaz bileşeni, militarizm ve savaştır.
Suriye’de radikal İslamcı güçler üzerinden örgütlenen emperyalist müdahale ve Ukrayna’da Şubat ayında faşistlerin önderliğinde gerçekleşen darbe, küresel mali oligarşinin, iflas etmiş olan kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunun son örnekleridir. Buna, on milyonlarca cana ve devasa bir ekonomik, sosyal ve kültürel yıkıma malolmuş olan I. Dünya Savaşı’ndan 100 ve II. Dünya Savaşı’ndan 75 yıl sonra, insanlığı, onlardan çok daha yıkıcı olacak yeni bir küresel yangına sürüklemek de dahildir.
Bütün bunlar, aynı zamanda, işçi sınıfının, bu yılki “uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü”nün gündeminin ne olduğunu gösteriyor.
1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günüdür. O halde, Türkiye işçi sınıfı ve gençlik, 1 Mayıs 2014’te çalışma ve yaşam koşulları yoğun saldırı altında olan Amerikalı, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı ve Avustralyalı kardeşleriyle dayanışmasını ifade etmelidir.
Bu yılki uluslararası dayanışmanın odak noktasında, başını ABD ile Almanya’nın çektiği emperyalistlerin Ukrayna’da faşist güçler önderliğinde örgütlediği darbenin ardından Kiev’de oluşturulan yönetime karşı mücadele eden Ukrayna işçi sınıfı bulunuyor.
Türkiyeli emekçiler ve gençlik, Ukrayna işçi sınıfının Kiev’deki ABD ve AB (“Almanya” olarak okuyun) yanlısı işbirlikçi yönetimin dayattığı IMF-AB programına karşı mücadelesini ve ülkenin doğusunda sürdürdüğü iç savaş politikasına karşı direnişi desteklemeli; NATO’nun Rusya’ya yönelik Doğu Avrupa’daki savaş kışkırtıcısı askeri yığınağını emperyalist bir saldırganlık olarak mahkum etmelidir.
3 yılı aşkın süredir Batılı emperyalist güçler ve Türkiye gibi bölge ülkeleri tarafından desteklenen ve yüz bini aşkın insanın ölmesine, milyonlarcasının evsiz yurtsuz kalmasına yol açan Suriye’deki vekil savaşına karşı tüm Suriyeli emekçilerle dayanışma ön plana çıkarılmalı ve “Suriye’den elinizi çekin!” sloganı haykırılmalıdır.
1 Mayıs, işçi sınıfının sermaye sınıfı ve onun iktidarına karşı mücadele günüdür. O halde, 1 Mayıs 2014, AKP iktidarına karşı mücadelenin yükseltildiği bir gün olmalıdır. AKP, 11 yıldır, toplumsal servetin kapsamlı bir şekilde el değiştirmesine yönelik bir program uygulamaktadır. Bu program uyarınca, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha önce görülmedik ölçüde kötüleşti, iş güvencesi ortadan kalktı, ücretler geriledi ve nüfusun büyük bölümü borç içinde yaşamaya başladı. AKP iktidarının 12. yılında, neredeyse her üç insandan biri açlık sınırının, halkın yüzde 90’dan fazlası ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Öte yandan, hem yerel yönetimlerin büyük bölümünü hem de merkezi iktidarı elinde tutan AKP, bu 11 yıl içinde bir “dost-ahbap kapitalizmi” yaratmış ve akıl almaz bir serveti kendi yandaşlarına aktarmıştır. 75 milyonluk bu ülkede, yalnızca 100 aile, toplam milli gelirin yaklaşık %30’unu elinde tutmakta; yalnızca 52 bin kişinin kişisel serveti, 353 milyar 700 milyon TL’yi bulmaktadır. Milyonlarca emekçinin sefalet içinde yaşadığı Türkiye’de, toplam serveti 50 milyar dolara yaklaşan 44 “dolar milyarderi” bulunuyor (AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, yalnızca beş “dolar milyarderi” vardı). 17 Aralık 2013’teki “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”, işte bu tablonun bir ürünüdür. O, yalnızca siyaset seçkinlerinin değil ama burjuvazinin geniş bir kesiminin de dahil olduğu çürümüşlüğün ve yozlaşmanın en son ifadesiydi.
AKP iktidarının, güçler ayrılığı üzerine kurulu burjuva parlamenter sistemi açık bir polis-istihbarat rejimine dönüştürmeyi amaçlayan hamleleri, Erdoğan’ın ya da bir başkasının “kötü” niyetinin değil; yukarıda belirttiğimiz gibi, egemen sınıfın, bu toplumsal yıkım, savaş ve yağma düzenine karşı kaçınılmaz biçimde yükselecek olan kitlesel işçi mücadelelerine karşı hazırlanma ihtiyacının ürünüdür.
Dolayısıyla, işçi sınıfı, yoksulluğa, yolsuzluklara ve baskılara karşı mücadelesini, yalnızca Başbakan Erdoğan ya da AKP karşıtlığıyla sınırlayamaz. Bu, AKP’yi kurup iktidara getiren egemen sınıfı ve onun üzerinde yükseldiği kapitalist sömürü sistemini hedefleyen siyasi bir mücadele olmalıdır.
Böylesi bir mücadeleyi örgütleyecek güç, açıktır ki, ülkeyi yönetmek için emperyalist merkezlerden ve bankalarla şirketlerden icazet alma peşinde koşan mevcut burjuva muhalefet partileri ya da onların “işçi-emekçi kolu” olarak faaliyet gösteren sendikal önderlikler olamaz.
Bu güçler, AKP iktidarlarının 11 yıldır sürdürdüğü işçi sınıfı düşmanı politikalara doğrudan ya da dolaylı olarak destek vermiş; işçi sınıfının ve gençliğin toplumsal yıkıma ve siyasi baskılara karşı mücadelesini boğmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Özetle, onlar, “emekçilerin elde kalan tüm kazanımlarını gasp etmek ve uluslararası işçi sınıfını kölelik koşullarına mahkum etmek için, küresel bankaların ve şirketlerin ardında hizaya girmiş durumda”lar. Onlar, iktidara gelip, mali sermayenin işçi sınıfı düşmanı toplumsal yıkım programını uygulamak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Bu gerici burjuva güçlerin başlıca yardımcıları, sendikal örgütlerdir. Kader birliği yaptıkları burjuva kesimler ve partiler arasındaki bölünmelere uygun biçimde parçalanmış bürokrasilerin egemenliğindeki bu çürümüş bürokratik yapılar, uzunca süredir, birer işçi hapishanesi haline gelmiş durumda. Onlarca yıllık pratik, sendikal örgütlerin, işçi sınıfını ve gençliği iflas etmiş olan kapitalist sistem sınırları içinde tutmak için elinden geleni ardına koymadığını yeterince kanıtladı. Bunun en açık son örneği, Gezi Parkı direnişi sürecinde gerek “Taksim Dayanışması” gerekse de “sendikalar” adıyla izlenen politikalardır.
İşçi sınıfının ezici çoğunluğu, tam da bu yüzden, sendikal önderliklere zerre kadar güvenmemektedir. Bürokratların gardiyanlığındaki sendikaların, önlerindeki yasal engeller büyük ölçüde kaldırılmış olmasına rağmen, işçi sınıfının yalnızca yüzde 5-6’lık bir kesimini barındırması da bu gerçekliğin bir ifadesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, işçi sınıfı ve gençlik, küresel bankaların ve şirketlerin çıkarları uğruna sürdürülen uluslararası toplumsal karşı-devrime, onun Türkiye’deki uygulayıcısı AKP iktidarına ve yeni bir emperyalist savaş tehlikesine karşı mücadelede yalnızca kendi gücüne güvenmeli; taban örgütlenmelerine dayanan yeni bir kitlesel işçi hareketi yaratmalıdır.
Modern tarihin bütün sınıf mücadelesi deneyimleri, işçi sınıfının, kapitalizmin yolaçtığı yıkıma başarıyla karşı koyabilmek için, öncelikle, bütün diğer sınıfların ideolojik-siyasi etkilerinden arınmış bağımsız bir siyasi özne olarak ortaya çıkması gerektiğini gösteriyor. Bu, enternasyonalist sosyalist bir perspektif üzerine kurulu devrimci bir programın ve partinin inşası demektir.
1 Mayıs 2014, bütün bu nedenlerden dolayı, işçi sınıfının, yükselen emperyalist militarizme, uluslararası toplumsal-karşı devrime ve AKP iktidarının bu yöndeki gerici uygulamalarına karşı mücadelesine önderlik edecek siyasi önderliğin yaşamsal önemini vurgulamaktadır.
1 Mayıs’a işçi sınıfının kapitalizme karşı uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak anlamını yeniden kazandırmak; tüm ekonomik ve toplumsal yaşamı, kar için değil ama tüm insanların gereksinimlerini karşılayacak şekilde, çalışanların demokratik denetimi altında uluslararası düzeyde yeniden örgütlemek için, bütün işçi sınıfı devrimcilerini, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nde (DEUK) cisimleşen bu önderliğin Türkiye ayağını inşa etmeye çağırıyoruz.