7 Haziran seçimlerinden, özellikle de 20 Temmuz’daki Suruç katliamından bu yana yaşananlar, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimini iyice netleştirmiş durumda. 7 Haziran’da iktidarı kaybetmiş olan AKP hükümeti, ülkeyi Ortadoğu’daki yağmacı savaşa sürükleme yönünde önemli adımlar atarken, içeride, askeri diktatörlük döneminde tanık olduğumuz türde baskıcı bir rejim kurma yönünde ilerliyor.
Kürtlerin yaşadığı birçok kentte, “terörle mücadele” adına ilan edilen “geçici askeri güvenlik bölgeleri”ne onlarca kentte sürdürülen ve son üç hafta içinde 1.500’den fazla insanın gözaltına alındığı ve tutuklandığı polis operasyonları eşlik ediyor. Bununla birlikte, temel demokratik haklara yönelik saldırılar doğrudan asker ve polis baskısıyla sınırlı değil.
Daha önce Suruç katliamı ile ilgili bilgi paylaşımını engellemiş olan iktidar, son iki hafta içinde, çoğunluğu haber sitelerinden oluşan 100’den fazla web sitesini kapattı. Polis devleti önlemlerini ifade eden bütün bu adımlara, otoriter diktatörlük özlemlerini pek de gizlemeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhtarlara yönelik son çağrısı eşlik etti. Cumhurbaşkanı, dün (12 Ağustos) sarayına topladığı muhtarlara açıkça muhbirlik yapma talimatı verdi: “Ben biliyorum ki benim muhtarım hangi evde kim var, nedir, ne değildir, bunu gelecek, gayet uygun şekilde kaymakamına, valisine, emniyet müdürüne bildirecek. Elbirliği yapacağız, dayanışma içinde olacağız. Bunları siz gayet iyi bilirsiniz.”
AKP iktidarının temel özgürlükleri büyük ölçüde ayaklar altına alan onlarca uygulamasının ardından Erdoğan’ın yaptığı ve 12 Eylül askeri diktatörlüğünün “muhbir vatandaş” uygulamasına dönüşü ifade eden bu çağrısı, AKP iktidarlarının 13 yıl boyunca ileri sürdüğü ve sahte sol tarafından desteklenmiş olan bütün “demokratik” iddiaların çarpıcı bir yalanlanmasıdır.
AKP iktidarının sözde “12 Eylül hukuku”nun kalıntılarından kurtulma adına yıllardır attığı adımların devamı olan bu uygulamalar, aynı zamanda, o sözde “reform”ların ardında kapitalizmin küresel dinamiklerinin ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni egemenlik hesaplarının yattığını; yani “ulusal” bir mesele olarak ele alınmaması gerektiğini de bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Toplumsal Eşitlik’in ve önceli SSS-Sosyalizm’in yıllardır savunduğu gibi, kapitalizmin küresel krizi ve Ortadoğu’da sürmekte olan savaş koşullarında, hele de Türkiye gibi emperyalizme göbekten bağlı ve her açıdan (ekonomik, mali, siyasi ve toplumsal) kırılgan bir ülkede, “barış ve demokrasi” mümkün değildir.
Aynı zamanda alttan alta gelişen büyük bir ekonomik kriz ile karşı karşıya olan AKP iktidarı, PYD/YPG’nin yükselmesinin ve İran ile ABD önderliğindeki emperyalistler arasında nükleer enerji konusunda sağlanan anlaşmanın ardından, Suriye’de şimdi sözde “IŞİD’e karşı” sürdürülen emperyalist müdahalede ABD ve Batılı müttefikleri ile yaşadığı anlaşmazlıklarda birer birer geri adım atmak zorunda kalmıştır. Sözde “IŞİD karşıtı” koalisyonun İncirlik üssünü kullanmasına izin verme ve IŞİD’e olan desteğini kesme konusunda uzun süre ayak direyen Ankara, şimdi, ABD emperyalizminin tüm taleplerini karşılamış durumda ve Suriye’ye doğrudan askeri müdahale hazırlıklarını yeniden tırmandırıyor.
Başta Suruç’ta 20 Temmuz’da gerçekleşen katliam olmak üzere, örgütlenmiş olan bütün bombalı ya da silahlı saldırılar ve onlara eşlik eden asker-polis operasyonları, egemen sınıfa ve Ankara’nın savaş planlarına hizmet etmektedir. Onlarca sivilin, PKK militanının ya da askerin ve polisin öldürüldüğü ve binlerce insanın gözaltına alındığı bütün bu olaylar, egemen sınıfın, bir yandan ülke içinde militarizmi tırmandırır ve demokratik hakları ayaklar altına alırken, aynı zamanda, savaş ve diktatörlük yönelimine kitlesel destek sağlamasını mümkün kılmaktadır.
Bu arada, burjuva köşe yazarları ve televizyonlarda boy gösteren “medya uzmanları”, haftalardır, Erdoğan ile Davutoğlu, büyük sermaye ile iktidar ya da Batılı emperyalist devletler ile Ankara arasında savaş ve diktatörlük yönelimi konusunda bir anlaşmazlık varmış havası yaymaya çalışıyorlar. Onlara göre, Davutoğlu, büyük sermaye ve emperyalist merkezler “barış ve demokrasi” yanlısı iken, Erdoğan ve onun temsil ettiği sermaye ve siyaset çevreleri savaş ve diktatörlük eğilimi içinde.
Bu, işçi sınıfının ve gençliğin kafasını karıştırmayı, toplumsal muhalefeti burjuva partilere yedeklemeyi ve onu emperyalist savaş ve diktatörlük tehlikesi karşısında perspektifsiz bırakmayı amaçlayan açık bir çarpıtmadır.
Faşist yüzünü, artan uluslararası ve toplumsal gerilimlerle birlikte, giderek daha pervasız biçimde sergileyen MHP’nin savaş ve diktatörlük özlemlerinden söz etmeye gerek bile yok. Kendisini “sol” gibi gösteren diğer iki burjuva partisinin (CHP ve HDP) ve onların önderliğinde sahte sol güçlerle kurulan Barış Bloku’nun Ortadoğu’da tırmanan savaşa karşı olduğu iddiası da doğru değildir.
Bu partilerin “savaş karşıtlığı”, Ankara’nın emperyalist merkezler ile olan taktiksel anlaşmazlıkları ile sınırlıdır ve Suriye ile Irak’ta sürmekte olan emperyalist müdahaleyi değil, AKP iktidarını hedeflemektedir. Dolayısıyla, CHP ve HDP ile onların kuyruğundaki sahte sol güçlerin Türkiye’de tırmanan çatışmaları ve terörist eylemleri Ortadoğu’da yaşanmakta olan ve ABD’nin çok daha kapsamlı Rusya ile Çin’i kuşatmaya yönelik stratejisinden bağımsız gelişmelermiş gibi göstermesi, onların, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine verdikleri desteği örtme çabalarının bir parçasıdır.
Bu gerici çaba, aynı zamanda, bizzat AKP önderliğinde 13 yıldır uygulanan ve tüm sahte sol tarafından desteklenen kimlik politikalarının emperyalist stratejiler ile olan doğrudan ve açık bağlantısını da örtmeye yöneliktir. Bununla birlikte, CHP’nin ve HDP’nin uluslararası ve sınıfsal bağlamdan kopuk, etnik, dinsel, kültürel, cinsel vb. kimlikler üzerinden pazarlamaya çalıştığı “demokrasi” ve “barış” söylemi, yalnızca teorik ve tarihsel deneyimler açısından değil; bizzat uluslararası ve toplumsal gerçeklik eliyle de yalanlanmaktadır.
Sahte solun ve “solcu” sendika bürokrasilerinin de desteklediği sözde bir “barış” platformunun, Barış Bloku’nun oluşumunda yer alan bu partiler, “IŞİD’e karşı mücadele” maskesi altında sürdürülen emperyalist müdahaleyi desteklediklerini defalarca açıkladılar. Dahası, PKK ile Suriye’deki PYD/YPG, uzunca süredir “koalisyon güçleri”nin kara birlikleri olarak, Irak’ta ve Suriye’de IŞİD ile çatışıyor.
İç politikaya gelince; bu burjuva “sol” muhalefetin, AKP iktidarları altında 13 yıl boyunca uygulanan işçi sınıfı düşmanı politikalara, zaman zaman dile getirilen ikiyüzlü “itirazlar” eşliğinde, “demokrasi ve barış” adına destek verdiği de hiç kimse için sır değil. Bütün büyük işçi eylemleri ve kitlesel protestolar karşısında sessiz kalan bu burjuva “sol” muhalefet ile onun kuyruğundaki sahte sol, sermayenin ve iktidarın polis devletinin inşası yönünde attığı bütün adımları sinik bir şekilde onaylamıştır. Onların şimdi pazarlamaya çalıştığı sahte çatışmalar (Erdoğan-Davutoğlu, büyük sermaye-iktidar ya da Batılı emperyalist devletler-Ankara) aynı zamanda, bu partilerin AKP iktidarına yıllardır verdikleri desteği unutturma çabasının bir parçasıdır.
Bütün küçük-burjuva solu bu iki burjuva muhalefet partisinin kuyruğunda, savaş ve diktatörlük yönelimine hizmet eden eklektik ve faydacı kimlik politikaları izlerken, Toplumsal Eşitlik, AKP iktidarının “demokrasi ve barış” söyleminin gerçekte polis devleti inşasına hizmet ettiği uyarısında bulunuyordu.
Bundan yaklaşık 8 yıl önce, AKP iktidarının anayasada yapmak istediği kimi değişiklikleri halka onaylatmak için 21 Ekim 2007 tarihinde düzenlediği referandum konusunda şunları yazmıştık:
“İşçi sınıfının ve çalışanların zaten temsil edilmediği burjuva parlamenter rejim, mülk sahibi sınıfların kimi kesimlerinin siyasi temsilcilerini bile hızla dışlamaktadır. 25 yıldır, yüzde 10 seçim barajı eliyle gerçekleştirilen bu dışlama, Türkiyeli egemenlerin çokuluslu ve ulusötesi şirketlerle kader ortaklığı yapmış olan kesimlerinin (holdinglerin, tekellerin, bankaların vb. sahipleri ile yöneticileri) doğrudan talebidir. Ekonomik alandaki tekelleşme (hızla artan toplumsal servetin giderek küçülen bir azınlığın elinde yoğunlaşması) yönetimin de küçük bir azınlığın elinde tekelleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır -ki bu küçük burjuva ‘demokratik çok sesli parlamento’ hayalinin sonunu ilan etmektedir.
“(…) Türkiyeli egemenlerin böylesi bir rejim değişikliğini AKP eliyle bu denli hızlandırmasının nedenleri, onların uluslararası sermaye ile ilişkilerinde; Ortadoğu’da Türkiye’yi de içine çekip derinden sarsacak olan yaklaşan savaş hazırlıklarında ve kapitalizmin dünyayı her an alt üst etme potansiyeli taşıyan iç çelişkilerinde yatmaktadır.
“(…) Bu, Türkiyeli egemenlerin, ‘geliyorum’ diye haykıran fırtınalı bir döneme hazırlanmasıdır. AKP’nin anayasa değişikliği paketi de bir yandan ülkenin doğa ve insan kaynaklarının uluslararası sermayenin kullanımına açılmasını kolaylaştırırken, aynı zamanda egemen sınıflarının hem içeride hem de dışarıdaki çıkarlarını savunacak bir rejimin yerleştirilmesini amaçlıyor. Türkiye’nin egemenlerinin rejim değişikliği yönünde AKP eliyle attığı adımlar, ekonomik krizler, savaşlar ve toplumsal çalkantılar döneminin hızla yaklaştığının göstergeleridir.”
Aynı uyarımızı, sahte solun bir kesiminin açıkça desteklediği 12 Eylül 2010 referandumu konusunda yazdığımız yazıda da yinelemiştik:
“AKP’nin 12 Eylül’de işçi sınıfının ve emekçilerin önüne koyacağı referandum sandığı, küresel sermayenin ve Türkiyeli taşeronlarının programın bir parçasıdır. Egemenler, liberal demokrat masallar eşliğinde gerçekte küresel sermayeye dizginsiz hareket olanağı tanıyacak olan bu anayasa değişikliğinin yetersiz olduğunun bilincindeler ve bu yüzden bütünüyle yeni bir anayasa talep ediyorlar. Sorun, mevcut burjuva iktidarın bu anayasa değişikliğini yaşama geçirecek denli güçlü olup olmadığı; özellikle asker-sivil yüksek bürokraside cisimleşen ulusalcı direnişin nasıl kırılacağı; nihayet, Kürt sorununun nasıl çözüleceğidir. 12 Eylül’deki referandum, bu bakımdan önemli bir gösterge olacak; AKP iktidarıyla nereye kadar gidilebileceğini gösterecektir.
“(…) AKP iktidarının 12 Eylül günü halkın önüne koyacağı referandum sandığı, küresel sermayenin AKP eliyle uygulamaya çalıştığı işçi-emekçi düşmanı programa uygun, liberal demokratik maskeli otoriter bir rejime gidişin bir diğer adımıdır. Bu değişiklikler ve onun ardından gelecek olan yeni anayasa, toplumsal yaşamın bütün alanlarında küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının tam egemenliğini ifade edecektir.”
Son olarak, yaklaşık iki yıl önce yaptığımız bir değerlendirmeden bir bölüm aktaralım:
“Türkiyeli egemen sınıflar, işçi sınıfını ve gençliği her an yeniden harekete geçirebilecek toplumsal dinamiklerin giderek hızlandığının farkındalar ve bu toplumsal muhalefeti, Suriye’ye yönelik bir savaş eliyle sindirmenin hesabını yapıyorlar. Yani Suriye’ye savaş açma hesapları, aynı zamanda, işçi sınıfının aktif katılımıyla Gezi Parkı protestolarından çok daha güçlü biçimde patlayacak toplumsal hareketlerin engellenmesini ve ezilmesini de içermektedir.
“Öte yandan, Suriye’ye yönelik savaş, bu emperyalist hesaplar içinde bir pay kapmaya çalışan Kürt burjuvazisinin ve onun kuyruğunda politika yapan küçük burjuva solunun bütün gerici hayallerinin tersine, Kürt emekçilerine ve yoksul köylülerine barış ve refah getirmeyecek. Bu savaş, Kürtleri, uzun süreli, kanlı bir mezhepsel ve etnik boğazlaşmanın merkezine yerleştirecektir.”
Son gelişmeler, bu uyarıların tamamını, bir kez daha, inkar edilemeyecek bir şekilde doğrulamaktadır.
Egemen sınıfın 13 yıl boyunca AKP eliyle yaşama geçirdiği savaş ve diktatörlük yöneliminde gelmiş olduğu nokta, burjuva “sol” muhalefetin ya da sahte solun iddia ettiği gibi, tek başına, AKP’nin ya da Erdoğan’ın 13 yıllık iktidarının ürünü değildir ve onların iktidardan uzaklaşmasıyla geri çevrilemez. Bu yönelim, herhangi bir koalisyon ya da yeni bir seçimin ardından kurulacak bir başka burjuva hükümet eliyle değiştirilemeyecek kadar güçlü uluslararası ekonomik ve siyasal dinamikler üzerine kuruludur.
Türkiye işçi sınıfına ve Ortadoğulu emekçilere kandan, sefaletten ve zulümden başka bir şey getirmemiş olan savaş ve diktatörlük yönelimi, sermayenin, kapitalizmin temel çelişkisine (üretici güçler ile üretim ilişkileri; yani üretken sermayenin küresel işleyişi ile üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ulus devlet yapısı arasındaki çelişki) yönelik çözümünün ifadesidir.
İnsanlık için gerçek bir yıkım getirecek olan bu gerici “çözüm”ün önüne geçebilecek tek toplumsal güç, uluslararası işçi sınıfıdır. Bununla birlikte, işçi sınıfının insanlığın içine sürüklendiği felaketi önleyebilmesi için, bütün burjuva partilerden ve onların kuyruğundaki sahte soldan bağımsız enternasyonalist devrimci, sosyalist bir siyasi güç olarak ortaya çıkması gerekiyor. Bu, işçilerin ve gençlerin, bütün burjuva kimlik politikalarından bağımsız ve onlara karşı, uluslararası bir sınıf kimliği altında, enternasyonalist sosyalist bir program etrafında örgütlenmesi ve baskı altındaki bütün toplum kesimlerine önderlik etmesi demektir.
İşçi sınıfının kapitalist sömürüye, savaşlara ve her türlü baskıya son verme mücadelesinde ihtiyaç duyduğu devrimci perspektif ve örgütlenme, yalnızca Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından savunulmakta ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla, Türkiyeli egemenlerin işçileri ve gençliği içine sürüklediği savaş ve diktatörlük felaketini önlemenin yolu, burjuva siyaset kurumuna ya da ona eklemlenmiş olan sahte sola yedeklenmekten değil; DEUK’un Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşasını hızlandırmaktan geçmektedir.