AKP iktidarı, bir bölümünü savaş alanı haline getirirken neredeyse tamamını açık hava hapishanesine dönüştürdüğü Kürt illerindeki devlet terörünü tırmandırırken, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelik saldırısını yoğunlaştırıyor.
Bugün Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesinde bir kadın öğretmenevinde başından vurularak ağır yaralanırken, Şırnak’ın Cizre ilçesinin Cudi mahallesinde evlerini beyaz bayrakla terk eden bir aileye açılan ateş sonucu vurulan 12 yaşındaki bir çocuk kaldırıldığı hastanede öldü.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı beş haftayı geride bırakırken, Şırnak’ın Silopi ve Cizre ilçelerindeki yasaklar bir aya yaklaşıyor. Asıl olarak yoksul emekçi mahallelerini harap eden saldırılarda, insanlar birçok mahallede elektrikten, ekmekten ve sudan yoksun koşullarda yaşam mücadelesi veriyor.
Sokağa çıkma yasağının ilan edildiği ve yoğun tank ve top atışları ile çatışmaların devam ettiği mahallerin bir kısmı, hoparlörlerden yapılan anonsların ardından boşaltılıyor.
4 Ocak Pazartesi akşamı Şırnak’ın Silopi ilçesinde üç kadın siyasetçinin ve kimliği teşhis edilemeyen bir erkeğin canice katledilmesi, “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen devlet terörünün ulaştığı son noktayı gözler önüne sermektedir. Akşam saatlerinde açılan yaylım ateşiyle vurulan dört sivilden üçünün Demokratik Bölgeler Partisi Parti Meclisi üyesi Sêvê Demir, Silopi Halk Meclisi Eşbaşkanı Pakize Nayır ve aktivist Fatma Uyar olduğu açıklandı.
Öldürülenlerin, açılan ateş sonucu yaralandığı ve sığındıkları köprü altından DBP Silopi İlçe Eş Başkanı Gülşen Özden’e ulaştıkları ancak devlet güçlerinin tıbbi yardım ulaşmasını engellediği ortaya çıktı. Konuyla ilgili olarak BBC Türkçe’ye konuşan Özden, “Telefonla arayan ‘Yetişin, vurulduk! Yeşiltepe’nin ordayız’ dedi. Ben de hemen o şaşkınlıkla vekilleri aradım” diyor ve ekliyor: “Bir iki dakika sonra aynı numaradan beni yine aradılar. ‘Kan kaybediyoruz, çabuk olun, 10 dakikaya kadar yetişmezseniz, hepimiz öleceğiz’ diyerek telefonu kapattı. Vekillerden çok acil ambulans göndermelerini istedim. Sonra da o numarayı defalarca aradım, ama cevap veren olmadı.”
HDP Şırnak milletvekili Aycan İrmez, ambulans gönderilmesi için valiyi aradıklarını ama telefonlarına yanıt alamadıklarını ve Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ndan birini devreye sokmalarının ardından, valinin bölgede çatışma olduğu gerekçesiyle ambulans gönderilemeyeceğini ilettiğini belirtiyor. Otopsiye katılan HDP Şırnak milletvekili Leyla Birlik ise, “Erkeğin ve kadın arkadaşlarımızdan birinin yüzü tanınmayacak derecede tahrip edilmişti.” dedi. Yani bu dört kişi, aynı Hacı Birlik’e yapıldığı gibi, yaralıyken katledildi.
Bölgede yaşananlar, en temel insan haklarının bile ayaklar altına alındığı kirli bir savaştan başka bir şey değildir. Aylardır süren bu kent savaşında, yüz binlerce insan evini terk etmeye zorlanmış ve yüzlerce sivil, sözde “faili meçhul” bir şekilde katledilmiş durumda.
Bölgede, evlerini beyaz bayraklarla terk etmeye, sokak ortasında vurulan yakınlarını kurtarmaya ya da cenazelerini almaya çalışanların bile vurulduğu, yaralıların infaz edildiği, Hacı Birlik’e yapıldığı gibi polis aracına bağlanıp sürüklendiği, cenazelerin haftalarca sokaklarda bırakıldığı ya da ailelerine verilmediği bir devlet terörü yaşanmaktadır.
Kürt illerinde yaşananlar, İsrail devletinin Gazze’de Filistin halkına yaptıklarından farklı değildir. Gazze’de “Hamas terörü” gerekçesiyle yapılanlar Kürt illerinde “PKK terörü” gerekçesiyle tekrarlanmaktadır.
Siyonist devletin Gazze’de gerçekleştirdiği teröre sözde karşı çıkan ve siyasi ilişkileri görünüşte en alt düzeye indiren AKP iktidarı, arka planda ilişkileri geliştirerek sürdürmüş ve Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından açığa çıktığı üzere, “eski dostluk” hiç bozulmamıştı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki bir diğer benzerlik, Kürt ve Filistinli emekçilere yönelik katliamlarını emperyalist merkezlerin bilgisi ve desteği ile gerçekleştirmeleridir. Kendi emperyalist çıkarları söz konusu olduğunda “demokrasi”nin ve “insan hakları”nın ikiyüzlü savunucuları olan emperyalist merkezler, Gazze’deki operasyonlarda İsrail’den esirgemedikleri desteği, aylardır Ankara’ya veriyorlar.
Benzeri bir “kentsel savaş” pratiği 2014’te Ukrayna’nın doğusunda da gerçekleştirilmiş, Batı destekli darbenin ardından kurulan Ukrayna hükümeti, ordu ve faşist milislerle, Donetsk ve Luhansk halklarına karşı terör estirmişti.
Filistin, Ukrayna ve Türkiye’de yürütülen kentsel savaşların en çarpıcı ortak yanı, devlet terörünün sınıfsal karakteridir. Özellikle Gazze ve Ukrayna’daki savaşlar, ABD ve Almanya gibi büyük emperyalist devletlerce yakından incelenmekte ve artan toplumsal eşitsizliğin körükleyeceği halk ayaklanmalarına bir hazırlık olarak ele alınmaktadırlar. Bu kent savaşlarını yakından izleyen ve dersler çıkaran Türkiye egemenleri de, Kürt illerinde sürdürülen operasyonları, olası halk ayaklanmalarına hazırlık olarak uygulamaya koymaktadır.
AKP iktidarının yoğun bir medya propagandasıyla, Kürt illerinde aylardır sürdürdüğü harekat, Batılı emperyalistleri teşhir ettiği kadar, “barış süreci” adı verilen aldatmacanın ve onu destekleyenlerin de asıl karakterini gözler önüne seriyor.
Türkiye egemen sınıfının Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerine tabi olarak geliştirilmiş olan bu süreç, aynı zamanda Kürt illerini Türkiye’nin ucuz emek cenneti haline getirmeyi ve bölgeden geçecek enerji yollarını istikrara kavuşturmayı amaçlıyordu. Bu sahte “barışçıl” süreç, 2008 küresel ekonomik krizinin tetiklediği altüst oluşlar ve asıl olarak Suriye’deki iç savaşın yarattığı yeni koşullar eliyle çökmüş durumda.
Bu noktada, 7 Haziran seçimlerinin ardından tırmanışa geçen devlet saldırısının, hükümetin tek başına 1 Kasım seçimleri hedefiyle açıklanamayacağını ve yalnızca Ortadoğu’da sürmekte olan paylaşım savaşının içeriye taşınması olarak anlaşılabileceğini defalarca vurguladığımızı hatırlatmak gerekiyor. Yıllardır ifade ettiğimiz üzere, “barış süreci” adlı aldatmaca, Türk ve Kürt burjuvazisinin kapitalizmin derinleşen krizine yönelik önleyici bir hamlesi ve onu fırsata çevirme yönünde işçi sınıfı düşmanı gerici bir girişimdi. Milliyetçi Kürt burjuvalarının ve onların kuyruğundaki sahte solun “barış ve demokrasi” çığlıkları eşliğinde desteklediği sözde “barış süreci”, Ortadoğu’da tırmanan emperyalist paylaşım savaşının ve egemen sınıfların diktatörlük yöneliminin önlenemez dinamikleri eliyle çökmeye mahkumdu.
Gelinen noktada, savaş koşulları altında etnik ve mezhepsel propaganda bombardımanı ve çıplak baskı temelinde sindirilmeye çalışılan işçi sınıfının milliyetçi ve dinci ideolojilerle zehirlenmesine karşı enternasyonalist sınıf bilincinin geliştirilmesi, belirleyici bir önem taşımaktadır.
Hükümet ve elindeki geniş medya aygıtı, Kürt halkını “terörist” olarak sunarken, sahte sol grupların da destek verdiği HDP, “Türkiye’nin batısının sessiz kaldığı”nı iddia ediyor. Hükümetin propagandasının gerici karakteri son derece açıktır ve ona ve savaşa karşı işçi sınıfının sosyalist enternasyonalist birliği temelinde tavizsiz bir mücadele verilmesi tartışmasız bir görevdir.
Bununla birlikte, “batıdaki” işçi sınıfının ve gençliğin Kürt illerinde yaşanan savaş karşısında gereken tepkiyi gösterememesinin önemli nedenlerinden birinin, milliyetçi Kürt hareketinin ve onun kuyruğundaki sahte solun on yıllardır uyguladığı politikalar olduğunu da unutmamak gerekir. HDP ve öncülleri ile sahte sol, işçi sınıfını emperyalist merkezlerde üretilmiş kimlik politikaları ekseninde bölmüş, her durumda emperyalizme ve “demokrat” AKP iktidarlarına yedeklemiştir. Yalnızca “batıdaki” (Türk) işçilerin ve gençlerin değil, Kürt emekçilerinin de içinde bulunduğu kafa karışıklığının ve görünürdeki edilgenliğin ardında, ABD emperyalizmi ile işbirliği peşinde koşan ve onun Ortadoğu’daki yağmacı savaşını destekleyen “sol” maskeli burjuva ve küçük-burjuva kimlik politikacılarının yol açtığı hayal kırıklıkları ve perspektifsizlik yatmaktadır. Dolayısıyla, Kürt illerinde estirilen devlet terörüne ve onun içinde gerçekleştiği Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım savaşına karşı başarılı bir mücadele için, aynı zamanda HDP’nin Türk ve Kürt işçilerini bölmeye hizmet eden söylemine de kararlılıkla karşı çıkılmalıdır.
“Batı” ile CHP ya da MHP kastedilmediğine ve ortada geniş kitleleri seferber edebilecek başka bir siyasi parti de olmadığına göre, sorulması gereken bir diğer soru, HDP’nin bu devlet terörü karşısında ne yaptığıdır. Gerçekte HDP, “Türkiye’nin batısı sessiz kalıyor” söylemini yaygınlaştırarak, yalnızca egemen sınıfın Kürt ve Türk işçiler arasında ektiği güvensizlik tohumuna su vermemekte; aynı zamanda, kendi sorumluluğunun da üstünü örmektedir. HDP’nin başlıca çabası, emperyalist merkezlere olan bağlılığını ve aylardır devam eden devlet terörü karşısında, “siyasi çözüm, müzakere” söyleminden öte hiçbir şey yapmadığını gizlemeye çalışmaktadır. 5 milyonu aşkın insandan oy alan bir parti olan HDP’nin oylarının hemen hemen yarısını “batı”dan aldığı hatırlandığında, onun, kitleleri, yıllardır savunduğu sistem içi çözüm hayalleri doğrultusunda bile seferber etmediği açığa çıkacaktır.
AKP’ye yıllarca destek veren –özellikle de Gezi Parkı protestoları sırasındaki rolüyle onun iktidarını korumasını sağlayan- HDP ve öncülleri, 7 Haziran seçimlerinden sonra “geçici” savaş hükümetine bakan vermiş, Suruç ve Ankara katliamlarının ardından ve Kürt illerinde aylardır süren devlet terörüne karşı kitleleri harekete geçirmemiştir. Tüm bu yaşananlara rağmen, 1 Kasım seçimlerinden önce AKP ile koalisyon kurabileceğini açıklayan; bugün bile onunla anlaşma peşinde koşan bir partidir söz konusu olan. HDP, Yunanistan’daki Syriza’nın emekçi halk düşmanı karakteri herkes için açık hale gelmişken bile onunla kardeşliğini korumaktadır.
Özetle, bu, hatalı bir politika değil; aksine, HDP’nin sınıfsal karakterine ve yıllardır sürdürdüğü pratiğe uygun, yüzünü ezilen kitlelere değil ama emperyalizme, egemen sınıfa ve onun yönetim organı parlamentoya dönmüş bir burjuva partisinin temel çizgisidir. Bu çizginin, bütün milliyetlerden, dinlerden ve cinsiyetlerden emekçilere savaş ve diktatörlükten başka bir şey sunmadığı, sunamayacağı kanıtlanmıştır.
“Barış süreci”nin iflasının ve bir dünya savaşına doğru ilerleyen Ortadoğu savaşının en temel dersi, burjuvazinin “barış”ının gerçekte savaş anlamına geldiği ve barış sorununun özünde bir toplumsal devrim sorunu olduğudur. Çünkü yalnızca bir işçi iktidarı savaşa ve ezilenlere yönelik zulme kalıcı olarak son verebilir ve Kürt halkının maruz kaldığı katliamların sorumlularından hesap sorabilir.
Yalnızca “doğu” ile “batı”yı değil, tüm ezilenleri birleştirici bayrağı altında bir araya getirip seferber edebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının bunu başarabilmesi için, bütün mülk sahibi sınıflardan, onların partilerinden ve emperyalizme hizmet eden bölücü kimlik politikalarından bağımsız, enternasyonalist sosyalist bir önderliğin; Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) inşa edilmesi gerekmektedir.
Türkiye’deki, Ortadoğu’daki ve bütün dünyadaki savaşlara son vermenin tek yolu, kapitalizm adlı bu sömürü, baskı ve savaş düzenini uluslararası işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkmaktır. Bu hedef uğruna mücadele, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesini (SEP) inşa mücadelesine katılmak anlamına gelmektedir.