Sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırısı tüm dünyada yoğunlaşıyor. Bütün ülkelerin egemen sınıfları, emekçilerin elde kalan kazanımlarını da gasp etmek ve işçi sınıfını ağır sömürü koşullarına mahkûm etmek için bir cephe oluşturmuş durumda.
Obama yönetimi, ABD işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını yüz yıl öncesi duruma geriletmek için başlatmış olduğu kapsamlı saldırıyı, polis devleti uygulamaları eşliğinde sürdürüyor. Avrupa Birliği’nin (AB) emperyalist efendileri de aynı yolu izliyor. Avrupa işçi sınıfının bütün kazanımlarını ortadan kaldırmaya kararlı olan emperyalistler, Portekiz’in, İspanya’nın ve Yunanistan’ın ardından, şimdi de Kıbrıs’ı toplumsal bir harabeye çeviriyorlar. Bu, hükümetlerin, küresel bankaların ve tekellerin çıkarları doğrultusunda sürdürdükleri bir toplumsal karşıdevrimdir.
Emperyalist ülkelerdeki burjuva hükümetlerin içeride işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırısına, uluslararası düzeyde emperyalist yağma savaşları ve işgaller eşlik ediyor. Ortadoğu’da, Suriye’deki Baas rejimini devirmeye yönelik planlarını büyük ölçüde bölgedeki müttefiklerinin (Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve İsrail) üzerine yıkmış görünen ABD, Afrika’ya ve Asya-Pasifik bölgesine askeri yığınak yapıyor; Afganistan’da, Irak’ta ve Libya’da ona eşlik eden Avrupalı emperyalistler Afrika ve Ortadoğu’da yeni sömürgeci müdahalelerini arttırıyorlar.
İşçi sınıfına ve dünya halklarına yönelik bu saldırganlığın altında, şu ya da bu yönetici kesimin “kötü niyeti” ya da “sinsi planları” değil; kapitalizmin uzatılmış krizi yatmaktadır. Kapitalizm iflas etmiş durumda ve bu sistemin efendileri, onun kaçınılmaz çöküşünü durdurabilmek için, giderek daha fazla baskıya ve savaşlara başvurmak zorunda kalıyor.
Cumhuriyetçisinden Demokratına, Muhafazakârından Sosyal Demokratına ve “Sosyalist” maskelisine kadar bütün burjuva hükümetler aynı işçi düşmanı toplumsal karşıdevrim yolunu izliyor. Onlarca yıldır yaşadığımız bu durum, bir rastlantı değil; kapitalizmin insanlığa sunabileceği hiçbir ilerici “çözüm” kalmadığının kanıtıdır.
Yükselen kapitalist barbarlığa karşı, uluslararası ve sosyalist bir işçi sınıfı alternatifini yükseltelim!
****
AKP küresel sermayenin siyasi taşeronudur
AKP’nin yönetimi altında 11. yılını yaşayan Türkiye’deki durum, dünya çapında yaşanan gelişmelerden bağımsız değildir. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluk, sefalet ve baskı, önceki iktidarlar döneminde olduğundan çok daha fazla arttı. Çalışanlar, hiçbir zaman bu denli iş güvencesinden yoksun olmamış, zengin ile yoksul arasındaki uçurum hiçbir zaman bu denli derinleşmemiştir. Bankaların ve büyük şirketlerin kârları hiçbir dönemde bu denli yüksek olmamıştır.
Bu ülkede, neredeyse her üç insandan biri açlık sınırının, halkın yüzde 90’dan fazlası ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Buna karşılık, yalnızca 100 aile, toplam milli gelirin yaklaşık yüzde 30’unu alıyor. 70 milyondan fazla nüfusa sahip olan Türkiye’de, yalnızca 52 bin kişi, 353 milyar 700 milyon TL’lik kişisel servete sahip. Bankalardaki toplam mevduatların neredeyse yarısına sahip olan bu ayrıcalıklı azınlığa, son iki buçuk yıl içinde 18 bin kişi (kabaca üçte bir) katılmış durumda. Milyonlarca emekçinin sefalet içinde yaşadığı Türkiye’de, toplam serveti 50 milyar dolara yaklaşan 44 “dolar milyarderi” bulunuyor (AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, yalnızca beş “dolar milyarderi” vardı).
Türkiye’nin gerçek efendileri bunlardır ve AKP, aynı bütün önceki hükümetler gibi, ekonomik ve toplumsal yaşama egemen olan bu mutlu azınlığa hizmet etmekte, onların çıkarlarını savunmaktadır.
Bu küçük azınlık, uluslararası şirketler ve bankalar ile sıkı ilişki içindedir ve onların taşeronudur. AKP iktidarının, emperyalizmin Türkiye’deki ve bölgedeki siyasi taşeronluğunu yapmasının ardında, bu uluslararası ekonomik bağlar yatmaktadır.
Yukarıda özetlediğimiz tablo, Türkiye burjuvazisinin, AKP iktidarının toplumsal yaşama dinsel dogmaları egemen kılmayı amaçlayan gerici politikalarına verdiği desteğin nedenini de açıklıyor. Sözde “çağdaş”, “demokratik” ve “laik” burjuvalar, emekçi kitlelerin mahkûm edildikleri sefalete sessizce boyun eğmesinde dinin taşıdığı önemi çok iyi bilmektedirler.
Bu egemenler, AKP iktidarının polis devleti uygulamalarından da rahatsız değiller. Çünkü onlar, emekçi kitlelerin mevcut sessizliğinin, ekonomik kırılma anında nasıl bir öfkeye dönüşeceğinin de farkındalar. Bu yüzden, onlar, ayağa kalkacak olan kitlelere önderlik yapabilecek kesimlerin şimdiden polis terörü yoluyla sindirilmesini ve servetin bekçiliğini yapacak güçlü bir polis örgütünün yaratılmasını gönülden destekliyorlar.
Burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçilere sunabileceği olumlu hiçbir şey yoktur!
****
AKP’nin “barış”ı işçi sınıfına ve Ortadoğu halklarına karşı savaş hazırlığıdır
AKP iktidarı, içeride adım adım gerçekleştirdiği toplumsal karşıdevrimi ve emperyalizmin bölgesel taşeronluğu rolünü, “demokrasi” ve “barış” gibi sloganlar eşliğinde sürdürüyor. Başlangıçta “masum” görünen bu sloganlar, bütün burjuva devletlerin emekçi kitleleri gerici ve saldırgan politikalara yedeklemek için başvurduğu alışıldık yalanlardır. AKP iktidarının “barış ve demokrasi” söylemi, daha ağır baskıların ve savaşların habercisidir.
Devlet güçleri ile PKK arasındaki çatışmaların sona ermesi, gençlerin bu çatışmalarda ölümünün sonlanması, bir başına alındığında, kuşkusuz, hiç kimsenin karşı çıkmayacağı olumlu bir gelişmedir. Bununla birlikte, bu durum, AKP iktidarının PKK ile yaptığı anlaşmanın küresel bankalar ve şirketler ile onların –Türk, Kürt vb.– yerel taşeronlarının sınıfsal çıkarları temelinde gerçekleştirildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Söz konusu anlaşma, aynı zamanda, ABD’nin dünya kapitalizmi için büyük önem taşıyan enerji kaynakları üzerinde denetim kurma hesaplarıyla da bağlantılıdır. Ortadoğu’nun ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden biçimlenmesi, emperyalist yağmadan pay kapma hesabı içindeki Türkiyeli egemenlerin iştahını kabartmıştır.
Bu proje, Kürt egemen sınıflarının önemli bir kesiminin desteğini almış durumda. PKK’nin de resmen kabul etmiş olduğu bu projenin ilk somut sonucu, PKK’nin Suriye’deki “kardeş örgüt”ü PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) Esad güçleriyle çatışmaya başlaması ve emperyalist destekli “muhalefet” güçlerine yaklaşması oldu (bu arada, ABD’li Kürt iş adamı Gassan Hito, Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Güçler Koalisyonu (SMDK) tarafından “geçici hükümet başkanı” seçildi). Suriye’deki bu gelişmeler rastlantı değildir. Ankara-İmralı anlaşması Suriye’deki Kürt önderliğinin Batılı emperyalist destekli cepheye dahil edilmesini hızlandırmıştır.
Benzeri bir süreç, Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile Bağdat’taki merkezi hükümet arasındaki ilişkilerde yaşanıyor. Ankara ile geliştirmiş olduğu güçlü ekonomik ve siyasi ilişkilere yaslanan KBY, AKP ile PKK arasında sağlanan anlaşmada son derece önemli bir rol oynamaktadır. AKP iktidarının KBY’nin petrol ve doğalgazını Türkiye üzerinden dünya piyasalarına sürme konusunda Kürt egemenleriyle varmış olduğu anlaşma, merkezi hükümetle KBY arasındaki söz konusu gerginliği iyice arttırdı. Ancak bu gerginlik, Bağdat yönetimini İran’ın kucağına atma kaygısından hareket eden ABD’nin müdahalesi sonucunda Ankara’nın geri adım atmasıyla şimdilik yatışmış görünüyor.
Özetle, AKP ile PKK arasında sağlanan anlaşma, basitçe, yaklaşık 30 yıldır süren ve binlerce insanın yaşamına, yüz binlercesinin yerlerini-yurtlarını terk etmesine yol açan “çatışmalara son vermek” ile sınırlı değildir. AKP ile PKK arasında sağlanan anlaşma, Türkiyeli egemenlerin, “Misak-ı Milli”yi “İslam bayrağı” altında gerçekleştirmeyi amaçlayan, burjuva gerici ve yayılmacı projesinin parçasıdır.
Ortadoğulu emekçileri ve gençleri Filistin’de, Irak’ta, Lübnan’da birbirini boğazlamaya sürükleyen emperyalistler ile yerel egemenlerin sınıfsal çıkarları, bir bütün olarak bölgeyi, yıkıcı bir savaşa doğru sürüklemektedir.
ABD emperyalizminin bölgesel egemenlik planlarında kendilerine iyi bir yer arayan Türk ve Kürt mülk sahibi sınıflar arasında sağlanan “barış”, bütün bu nedenlerden dolayı, işçi sınıfını ve Ortadoğulu halkları tehdit eden emperyalist savaş hazırlıklarının bir parçasıdır ve bu savaşı yakınlaştırmaktadır.
Kürt halkının özgürlüğü ve diğer halklarla eşitliği, yalnızca, işçi sınıfının uluslararası birliği ve önderliği temelinde gerçekleştirilecek işçi devrimlerinin ürünü sosyalist bir Ortadoğu federasyonunun altında gerçekleşebilir.
****
AKP-PKK anlaşması sermayeye hizmet ediyor
AKP-PKK anlaşması, uluslararası bankaların ve tekellerin Türkiye işçi sınıfına boyun eğdirme, Kürtlerin yaşadığı toprakları küresel sermayenin yağmasına açma ve Kürt emekçileri azgınca sömürme planlarının ifadesidir.
“Kürt sorunu”nun çözümü ya da o yönde önemli bir adım olarak sunulan AKP-PKK anlaşması, Türk ve Kürt mülk sahibi sınıflar arasında emperyalizmin gözetiminde sağlanmış çürük ve gerici bir barıştır; o, yalnızca sermayeyi özgürleştirmeyi amaçlamaktadır.
Küresel şirketler ve onların yerel taşeronları, Kürtlerin yaşadığı toprakların doğal kaynaklarını yağmalama ve emekçileri azgınca sömürme özgürlüğünün tadını çıkarmanın hesabı içindeler. Türk kapitalistlerinin, ilk elde KBY’yi ve Suriye’nin kimi bölgelerini kapsayan bölgesel egemenlik hayalleri eşliğinde yaşama geçirmek istediği bu “barış”, kaçınılmaz biçimde, Kürt emekçilerinin insanlık dışı koşullar altında sömürüsüyle ve ona eşlik eden devlet terörüyle tamamlanacaktır. Küresel ve yerli sermayenin şimdiden iştahını kabartan bölgedeki ucuz işgücü kaynağı, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla dizginsizce sömürülecek ve bu, Kürt emekçileri ve yoksul köylülerinin “özgürleşmesi” olarak sunulacaktır.
AKP’nin bütün bu politikaları, “bireysel özgürlükler”in ve –etnik, dinsel, mezhepsel vb.– “kimliklerin tanınması” maskesi altında gizlenmektedir. Etnik, dinsel, kültürel vb. kimlik politikalarını ön plana çıkartan sermaye ve iktidar, emekçileri bölmeye, toplumsal yaşamı belirleyen temel etmen olan sınıf kimliğini kafalardan silmeye ve değersizleştirmeye, hatta bir “terör” unsuru olarak göstermeye çalışıyor.
Kürt emekçilerinin karşı karşıya olduğu tehlikeler, başta Türkler olmak üzere bütün işçilerin sorunudur.
Etnik, kültürel vb. burjuva kimlik politikaları, gerçekte, emekçilerin sermayenin çıkarları doğrultusunda bölünmesine ve ilk önemli krizde birbirini boğazlamasına zemin hazırlamaktadır.
Sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının birleşik sosyalist örgütlenmesini ve mücadelesini yükseltelim!
***
Sendika bürokrasileri sermayenin hizmetinde
AKP iktidarının “demokrasi”, “özgürlük”, “eşitlik”, “barış” vb. sloganlar eşliğinde 10 yıldır sürdürdüğü toplumsal karşıdevrimin bir parçası haline gelmiş olan sendikal örgütler, iktidarın “akil insanlar” heyetine en üst düzeyde temsilciler vererek, tekelci sermayenin “çözüm” sürecinde doğrudan görev alıyorlar. KESK Genel Başkanı Lami Özgen ile Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, AKP’nin işçi kolu konumundaki Hak-İş’in Genel Başkanı Mahmut Arslan ile yan yana, AKP’nin propaganda grubunda görevli.
DİSK’in, AKP’nin 63 kişilik “akil insanlar” heyetinde adı yer alan önceki Genel Başkanı Erol Ekici ise bu kervana katılmadı. Ama bu katılmamanın ilkeli hiçbir gerekçesi yoktur. Ekici’nin bahanesi, 6-7 Nisan günleri toplanan “genel kurulda ne olacağının bilinmemesi”ydi. Asıl neden, elbette, bu değildi. Güçlü bir Türk milliyetçisi kanadı içinde barındıran DİSK’in bürokrasisi, ne AKP-PKK anlaşmasına açık destek verebiliyor ne de göbekten bağımlı olduğu tekelci sermayeyi ve AKP iktidarını karşısına alabiliyor. O, aynı CHP yönetimi gibi, “ortada” oynamaktadır.
1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikal önderlikler, başta Kürtler olmak üzere, Türkiyeli işçileri küresel sermayenin ve onun yerli taşeronlarının azgın sömürüsüne tabi kılmayı amaçlayan toplumsal karşıdevrimde yeni bir aşamayı ve Türkiyeli egemen sınıfların Irak ve Suriye’ye yönelik yayılmacı emellerini ifade eden bu anlaşmada, hükümetin emrindedirler.
1 Mayıs’ı AKP-PKK anlaşması belirliyor
Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarının en önemli özelliği, AKP-PKK arasında sağlanan uzlaşmanın damgasını taşımasıdır.
AKP-PKK anlaşması, bütün sendikal örgütleri bölmüş durumda. Sendika bürokratlarının bir kesimi AKP-PKK anlaşmasının ardında hizaya geçerken, diğer kesimi, Türk milliyetçisi “ulusalcı” kanadın (MHP, İP, CHP’nin bir kanadı vb.) dümen suyunda gidiyor. Sendika bürokrasisi içinde yaşanan bu ayrışmanın işçi sınıfının çıkarlarıyla ilişkisi yoktur; her iki taraf da mülk sahibi sınıfların bir kesimine yaslanmaktadır.
İşçileri ve gençliği ABD-AB destekli bu gerici projeye kazanmak için kent kent dolaşan sendikacılar, söz konusu anlaşmanın bütün sendikalarda bir bölünmeye yol açtığının farkındalar. AKP-PKK barışı, 1 Mayıs’ı düzenleyen konfederasyonları da bölmüş durumda. KESK’in –elbette DİSK bürokratlarıyla anlaşarak– 15 Nisan tarihinde tavrını değiştirdiğini ve 1 Mayıs’ın, Memur-Sen ile Kamu-Sen’i dışta bırakacak şekilde, ITUC üyesi konfederasyonlar (Türk-İş, Hak-İş, KESK, DİSK) önderliğinde kutlamayı önerdiğini; bunun ardından, 1 Mayıs düzenleme komitesinin dağıldığını biliyoruz. 1 Mayıs’ı, Hak-İş Karabük’te, Memur-Sen ise Çanakkale’de kutlayacak; “1 Mayıs’ta Taksim’deyiz” açıklaması yapan Türk-İş, DİSK ve KESK üçlüsünün ne yapacağı ise henüz bilinmiyor.
Bilinen tek şey, bu üç konfederasyonun yöneticilerinin işçileri satma konusunda son derece uzmanlaşmış oldukları ve bütün adımlarını iktidarın bilgisi dahilinde attıkları.
Danışıklı dövüş
İstanbul Valiliği’nin 25 Nisan günü yaptığı açıklamada Taksim’de kitlesel kutlamaya izin verilmeyeceğini söylemesi ve sendikalara Kazlıçeşme’de ya da başka bir yerde kutlama teklifinde bulunması; DİSK’in ve KESK’in sözde “solcu” bürokratlarının da, “1 Mayıs’ı kitlesel biçimde Taksim’de kutlayacağız” çıkışını yapması, danışıklı bir dövüştür. Bütün bu açıklamalar, toplumsal karşıdevrimin rejim değişikliğiyle ve yayılmacı politikalarla tamamlanması yönünde somut adımlar atıldığı böylesi kritik bir dönemde gerçekleşen 1 Mayıs kutlamalarının içeriğinin boşaltılmasına ve gerçek sorunların üzerinin örtülmesine hizmet etmektedir. İşçi sınıfının sermaye ve AKP karşıtı somut taleplerinin yerini, “1 Mayıs nerede kutlanacak?” tartışması almaktadır.
Şimdi “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacağız” resti çeken sendikal önderlikler, Taksim’de birkaç ay önce başlayan kazı çalışmalarının 1 Mayıs’ın kitlesel bir şekilde kutlanmasını engelleyeceğini elbette biliyorlardı. Ama onlar, “kentsel dönüşüm” çerçevesinde başlatılan bu çalışmayı durdurmak ya da 1 Mayıs sonrasına erteletmek için parmaklarını bile kımıldatmadılar. Çünkü sendikalar, 1 Mayıs’ın kitlesel bir şekilde kutlanmasını istemiyorlar. Bunda da, kendilerince haklı nedenleri var.
Sendikaların ve siyasi partilerin ortak katılımıyla kitlesel olarak kutlanacak bir 1 Mayıs, kaçınılmaz biçimde, artan toplumsal eşitsizliğe, AKP iktidarının gerici politikalarına ve savaş hazırlıklarına karşı taleplerin seslendirileceği bir protesto hareketini tetikleyebilirdi. Bürokratların, işçi sınıfının ve gençliğin birikmiş öfkesini denetim altına alamayacağı böylesi bir 1 Mayıs, sermayenin ve iktidarın hizmetindeki sendika bürokrasilerinin en son isteyeceği şeydir.
Bu yüzden, sendika bürokratları, işçileri kendi çıkarları doğrultusunda böldüler. Böylece, işçilerin bir kesimi ağırlıklı olarak Türk milliyetçisi burjuva muhalefete; bir kesimi de açıkça iktidara yedeklenmiş oldu.
Türk-İş, DİSK ve KESK önderliğinde İstanbul’da Taksim’de kutlanacağı açıklanan 1 Mayıs’a da –nerede ve nasıl kutlanırsa kutlansın– yine AKP-PKK anlaşması damgasını vuracak; işçi sınıfının bağımsız devrimci taleplerinin yerini, sendika bürokratlarının ve onların kuyruğundaki küçük burjuva liberal solun bu gerici anlaşmayı destekleyen söylemleri alacaktır.
Özellikle DİSK’in ve KESK’in “Taksim’den başka alternatifimiz yok” türü göstermelik açıklamaları hiç kimseyi yanıltmasın: Çok sayıda küçük burjuva solcu grubun gönüllü olarak hizmet ettiği DİSK ve KESK bürokrasisinin asıl “derdi”, bu gruplar dolayımıyla diğer ortakları ve AKP iktidarı karşısında pazarlık payını yükseltmek, AKP-PKK anlaşmasına verdikleri açık desteğin üstünü örtmek ve gerçekte paramparça olmuş “solcu” maskesini korumaktır.
1 Mayıs’ı sendikaların denetiminden kurtarmak gerekiyor
Toplumsal Eşitlik’in –ve önceli Sosyalizm’in– yayın kurulu, 2010 yılından bu yana sendikalar önderliğinde Taksim’de gerçekleşen resmi 1 Mayıs’lara ilişkin değerlendirmelerinde, onların “burjuva liberal ideolojik-siyasi hegemonya altında” kutlandığını vurgulamış; 1 Mayıs’ın “uluslararası sosyalist devrim yolunda ilerleyen işçi sınıfının uluslararası burjuvaziye karşı bir gövde / güç gösterisi” haline getirilmesi gerektiğinde ısrar etmişti.
Yayın kurulumuz, geçen yıl Taksim’deki kutlamalara damgasını vuran şeyin, işçi sınıfının bağımsız ve devrimci talepleri değil, her türlü liberal, reformist ve sosyal demokrat eğilimin çok sesli korosu olduğu tespitini yapmış ve “1 Mayıs’ın devrimci anlamda kutlanabilmesinin başlıca koşulu”nun “işçi sınıfının burjuva ve küçük burjuva ideolojik-siyasi önderliklerden kurtulması” olduğunu vurgulamıştı. Aradan geçen bir yıl içinde yaşananlar ve işçi sınıfının bugün karşı karşıya olduğu durum, bu tespitimizi doğrulamaktadır.
Bütün gelişmeler, İstanbul’da Türk-İş, DİSK ve KESK önderliğinde gerçekleşecek olan 1 Mayıs kutlamasının, hem sendika bürokrasileri hem de onlar ile AKP iktidarı arasında yaşanan bilinçli bir “kayıkçı kavgası” eşliğinde, sınıfsal içeriğinden arındırılmış biçimde gerçekleşeceğini gösteriyor. 1 Mayıs 2013’e, işçi sınıfının işsizliğe, sefalete, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, gasp edilen haklara, siyasi baskılara ve yükselen savaş tehlikesine karşı toplumsal eşitlik ve sosyalizm talepleri değil; sendika bürokratlarının ve onların küçük burjuva izleyicilerinin “barış” ve “demokrasi” üzerine ikiyüzlü söylevleri egemen olacaktır.
İşçi sınıfı eksenli 1 Mayıslar için
İşçi sınıfı sosyalistleri, kural olarak, bütün kitlesel işçi eylemlerine katılır, oralarda sosyalizmin propagandasını yaparlar. Bu katılım, gerici sendikal önderlikler tarafından düzenlenen kitlesel gösteriler için de geçerlidir. Ancak bu katılım, söz konusu önderliklere yedeklenmek anlamına gelmez; tersine, onların acımasızca teşhirini ve işçilerin devrim ve sosyalizm davasına kazanılmasını amaçlar. Yani, Marksistler, kendi bayraklarının, talep ve sloganlarının başka sınıfların ve sendika bürokrasilerininkilerle karıştırılmasına asla izin vermezler. Bu ilkesel duruş, 1 Mayıslar için de geçerlidir.
1 Mayıs’ın Taksim 1 Mayıs Alanı’nda kutlanması, bir avuç devrimci ve sosyalist işçi ile gencin 30 yıl süren ısrarlı mücadelesi sonucunda, polis ile çatışarak ve can vererek elde edilmiş bir kazanımdı. Sendikal önderlikler, yıllar süren o mücadeleleri dudak bükerek, hatta devrimci işçileri ve gençleri “terörist” ya da “provokatör” olarak damgalayarak, uzaktan seyrettiler.
Ancak bu kazanım elde edildiğinde, 1 Mayıs kutlamaları, yeniden sendika bürokrasilerinin tekeli altında kutlanmaya başlandı. 1 Mayıs’ın sendika bürokrasileri tarafından gasp edilmiş ve zararsız bir şenliğe dönüştürülmüş olmasında, kuşkusuz, onların sahip oldukları örgütlülük ve arkalarındaki devlet desteği belirleyiciydi. Bununla birlikte, ulusalcı ve liberal küçük burjuva solu, işçilerin ezici çoğunluğunun nefret ettiği sendika bürokrasilerinin 1 Mayıslar’a egemen olmasına son derece önemli bir katkıda bulunmuştur.
Bu küçük burjuva solunun ayırt edici özelliği, işçi sınıfını halk kitlesi içinde eritmesi; işçi sınıfı dendiğinde onun sendikalarda örgütlü çok küçük bir azınlığını anlaması; ulusal korumacı dönemin ürünü olan sendikaların son otuz yıl içinde geçirmiş olduğu niteliksel dönüşümü yok saymasıdır. Onlar, sendikaları işçi sınıfının tek kitlesel örgütlenmesi olarak görür ve onlara evrensellik atfeder; işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelede yeni kitlesel örgütlenmeler yaratabileceğini aklına bile getirmez; nihayet, işçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı mücadeleyi yalnızca enternasyonalist-sosyalist bir perspektifle verebileceğini reddederler.
Bu “sol”, işçi sınıfını, insanlığın karşı karşıya olduğu bütün sorunları çözecek biricik devrimci özne olarak değil; “devrimci” küçük burjuvalar, gerillalar, darbeci subaylar ya da “demokrat” burjuva önderlikler tarafından kurtarılacak bir kitle olarak görür.
Her renkten küçük burjuva sol önderliğin, sendika bürokrasisinin şu ya da bu kanadına yedeklenmesinin ardında, bu karakteristik özellikler yatmaktadır. Sendika bürokrasileri dolayımıyla gerçekte şu ya da bu muhalif burjuva partisine ya da siyasi iktidara yedeklenen küçük burjuva sol önderliklere bu karakteri kazandıran etmen ise, onların maddi çıkarlarıdır.
Türk-İş, KESK ve DİSK önderliğinde İstanbul’da örgütlenen 1 Mayıs, ister Taksim’de ister başka bir yerde kutlansın, tam da iktidarın istediği şekilde, burjuva “barış süreci”ne yedeklenmiş ve kitlesizleştirilmiş bir şekilde gerçekleşecek.
Mevcut durum, işçi sınıfı sosyalistlerinin bu yılki resmi 1 Mayıs kutlamalarına katılarak orada işçi sınıfının enternasyonalist devrimci taleplerini yükseltmesini; devrim ve sosyalizm bayrağını ayırt etmesini olanaksız kılmış durumda. Dahası, böylesi bir girişim, sermayeye, devlete ve sendika bürokrasilerine hizmet edecek olası bir provokasyona da kapı aralamak anlamına da gelecektir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, Toplumsal Eşitlik yayın kurulu, 1 Mayıs’a dergi çevresi olarak katılmama kararı almıştır.
1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için on yıllardır mücadele eden bir geleneğin izleyicisi olan bizler, 1 Mayıs’ın yasallaşması ve Taksim’de kutlanması uğruna verilen mücadelenin başarıya ulaşmasının ardından, sendika bürokrasilerinin açıkça iktidarın hizmetine girdiği bu 1 Mayıs’la birlikte, yeni bir aşamaya geçildiğini düşünüyoruz. Bu, 1 Mayıs’ın, tekelci sermayenin AKP eliyle sürdürdüğü toplumsal karşıdevrimde açıkça görev alan sendikal önderliklerin elinden alınması aşamasıdır.
Sosyalist işçileri ve gençleri, yüzlerini işçi sınıfının ezici çoğunluğuna çevirmeye; bütün enerjilerini, işçi sınıfının sermayenin ve sendika bürokrasilerinin ideolojik-siyasi hegemonyasından kurtulması, yeni türde devrimci kitlesel örgütlenmeler yaratılması üzerinde yoğunlaştırmaya çağırıyoruz.
İşçi sınıfının enternasyonalist-devrimci 1 Mayıslar’ı, mülk sahibi sınıfların bütün kesimlerinden bağımsız, Marksist bir işçi sınıfı partisinin inşasını hedefleyen uzun ve zorlu bir mücadelenin ürünü olacaktır.
***
Toplumsal eşitlik için işçilere gerçekleri söyleyelim
AKP-PKK anlaşması, on yıllardır azgın bir devlet terörünün eşlik ettiği yoğun işsizlik ve yoksulluk koşullarında yaşamış olan Kürt emekçileri içinde büyük bir destek bulmuş durumda. Kürt emekçilerinin ve yoksul köylülerinin “ekmek, özgürlük ve barış” talebi meşrudur ve bütün sosyalistler tarafından desteklenmelidir. Bununla birlikte, sosyalistlerin başlıca görevi, silahların susması sonucunda sağlanan “barış”ın sınıfsal özünü açığa vurmak; işçilerin, Türk ve Kürt mülk sahipleri arasında anlaşma sağlanan burjuvazinin yayılmacı programına yedeklenmesini önlemektir.
Küresel şirketlerin bölgesel taşeronluğuna soyunmuş olan Türk ve Kürt mülk sahibi sınıflara ve onlar arasında AKP iktidarı eliyle sağlanan barışa “demokratik” ve “özgürlükçü” makyaj yapmak; ona sahip olmadığı ve asla olamayacağı “ilerici” işlevler yüklemek, işçi sınıfı sosyalistlerinin işi değildir.
Sosyalistler, etnik ve kültürel kökenine bakmaksızın bütün emekçilerin yeminli düşmanı olan AKP iktidarının gerçekleştirmeye çalıştığı “barış”ın ardında yatan küresel ve yerel sınıfsal çıkarları ortaya koymak; Kürt işçilerini ve yoksul köylülerini, kendilerini bekleyen tehlikeler konusunda uyarmak zorundadırlar.
* Ulusal baskı ve eşitsizliğin kaynağı, kapitalizm ve onun üzerinde yükselen burjuva devletlerdir. Bu kaynak ortadan kaldırılmadıkça, ulusal sorunun geçmişte “çözülmüş” olduğu ülkelerde gördüğümüz gibi, etnik, dini vb. ezme-ezilme ilişkileri burjuva çıkarlar doğrultusunda ve emekçileri bölmek için yeniden üretilecektir. Bu yüzden, burjuvaziyi devirmek, kapitalizmi ve ulusal sınırları ortadan kaldırmak gerçek demokrasinin hayata geçmesinin başlıca koşuludur. Bu koşul, yalnızca tüm ülkelerden ve uluslardan işçi ve emekçilerin birliği ve proleter devrimleriyle gerçekleşebilir.
* Dil, din, etnik köken, cinsiyet vb. bütün farklılıkları içinde barındıran uluslararası bir özne olarak işçi sınıfı, aynı zamanda, bütün yaşam araçlarının yaratıcısıdır. Ama işçi sınıfı, yarattığı servetin paylaşımında söz sahibi değildir. İnsanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerin ürettiği servet, bir avuç kapitalistin ve onların hizmetindeki yöneticilerin cebine gidiyor; emekçilerin yaşam koşulları hızla kötüleşirken, en tepedeki mutlu azınlık tarihte görülmedik ölçüde bir servete el koyuyor.
* Bu durumu değiştirmenin tek yolu, daha fazla kâr dürtüsüyle işleyen kapitalist sömürüye son vermek ve üretimi insanların gereksinimleri doğrultusunda gerçekleşecek şekilde yeniden örgütlemektir. Bu, küresel bankalar ve şirketler ile onların yerli uzantılarının çıkarlarını ifade eden siyasi programların yerini işçi ve emekçilerin çıkarlarını savunan kapsamlı bir toplumsal eşitlik programının alması demektir.
* Toplumsal eşitlik programı, bütün küresel şirketlerin, bankaların, büyük işletmelerin, madenlerin, vb. tazminatsız kamulaştırılması; bölgeler arasındaki ekonomik farklılıkların giderilmesi; bütün kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, barınma, elektrik, su, ulaşım, iletişim vb.) ücretsiz sağlanması; dolaylı vergilerin aşamalı olarak kaldırılmasını ve bir servet vergisinin uygulanması; zorunlu askerliğin kaldırılması; polis örgütünün lağvedilmesi ve onun yerini yerel milislerin alması; kamu görevlileri ile işçilerin gelirleri arasındaki farklılıkların giderilmesi ve seçilenlerin her an görevden alınabilmesi gibi, kapsamlı ekonomik ve siyasi önlemleri içerir.
* İşçi sınıfının, kapitalist sömürüye ve barbarlığa son vermeyi amaçlayan toplumsal eşitlik programının bir ülkenin sınırları içinde zafere ulaşması mümkün değildir. Bu yüzden, onu uygulayacak olan işçi iktidarı, diğer ülkelerin işçilerini bir sosyalist devletler federasyonu altında birleştirmek için, bu toplumsal devrimi yaymaya çalışmak zorundadır.
* İşçi sınıfının böylesi bir programı yaşama geçirebilmesi için, onu cisimleştiren sosyalist bir önderliğe sahip olması; işyerlerinden başlayarak devrimci kitlesel örgütlenmesini (işçi meclisleri/konseyleri) yaratması ve siyasi iktidarı alması gerekiyor. Çünkü kapitalist sömürüyü (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ve kâr sistemini) ortadan kaldırmayı amaçlayan toplumsal eşitlik programı, işçi sınıfı adına bir başka güç tarafından değil; yalnızca, işçiler tarafından ve kitlesel seferberlikler dolayımıyla gerçekleştirilebilir.