AKP hükümetinin “terörle mücadele” adı altında birkaç koldan sürdürdüğü tutuklama ve yıldırma operasyonlarının son ayağı 20 Aralık günü gerçekleşti. Başta İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır ve Van olmak üzere 7 ilde gerçekleştirilen operasyonlarda 49 basın emekçisi gözaltına alındı, ardından bu gazetecilerden 36’sı tutuklanarak cezaevine gönderildi.
“KCK soruşturması” kapsamında DİHA, Özgür Gündem, ANF, ETHA, Demokratik Modernite, Etik Ajans, Fırat Dağıtım ve Birgün gazetesinde çalışan gazeticilere yönelik devletin bu saldırısının sebebi yine “KCK üyesi olmak”la açıklanıyor. Elbette bu suçlama yeni değil; cezaevlerinde binlerce siyasetçi ve birçok aydın “silahlı terör örgütü üyeliği ve propagandası” suçlamasıya (KCK üyeliğiyle) tutuklu bulunuyor. Ne gariptir ki, tutukluların sayısı 5 bine yaklaşmış olmasına karşın ortada tutuklu bulunanların gerçekleştirdiği bir silahlı eylemi bir yana bırakalım, eylem planı ve hatta silah dahi bulunmuyor.
Egemenlerin hukuku
Ortada hiçbir delil-sebep yokken gözaltına alınıp tutuklanan basın emekçileri, savcılığa verdikleri ilk ifadelerinde, çalıştıkları gazeteler ve yazdıkları yazılara ilişkin; ‘neden o gazetede çalışıyorsun?’ ‘neden bu haberi yazdın?’ gibi sorularla karşılaştıklarını aktardılar. Benzer sorular, çıkarıldıkları ilk mahkemede de kendilerine yönetildi. Bir diğer örnek de, henüz bir haber yapma ya da bir yazı yazma fırsatı bulamadan, yalnızca gazeteye staj yapmak için başvurmasından dolayı gözaltına alınan Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Şeyma Özcan’ın tutukluluk halinin devamı. Yaşanan sürece dair bu çarpıcı örnekler, burjuva demokrasisinin maske ardındaki gerçek yüzüdür.
Bu söylediklerimiz, davanın gayri meşruluğunun ötesinde, burjuva hukukunun da tamamıyla egemenlerin keyfiyetine kalmış bir düzenlemeden oluştuğunu ifade etmeye yönelik. Elbette, yine aynı burjuva hukukunun ve sözüm ona adaletinin, sömürü ve baskı düzenini koruma amacı çerçevesinde oluşturulduğu, ve dolayısıyla yalnızca kendi ordu ve kolluk güçlerinin silahlı eylemini meşru kabul ettiğini de atlamamak gerekiyor. Öyle ya, devlet öldürdüğünde toplum güvenliğini sağlamaktan başka bir şey istemiyor!
20 Aralık’tan önce hâlihazırda 70 gazeteci tutuklu olarak cezaevlerinde yargılanıyordu, bu sayı artık 100’ü geçmiş bulunuyor. Yine bu gazetecilerin önemli bir bölümü Kürt ve sosyalist basın emekçilerinden oluşuyor. Geçtiğimiz dönemde, Kürtlere yönelik devlet terörünün yargı ayağını oluşturan “KCK soruşturması” kapsamında BDP’nin yasal akademilerinde ders veren aydınların tutuklanması, operasyonunun hattının genişleyeceğini ve yalnızca siyasetçilerle sınırlı kalmayacağını göstermişti. Abdullah Öcalan’ın yıllardır önerdiği “akademi kurma” fikrininin delillerden biri olarak ifade edilmesi ise, yargı kurumunun artık az da olsa özenli davranma ihtiyacı dahi duymadığını ortaya koymuştu; zira AKP ve CHP de partilerine bağlı olarak siyaset akademileri kurmuş durumdalar.
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında devletin başlıca ayaklarını oluşturan polis ve yargı kurumunun giderek pervasızlaşmasının önünde hiçbir engel bulunmuyor. Öyle ki, bu yasaya göre her türlü eylem, gösteri, propaganda ya da kitap “terör örgütü üyeliği” için delil kabul edilebilmektedir, her şey yargı kurumu görevlilerinin “bağımsız” denilen inisiyatiflerine bırakılmıştır. Birçok yasal dergi ve kitabın suç delili sayılması, onlarca yıl önce tasfiye olan örgütlerin üyeliğiyle yargılanma, öldürüldüğü halde suçlu bulunma artık sıradanlaşmış durumda.
1991 yılında eski 141 ve 142. maddelerin yarattığı boşluğu doldurmak, sosyalistleri ve Kürt hareketini sindirmek amacıyla çıkarılan TMK, sonraki yıllarda çeşitli şekillerde değiştirilse de özünü korumuş, en son kapsamlı değişiklik 2006 yılında AKP hükümeti tarafından gerçekleştirilmişti. Son değişiklikle yasanın kapsamı genişletilmiş, her türlü muhalif eylem suç kapsamına alınabilecek hale getirilmişti. Aynı dönem, 2007 yılında Polis Vazife ve Salahiyat Kanunu değiştirilerek polise geniş yetkiler tanınmış, bugün sıkça konuşulan polis terörünün zincirinden boşanmasının önü açılmıştı. Yine, eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerini alan yetki alanları olağanüstü genişletilmiş Ağır Ceza ve Özel Yetkili Ceza Mahkemeleri siyasi iktidarın baskı araçlarının tamamlayıcısı olarak önemli bir görev yerine getirmektedir. Tutukluluk süresinin belirsizleşmesi ve fiili cezaya dönüşmesi TC’nin hukuk devleti ve bağımsız yargı konseptini tamamlamaktadır.
Hangi sınıfın çözümü?
“KCK soruşturması” kapsamında gerçekleştirilen operasyonlar, hiç şüphesiz egemenlerin övgüyle söz ettiği burjuva demokrasisi ve hukukunun sınırlarını dahi zorlamaktadır. Davanın siyasi bir dava olduğu ve yasal alanda faaliyet gösteren Kürtleri yıldırma ve hareketsizleştirmeyi hedeflediği ve büyük fotoğrafta burjuvazinin “Kürt açılımı”nda da bir yere düştüğü ortada. Ancak, devlet terörünün fiziki şiddet ve yok etmeden, tutsaklaştırarak yıldırmaya doğru eğilim gösterdiğinin de bir ifadesi olan bu durum, uluslararası sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin özellikle son 5 yılda ön hazırlıklarını yaptığı bir sürecin işlemesini de ifade ediyor. Öyle ki, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada da “demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi” söylemi arkasında burjuva devletlerin baskı araçları son yıllarda hızla güçlendirilmiş, emekçi sınıflara ve muhalif hareketlere yönelik yıldırma ve ezme süreci hızlandırılmış bulunuyor.
Egemen sınıfların kapitalizmin bugünkü krizine, dışarıda ve içeride yeni savaşlara hazırlandığı bir dönemde attığı bu adımları gerçekten “demokratikleşme” olarak gören ve burjuvazinin arkasında hizaya geçen birçok sol akımın bugün yaşananları şaşkınlıkla karşılaması da bu yüzden tesadüf değil. Aynı şekilde, daha önceki dönemde gazetecilerin tutuklanmasına karşı ses çıkaran burjuva medyasının, bu tutuklamalara -kimi istisnalar dışında- sessiz kalmak bir yana, destek vermesi de tekellerin elindeki medyanın şaşırtıcı olmayan ikiyüzlü karakterini ortaya sermektedir.
“KCK soruşturması”nın, iktidar tarafından “Kürtlerin tüm hakları tanınacak” gibi açıklamalarla aynı dönemde genişletilmesi, Kürt sorununda burjuvazinin çözümünden yalnızca yeni baskı ve ezme araçlarının doğabileceğini bir kez daha gösteriyor. Bütün bu sebepler, Kürt halkı ve basınına yönelik saldırılara karşı mücadeleyi yükseltmek ve TMK, Ağır Ceza ve Özel Yetkili Mahkemeler gibi devletin anti-demokratik uygulamalarının tüm araçlarının ortadan kaldırılması için, burjuvazinin “demokratik” diktatörlüğünün “çözüm”üne karşı, işçi sınıfının devrimci çözümünü yaratma mücadelesine kararlılıkla yüklenme gerekliliğini göstermektedir.