İktidarın “terörle mücadele” adı altında aylardır fiili olağanüstü hal uygulaması ve sivil ölümleri eşliğinde nüfusun ezici çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu illerde estirdiği devlet terörü, en berbat kirli savaş yöntemlerini içerecek şekilde tırmanıyor. Birkaç aydır sürdürülen operasyonlarda onlarca sivili öldürmüş olan kolluk güçlerinin (özel harekat timleri) son insanlık dışı uygulaması, Şırnak’ta, PKK’nin gençlik yapılanması YDG-H üyeleri ile girilen çatışmada öldürüldüğü öne sürülen Hacı Lokman Birlik’in bedeninin zırhlı polis aracına bağlanarak sürüklenmesi oldu. Otopsi raporuna göre, Birlik’e, 28 kurşun sıkılmıştı.
Basında yer alan haberlere göre, Birlik’in ölü bedenine yönelik insanlık dışı uygulamanın video kaydı, ilk olarak, Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele’nin (JİTEM) adını kullanan ve 27 bin takipçisi olduğu belirtilen “@J_I_T_E_M” adlı Twitter hesabından paylaşıldı. Söz konusu Twitter mesajında , “Ben askerime, polisime leş taşıtmam… Birazdan bu leşin canlıyken ki videosunu da paylaşacağız. O leşi taşınan soysuz PKK’lı Hacı Birlik.” ifadesi yer alıyordu.
Öldürülen kişilerin bedenlerine yönelik bu tür uygulamaların, 1920’lerin İtalya’sından ve 1930’ların İspanya’sından bildiğimiz üzere, faşistlere özgü, kitleleri dehşete sürükleyip yıldırmayı amaçlayan bir yöntem olduğu biliniyor. Türk devletinin de daha önceki katliamlarda ve 12 Eylül 1980 askeri diktatörlüğü sırasında ve sonrasında sistematik olarak uyguladığı bu yöntem, yıllar sonra, AKP iktidarı altında, psikolojik savaş unsuru olarak yeniden hortlatılmış durumda.
HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, fotoğrafı paylaştığı Twitter hesabından, “Bu fotoğrafa iyi bakın. Kimse unutmasın, biz unutmayacağız çünkü” derken, İçişleri Bakanlığı, olayla ilgili soruşturma başlattığını açıklıyor. Bu “soruşturma”nın akıbetinin ne olacağını merak edenlere, bugüne kadar, benzeri suçların faillerine hiçbir şey yapılmadığını anımsatalım. Kaldı ki, hükümet, tepkiler sonucunda birini ya da birilerini göstermelik olarak cezalandırsa bile, bu, söz konusu uygulamaların “özel harekat timleri” için yeniden rutin olmaya başladığı gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu açıdan, AKP’nin sesi Sabah gazetesinin, “rutin bir uygulama” ifadesi açık bir itiraftır.
Bu gerçeğin yalın bir örneğini, aynı “özel harekat timleri”nin dün Silvan’da gazetecilere yönelik tavrında gördük. Sabah saatlerinde Silvan Belediyesi’nin bahçesine gelen “özel harekat timleri”, orada bulunan gazetecilere saldırdı ve iki gazeteciyi döverek keyfi bir şekilde gözaltına aldı. Bir polisin, gözaltına alınan Özgür Gün TV çalışanı Murat Demir’in kafasına silah dayadığını gösteren fotoğraflar medyada yer aldı. Polisin tehditlerinden, o sırada olay yerinde olan HDP Milletvekili Sibel Yiğitalp de nasibini aldı. Yiğitalp, basına, polisin kendisine de silah doğrulttuğunu ve “Sana da sıkarım, size de sıkarım” dediğini anlattı.
Bu iki olay, “terörle mücadele” adına günlerce sokağa çıkma yasağı ilan edilen ve tüm iletişim olanaklarından mahrum bırakılan ilçelerde son aylarda yaşananlara dair açık bir fikir vermektedir. Milletvekillerinin bile girmesine izin verilmeyen çok sayıda ilçede, onlarca sivilin öldürüldüğü biliniyor. En temel insan haklarının ortadan kaldırıldığı bu uygulamaların son örneği, Nusaybin’de yaşandı. Mardin Valiliği, “PKK’ye karşı mücadele” gerekçesiyle, Nusaybin merkezde ve ilçeye bağlı çok sayıda köyde sokağa çıkma yasağı ilan etti. Tankların ve ağır silahların kullanıldığı operasyonlar sırasında çok sayıda insanın öldüğü ve gözaltına alındığı açıklandı. Kısacası, Kürt illerinde, Siyonist İsrail devletinin Gazze’de estirdiği terörü aratmayan bir süreç yaşanıyor ve bu, yıllarca Kürt sorununu çözeceği, ülkeye barış ve demokrasi getireceği iddia edilip destek verilen bir parti tarafından yapılıyor!
İktidarın sindirme operasyonu, kuşkusuz, Kürtler ile sınırlı değil. İktidarın emrindeki savcılar, geçtiğimiz dönemde çıkartılmış olan polis devleti yasalarına dayanarak, yalnızca “solcu” karşıtlarını değil; politikacısından yazarına, iş adamına, hatta polisine ve savcısına kadar, kendisine muhalefet eden ya da önünde engel olarak gördüğü herkesi “terör” suçlamasıyla hapse atıyor. Yalnızca son altı ay içinde, iktidarın emriyle, yüzlerce muhalif internet sitesi kapatıldı; son olarak da “Gülen hareketi”ne yakın televizyon kanalları, kamuya ait bir yayın platformundan çıkartıldı. Medyaya yönelik bu saldırılar, iktidarın, artık egemen sınıfın kimi güçlü kesimlerini de kapsayan bir muhalefeti sindirme çabasının ifadesidir.
Dahası, iktidar, devlet terörünün yetmediği yerde, devreye faşist çeteleri sokuyor. Medyanın kışkırttığı ve çoğu durumda kolluk güçlerinin gözleri önünde gerçekleşen Kürtlere yönelik sistematik faşist saldırılar büyük bir tehdit oluşturuyor. Bunlara ek olarak da, 6-8 Eylül günleri Hürriyet gazetesine yapılan saldırıların başında yer alan AKP milletvekili, birkaç gün sonraki parti kongresinde divan başkanlığı ile onurlandırılmıştı. Ardından, Ahmet Hakan’a yönelik örgütlü saldırıyı düzenleyen faşist güruh, biri hariç, serbest bırakıldı.
Kimi bakanlar ve AKP yetkilileri ikiyüzlü “üzüntü” ve “kınama” açıklamaları yapadursun, Kürtlere ve medyaya (daha doğrusu, halkın haber alma özgürlüğüne) yönelik saldırılar, boğazına kadar rüşvete ve yolsuzluğa batmış, işçi sınıfı ve gençlik düşmanı, savaş kışkırtıcısı bir siyaset seçkinleri grubunun son çırpınışlarıdır.
Ekonomi gerçek bir çöküşün eşiğinde. Türk Lirası değer kaybında yeni rekorlara imza atarken, ülkeden sermaye çıkışı bütün hızıyla sürüyor, işsizlik, yoksulluk ve hayat pahalılığı artıyor. Nüfusun büyük bölümü, artık kalıcı bir şekilde, resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. AKP iktidarının resmi ve sivil güçler eliyle estirdiği terör, aynı zamanda, emekçi kitlelerin dikkatini dağıtmayı ve onların toplumsal eşitsizliğe yönelik öfkesini milliyetçilik ekseninde saptırmayı amaçlamaktadır.
Öte yandan, 90 yıllık Cumhuriyet döneminde tanık olunmadık bir toplumsal eşitsizliği yaratan ve yönetmeye çalışan AKP’nin terör-milliyetçilik eksenli bu diktatörlük yönelimi, onun, başta Ortadoğu olmak üzere, dış politikasıyla doğrudan bağlantılıdır. Suriye’deki Sünni İslamcı gruplar üzerine kurulu savaşçı politikası nedeniyle Batılı müttefiklerinden uzaklaşmış olan AKP iktidarı, bu alandaki en son darbeyi, birkaç gün arayla, Rusya’dan ve ABD’den yedi. Rusya, müttefiki Beşar Esad rejiminin yanında savaşa katılma kararı alıp Suriye’deki Sünni İslamcı silahlı gruplara karşı saldırılar başlatırken, ABD yönetimi, Suriyeli Kürtlere (PYD’ye) silah yardımı yapma kararını resmi olarak açıkladı.
Yeni Osmanlıcı hayaller üzerine kurulu dış politikası açıkça iflas eden Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, şimdi, kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Zira Rus savaş uçakları, yalnızca IŞİD’e değil; aralarında Türkiye’nin desteklediği El Kaide bağlantılı Sünni İslamcı örgütlerin de yer aldığı “bütün terörist güçlere” saldırıyor ve Ankara’nın buna karşı koyacak gücü yok. Basında yer alan haberlere göre, Rusya’ya benzer şekilde, Esad yönetiminin başlıca müttefiklerinden biri olan İran da Suriye’deki askeri etkinliğini arttırıyor. ABD ve Rusya arasında bir küresel yangın felaketini her an tutuşturabilecek olan bu gelişmeler, Türkiye’nin de hükümet eliyle boğazına kadar battığı bir Ortadoğu savaşının ortasında gerçekleşiyor.
Sözde “ılımlı İslamcı” muhalifler ile yaşanan ve fiyaskoyla sonuçlanan “eğit-donat” girişiminin ardından Türkiye’nin “tampon bölge” hayallerini de -en azından şimdilik- yıkmış görünen ABD yönetiminin PYD/YPG güçleri ile daha yakın çalışacağını açıklamasına gelince… Aslında hiç de yeni olmayan bu ABD-PYD/YPG ittifakı, kaçınılmaz şekilde PKK’nin konumunu da etkileyeceği için, AKP iktidarının Suriye planlarının ötesinde bir etkiye sahip. Bu kararla birlikte, PKK’nin PYD/YPG üzerinden kazanacağı meşruiyet ve güç, ona karşı kapsamlı bir savaş başlatmış olan Ankara’daki yönetici seçkinlerin ve generallerin uykusunu kaçırmaya yetiyor.
Öyle ki, AKP’nin “IŞİD karşıtı koalisyon”a aktif olarak katılma kararı almasında ve aynı anda PKK’ye karşı yeni bir savaş açmasında, YPG’nin Tel Abyad’ı IŞİD’in elinden alması ve Türkiye’nin tüm güney sınırını kontrol etmesiyle sonuçlanacak şekilde Cerablus’a ilerlemeyi hedeflemesi büyük bir rol oynamıştı. Haziran’dan beri askıya alınan Cerablus operasyonunun hazırlıklarına ABD’nin de onayıyla hız verilmesi, ABD’nin AKP’ye tanıdığı sürenin sonuna yaklaşıldığına işaret ediyor.
PYD’nin, kendisi gibi ABD’nin bölgedeki bir müttefiki olmakla birlikte rakip bir güç olarak sivrilmesi ve içeride de HDP’nin baraj altında kalmayacağının neredeyse kesin olduğunun ortaya çıkması, Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarını, en son Hacı Lokman Birlik’e uygulanan insanlık suçunda açığa çıktığı üzere, devlet terörünü dizginlerinden boşandırmaya götürüyor.
Özetle, bütün bu gelişmeler, Toplumsal Eşitlik’in (ve önceli Sosyalizm’in) yıllardır vurguladığı bir gerçeği, bir kez daha göstermektedir: AKP iktidarının 13 yıl boyunca Ankara’da geliştirdiği politikaların tamamı, başta Ortadoğu olmak üzere, Türkiye’nin de içinde yer aldığı emperyalist sistemin küresel ölçekte işleyen dinamikler üzerine kuruludur; iç politika, dış politikanın ayrılmaz bileşenidir. İktidarın içeride yükselttiği savaş ve devlet terörü, Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım savaşının parçasıdır.
Uluslararası konjonktürün mümkün kıldığı hızlı bir ekonomik büyüme üzerinde yükselen “sıfır sorun” dış politikasının ve onun içerideki yansıması olan sahte “demokratikleşme/barış süreci”nin yerini, 2008’deki küresel krizin ağır darbeleri altında, savaş ve diktatörlük yönelimi almıştır.
Bu yönelime kalıcı olarak son vermenin tek yolu, onu doğuran nedenlere karşı mücadele edebilecek, tüm ezilenleri kendi önderliği altında seferber edebilecek ve demokratik sorunları sonuna kadar çözebilecek biricik sınıf olan işçi sınıfının uluslararası birliğini sağlamak ve savaşa karşı seferber etmek üzere harekete geçmektir. Hacı Lokman Birlik’e uygulanan insanlık suçu, birkaç faşist polise ya da AKP’ye özgü değildir, bu, kapitalist sistemin ve onun ürünü olan savaşların tüm pisliğini her yerde dizginsizce dışa vuran burjuva egemenliğinin niteliksel bir yansımasıdır.