Geçtiğimiz hafta 30 Ağustos’u geride bıraktık. Genelkurmay Başkanı’nın bu gün üzerine yaptığı açıklama tam da “Kürt açılımı” adı verilen sürece denk düştü ve bu konu üzerinde belirli siyasi mesajlar içeriyordu. Bu açıklama ve “Kürt açılımı” sürecinin değerlendirilmesi başlı başına ayrı bir yazı konusu. Bizim burada asıl ele almak istediğimiz ise, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamasında öne çıkan ve sloganlaştırılan “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” ifadesi üzerinden şekillenen, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) 30 Ağustos açıklaması.
Başlarken şunu belirtmekte yarar var; neredeyse her ülkede “ulusal bayram” adı altında bayramlar var; geçmişteki burjuva devrimlerinin yıldönümlerinde; sömürgecilikten kurtulan ya da emperyalist işgale uğramış ülkelerde. Bu bayramların ulusal olması onları sınıflardan muaf kılmıyor, bunu biliyoruz. Türkiye’de de 30 Ağustos, ulusal kurtuluş savaşının kazanıldığı günü ifade ediyor. Marksistler, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva karakter taşıdığını ve -belirli bir tarihsel dönemde- bir burjuva ulus-devlet kurmaya hizmet ettiğini yüz elli yılı aşkın süredir ifade ederler. Dolayısıyla, proletarya enternasyonalizminin savunucuları olarak Marksistler hiçbir zaman burjuva sınıfının -aslında kendi bayramı olan ama tüm halka herkesinmiş gibi benimsettiği- bayramlarını kendi bayramları olarak görmezler. İşçi sınıfının ve Marksistlerin “ulusal” bir bayramı yok, çünkü işçi sınıfının yurdu-vatanı yok. Onun “bayram” adı altında “kutlanan” kimi önemleri günleri de asıl olarak burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede sonucunda ortaya çıkan günler.
Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sınıf perspektifinin enternasyonalist Marksistlerin görüşlerini ifade ettiğini tekrar belirtmek gerekiyor. Çünkü, kendisine “sosyalist, komünist” diyen kimi akımlar dünyaya ulusalcı-yurtsever küçük burjuva sınıfının gözünden bakıyorlar ve onların anlayışı savunduğumuz yaklaşımın tam karşıtı.
Oportünizmin Muğlaklığı
Oportünistlerin belirleyici özelliklerinden biri olarak muğlaklık, TKP’nin 30 Ağustos açıklamasına* şekil veriyor. “Yurtseverlik ve bağımsızlık” ideolojileriyle şekillenen Türkiye solunda, TKP’nin gerçektende bu burjuva sloganlarını en net şekilde savunan parti olduğunu belirtmemizde yarar var. Bunu belirtmemizin nedeni, TKP “Yurtsever Cephe”yi kurduğunda ona saldıran tüm Stalinist grupların da “yurtsever” oldukları gerçeğini gizlemeleri. Bu durumda TKP “dinime söven Müslüman olsa” demekte elbette haklıdır, karşısında duruyor izlenimi veren siyasi gruplar aslında ondan farksızlar, bu noktanın genel olarak gözden kaçırıldığı görülüyor. Halbuki en sağda duranın TKP olması ve onun Stalinist solun ‘şamar oğlanı’ olarak kullanılması, diğerlerinin ondan özde farksız oldukları gerçeğini değiştirmez.
TKP, küçük burjuva ulusalcılığının “sol”daki sesi işlevini görüyor, ancak o aynı zamanda “komünist” olduğunu da iddia ediyor, sonuçta ise oportünizme varıyor. 30 Ağustos açıklamasında “Başkasının yurduna göz dikenlerin sonu hüsrandır” başlığını uygun görmüşler. Yani deniyor ki; emperyalistler Anadolu’da yaşayan halkların yurduna göz dikti, sonuç: hüsran. İşte emperyalist savaş ve ulusal kurtuluş savaşlarının özeti! Sanki Osmanlı devleti birinci emperyalist paylaşım savaşına bir taraf olarak girmemiş gibi, yenilgiye uğramasının doğal sonucu olarak emperyalistler tarafından işgal edilmemiş gibi (yoksa Osmanlı halklara barış getirmek için mi savaşa girdi?)! Böylece TKP’nin ağzından resmi burjuva tarihi sol’dan okuyoruz.
TKP, TSK’nin kutlamalarına selam veren bir üslupla giriyor 30 Ağustos açıklamasına. 30 Ağustos’u ve Başkomutan’ı selamlamadan önce “Emperyalizmin Anadolu macerası, 87 yıl önce yapılan son muharebeyle nihayetine erdi.” diye buyruluyor. Aslına bakılırsa TKP’nin bir bütün olarak bu açıklaması, yine bir bütün olarak küçük burjuva milliyetçi solun temel konularda tüm yaklaşımlarını ifade etmekte (emperyalizm, devlet, devrim, enternasyonalizm anlayışları). Bu emperyalizm anlayışına göre, dünyada birkaç -özellikle de ABD- emperyalist güç vardır, geri kalan ülkeler “bağımsızlık” mücadelesi verirler. Yani, 87 yıl önce emperyalist işgale son veren ulusal kurtuluş hareketine anti-emperyalist yaftası yapıştırırlar. Sanki emperyalizm kapitalizm değilmiş gibi ve emperyalizme karşı olmak kapitalizme karşı olmak anlamına gelmiyormuş gibi. Onlar eğer bunu kabul ederlerse “tam bağımsızlık” mücadelesi adı altında işçi sınıfını ve gençliği Türk burjuvazisine yedekleyemeyeceklerinin farkındalar, bu yüzden bunu asla kabul edemezler. Sömürgeci emperyalizme karşı mücadeleyle kapitalist emperyalizme karşı mücadeleyi aynılaştıran bu yaklaşımın doğal sonucu burjuvaziye yedeklenmektir.
Metin ardından bir çarpıtmayla devam ediyor. Yunan komünistlerinin işgal karşıtı propagandalarına selam gönderiliyor. Evet, bu kesinlikle doğru. Ancak gerçek dışı olan şey hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin yurtsever olduklarını ve bunun da bir erdem olduğunu iddia etmek. Gerçekteyse bu safsata dönemin komünistlerine yapılabilecek en büyük hakarettir ve mücadelelerini hiçe saymaktır. Yurtseverlik hiçbir zaman bir erdem olmadığı gibi baştan sona politik bir terimdir. Burjuva devrimlerinin ve onun başını çeken burjuvazinin ulusal bir pazar kurma (ulus-devlet) mücadelesindeki başat söylem yurtseverlikti, dolayısıyla politik olduğu kadar sınıfsaldı da ve hala öyledir. Asıl önemli noktaysa, hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin partilerinin Komünist Enternasyonal üyesi olması ve bu enternasyonalin, sosyal-yurtsever II. Enternasyonal’in inkarı olarak ortaya çıkmış olduğu gerçeği. TKP için “bu kadar cehalet tahsille mümkündür” demek Stalinizmi hafife almak olur. Onlar, II. Enternasyonal’in işçi sınıfını savaşa sürüklemesinde temel faktör olarak yurtseverlik ideolojisi olduğunu gizlerler, çünkü kendileri de II. Enternasyonal’in sınıf işbirlikçiliği programının bir bütün olarak sürdürücüleriler.
Halbuki Komintern, kendisine üye olmak isteyen partilere koyduğu 21 koşulda bunu net bir şekilde ifade eder: “6. Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür…”
Türkiye mi Dünya mı?
Açıklama, devamında TSK’nin “Güçlü ordu, Güçlü Türkiye” sloganının ‘militarist’ olduğunu tespit ediyor. Önemli bir tespit! Sonra da deniyor ki “Bu sloganla, TSK’nın üst yönetimi ABD’nin bölge planlarına katılacağını üst perdeden ilan etmektedir.” Bir önemli tespit daha. Ancak birilerinin TKP’ye TSK’nin yıllardır “ABD’nin bölge planları”na katıldığını ve özü gereği militarist olduğunu açıklaması gerekiyor. Türk burjuvazisi, bir süredir kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yalnızca bölgeye değil, Asya’dan Afrika’ya ve Balkanlar’a dünyanın birçok yerine asker gönderiyor. Ulusalcı sol, bunu “ABD istedi Türkiye yaptı” olarak okuyor olabilir, bunun nedeninin onların dünya görüşlerinde ve onu şekillendiren sınıfsal temellerinde yattığını az önce ifade etmiştik. Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, yalnızca ABD emperyalizmi ile değil AB emperyalizmi ile de Türk burjuvazisinin çıkalarının kimi noktalarda ortaklaşmış olmasıdır. İddia edildiği gibi Türkiye “bağımlı” yani sömürge ya da yarı-sömürge değil, bölgede oldukça güçlü bir konum ve geleceğe dair planları olan güçlü bir devlettir. Bu burjuva devletinin ordusu da elbette militarist olacaktır. Yine TKP’nin iddia ettiği gibi NATO’nun güdümünde bir TSK’den söz edilemez, aksine NATO içinde ağırlığı olanbir odudur TSK.
Bu gerçeklere gözlerini kapayan TKP, burjuvazinin ve TSK’nin sloganının yerine kendi alternatif küçük burjuva ulusalcı sloganlarını koyuyor: “Güçlü Türkiye barışçıTürkiye’dir. Güçlü Türkiye bağımsız Türkiye’dir. Güçlü Türkiye egemen Türkiye’dir. Güçlü Türkiye, halkın Türkiyesidir. Eşitliğin ve özgürlüğün Türkiyesidir. Türkiye gerçek gücüne kavuştuğunda, emekçi halkın egemenliği bu ülkede gerçek olduğunda, ordusu da güçlü olacaktır.”
Dikkat edilirse merkeze konan şey Türkiye’dir ve Türkiye’nin kurtuluşudur. İşçi sınıfı, dünya devrimi gibi şeyler mi arıyorsunuz? Onlar çoktan unutuldu; işçi sınıfının yerini yine bir muğlaklık ifadesi olarak halk, dünya devriminin yerini “bağımsızlık” ya da kendi ülkesinin kurtuluşu aldı. Bunlar, Doğu Bloğu’nun çöküşünden, burjuvazinin “Marksizm öldü” yaygarasından sonra ortaya çıkan şeyler değil, aksine neredeyse yüz yıllık bir geçmişi var: sosyal-demokrasi ve ardılı olarak Stalinizm. Bu her iki siyasi akımın da karşı-devrim safında oldukları gerçeği Marksistler için yeni bir şey değil elbette. Onlar her fırsatta işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine götürerek, savaşa sürükleyerek ya da bizzat devrimleri bastırarak bu işlevlerini defalarca yerine getirdiler. Bugün de TKP ve benzerleri TSK’ye alternatif sloganlarla, daha yumuşak bir dille -ama aynı şeyi söyleyerek- işçi sınıfını ve gençliği burjuvaziye yedekleme davasını veriyorlar. Neyse ki işçi sınıfının siyasi önderliği onlarda değil.
Marksistler, ulusalcı solun aksine “güçlü Türkiye” için değil, siyasi olarak güçlü uluslararası proletarya, onun “güçlü” dünya devrimi ve komünizm için mücadele ederler. Amaçları, ulusal duvarlarla bölünmüş “güçlü” Türkiye, Yunanistan, Almanya -her ne derseniz- ve onların “güçlü” ordularını yaratmak değil, aksine özel mülkiyet üzerine kurulu ulus-devletler sistemini, dolayısıyla onların adlarını ve onların ordularını yok etmektir.