Kleptokrasi ile diktatörlük eğilimi başa baş gidiyor
AKP’li dört eski bakan (Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Egemen Bağış ve Erdoğan Bayraktar) hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk iddialarını soruşturmak üzere TBMM’de oluşturulan Soruşturma Komisyonu, onların “Yüce Divan” sıfatıyla çalışacak olan Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmasını reddetti. Karar, komisyondaki 9 AKP’li üyenin oyuyla alınırken, dört CHP’li ve bir MHP’li üye, söz konusu eski bakanların yargılanması yönünde oy kullandı (HDP, komisyondaki bir üyesini daha önce çekmişti). Dahası, Komisyon, dört eski bakanın çocuklarıyla yapmış oldukları telefon görüşmelerini içeren tapelerin de imha edilmesine karar verdi.
Dört eski bakan, Türkiye’ye kaçak yollarla altın sokulmasına yardımcı olmak, resmi belgede sahtecilik, rüşvet almak, usulsüz projeleri onaylamak, usulsüzlüklere göz yummak, nüfuz ticareti yapmak gibi suçlardan dolayı 17-25 Aralık soruşturmasının odağında yer alıyordu. Söz konusu soruşturmanın diğer başrol oyuncusu ise Rıza Zerrap adlı İranlı sözde işadamıydı.
Anımsanacağı üzere, üst düzey AKP yöneticilerinin paniğe kapıldığı o süreçte, Başbakan Erdoğan, Kuzey Afrika’daki resmi ziyaretlerinden döner dönmez ipleri eline almış ve “Gülen Cemaati”ni hedefe yerleştiren bir “paralel yapı” operasyonu başlatmıştı. Erdoğan’ın başlattığı karşı saldırı ile birlikte, sözde “darbe” düzenlediği gerekçesiyle, birkaç ay içinde, başta 17-25 Aralık soruşturmasına dahil olanlar olmak üzere onlarca savcının, yargıcın ve polisin görev yeri değiştirildi. Bu saldırıya, kendi kontrollerindeki savcıların, yargıçların ve polis şeflerinin atanmasıyla birlikte, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanların teker teker “aklanması” eşlik etti.
TBMM’de dört eski bakan ile ilgili iddiaları sözde “soruşturmak” üzere oluşturulan komisyon, AKP’nin kamuoyunu oyalamaya ve yanıltmaya yönelik bir manevrasından başka bir şey değildi. TBMM’deki iki büyük burjuva partisinin de aktif rol aldığı bu oyun, AKP’nin geçtiğimiz yıl 19 Mart’ta verdiği bir soruşturma önergesi ile başlamıştı (CHP de bir soruşturma önergesi vermiş ve TBMM’yi o gün olağanüstü toplantıya çağırmıştı). AKP’nin önergesi ancak 5 Mart’ta görüşülecek, “soruşturma komisyonu” da ancak 10 Temmuz’da toplanabilecekti.
Görevi kamuoyunu oyalamak ve yanıltmak olan bu komisyonun ilk işi, konuya ilişkin yayın yasağı getirmek oldu. Komisyonun, kısır tartışmalarla geçen toplantılarının ardından, 22 Aralık günü yapacağı toplantıda karar alması bekleniyordu. Ama bu gerçekleşmedi ve komisyon, karar oylamasını 5 Ocak’a ertelediğini açıkladı.
Aradan geçen iki haftalık süre içinde tam bir ortaoyunu sergilendiğine tanık olduk. Burjuva muhalefet partileri, özellikle de kimi CHP’liler, AKP’li komisyon üyelerinin eski bakanları Yüce Divan’a gönderme yönünde oy kullanabileceğine ilişkin hayaller kuruyor; kimi AKP’li milletvekilleri de bu hayalleri destekleyecek açıklamalar yapıyordu.
Başbakan Davutoğlu’nun, “kardeşimiz de olsa kolunu keseriz” türü açıklamalarını fazla ciddiye alan burjuva muhalefet, örneğin, soruşturma komisyonunun kurulması kararı da dahil, AKP’nin bu süreçte attığı bütün adımların “paralel yapı” karşısında bir tür geri adımı ifade ettiği için yanlış olduğunu düşünen Mehmet Metiner’in söylediklerini ciddiye almadı. Oysa AKP’yi kendi karakterinde özetleyen bu milletvekili, oynanan oyunun inceliğini görebilecek yeteneğe sahip olmasa da, partinin gerçek ve biricik patronu olan Erdoğan’ın metin eriydi ve onun düşüncelerini ifade ediyordu.
Burjuva muhalefet, özellikle de CHP, muhtemelen, Şişli’de kendi yolsuz belediyesi ile başı dertte olduğu için, 17-25 Aralık soruşturması ile ilgili olarak son iki ayda yaşanan gelişmeleri de ciddiye almadı. Zira TBMM’deki komisyondan ne tür bir karar çıkacağı, iktidarın talimatıyla 17 Aralık soruşturmasını devralmış olan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ekrem Aydıner’in, 10 Kasım’da, 53 şüpheli hakkında takipsizlik kararı vermesiyle belli olmuştu. Bilindiği gibi, bu kararı, yapılan itirazların reddedilmesinin ardından, 17-25 Aralık soruşturması sırasında, eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler ile eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde bulunan paraların, yasal faizi ile birlikte iade edilmesi izledi.
Burjuva muhalefetin bir kısmı, bütün bu yaşananların ardından, AKP’nin, komisyonun hazırlayacağı raporu görüşmek üzere en geç 19 Ocak’ta toplanacak olan TBMM Genel Kurulu’nda “fire vermesi” ve dört eski bakanın 276 oyla Yüce Divan’a gönderilmesi olasılığı üzerinde durmaya devam ediyor.
Bütün bunlar yaşanırken, rüşvetin ve yolsuzlukların, muhalefet partilerinin elinde olanlar da dahil, bütün devlet kurumlarına derinden işlemiş olduğu gerçeği gözlerden kaçırılıyor. Dahası, bu gerçek, söz konusu eski bakanların -başta Erdoğan olmak üzere AKP’li yöneticilerin hesapları doğrultusunda taktik değiştirmesi sonucunda- Yüce Divan’a gönderilmesi durumunda bile değişmeyecektir. Zira rüşvet ve yolsuzluk, herhangi bir siyasi partiye ya da kişilere değil ama sisteme bağlı bir sorundur.
Rüşvetin ve yolsuzluğun 12 yıllık AKP iktidarları döneminde neredeyse kural haline gelmiş olmasının nedeni, Erdoğan’ın, bakanların ya da diğer AKP’li siyasetçilerin niyeti değil; bu süre içinde ekonomide yaşanan köklü dönüşümdür. Türkiye ekonomisi, son 12 yıl içinde, üretimden bütünüyle kopmuş, yalnızca vurgun ve rant peşinde koşan pervasız bir mali aristokrasinin egemenliği altına girmiş durumda. Uyguladığı kapsamlı özelleştirme programlarıyla ülkenin bütün kaynaklarını bu uluslararası mali aristokrasinin ve yerli ortaklarının yağmasına açmış olan AKP’li yönetici seçkinler, aslında, rüşveti meşrulaştıran ünlü atasözünde olduğu gibi, bal tutan parmaklarını yalamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Dahası, onların merkezi iktidarda yaptıkları, elbette “daha küçük” boyutta, burjuva muhalefetin elindeki yerel yönetimler tarafından taklit ediliyor.
TÜSİAD, 26 Kasım 2014 günü, İstanbul’daki Sabancı Center’da, “İş Dünyası Bakış Açısıyla Türkiye’de Yolsuzluk” başlıklı bir seminer düzenlemişti. Büyük patronlar, o seminerde, TÜSİAD’ın Haziran 2014’te 801 işverenle görüşerek gerçekleştirdiği “yolsuzluk algı araştırması”nın bulgularını açıkladılar. Bu araştırmaya göre, ankete katılanların tamamına yakını “Türkiye’de yolsuzluk vardır” derken, yüzde 46’sı yolsuzluğun daha da artacağını söylüyordu.
Katılımcıların yüzde 11’inin, “Kanuna uymayan bir işi yaptırmak için kamu yetkililerine rüşvet vermek yolsuzluk mudur” sorusuna “hayır” yanıtını verdiği araştırma, yolsuzluğun en fazla olduğu iki sektörün, sırasıyla, AKP yönetimleri altında büyük patlama yaşanan inşaat ve hizmetler olduğunu gösteriyor.
TÜSİAD’ın seminerinden bir hafta sonra, 3 Aralık 2014’te, Transparency International’ın son yolsuzluk raporu yayımlandı. Bu rapora göre, Türkiye, 175 ülkenin yer aldığı yolsuzluk sıralamasında, bir yıl içinde beş puan kaybederek, 45 puanla 64. sıraya gerilemiş durumda. Türkiye, 2012 yılında 49 puanla 54., 2013’te ise 50 puanla 53. sıradaydı. Yolsuzluk listesinde, Türkiye’nin ardından, 44 puanla Kuveyt ve Güney Afrika Cumhuriyeti ile 43 puanlı Brezilya, Bulgaristan, Yunanistan, İtalya ve Romanya geliyor.
Özetle, geleneksel olarak sınıf egemenliğinin ve yönetici seçkinliğin bir parçası olan rüşvet ve yolsuzluk, uluslararası mali aristokrasinin güçlenmesiyle birlikte, küresel bir olgu haline gelmiş durumda. Dünya Ekonomik Forumu’nun yaptığı çalışmalara göre, yolsuzluğun maliyeti küresel GSH’nin yüzde 5’ini oluşturuyor ve dünyada bir yıl içinde rüşvete ödenen para 1 trilyon doları aşıyor.
Son yıllarda siyaset literatüründe giderek öne çıkan bir kavram var: Kleptokrasi. Kleptokrasi, bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak yağmalaması anlamına geliyor.
Türkiye’de AKP iktidarları altında gerçekleşen bu yağma, toplumun emekçi kesimlerinden mali oligarşiye doğru devasa bir servet aktarımının dışavurumundan başka bir şey değildir. Yolsuzluğun ve rüşvetin finansmanı, her yerde, işçi sınıfının sömürüsüne, kazanılmadan elde edilen gelire dayanmaktadır. AKP’li yönetici seçkinlerin önemli bir kesimi, bu servet aktarımını yönettikleri 12 yıl içinde, kaçınılmaz şekilde kleptokratlara dönüşmüş durumdalar.
Bu kleptokrasinin devasa toplumsal eşitsizlik ve siyasi baskı karşısında alttan alta biriken toplumsal öfke patlamasına yönelik diktatörlük eğiliminin altında, kuşkusuz, yönetici seçkinlerin ayrıcalıklı konumlarını koruma ve işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmama güdüsü yatmaktadır. Ama yönetici seçkinler bunu yaparken, aynı zamanda, uluslararası mali sermayenin ve onun yerli ortaklarının çıkarlarını da koruyorlar. Bu yüzden, “iş dünyası”nın AKP’ye olan muhalefeti ikiyüzlüdür ve işçi sınıfı ile gençliğin yararına değildir. Kapitalistler, bir yandan yönetici seçkinlere verdikleri rüşvetlerin “maliyeti” hakkında şikayette bulunurken, aynı zamanda, onları beslemekten de geri durmuyorlar.
Çünkü onlar, bu yöneticilerin ve bürokratların asıl işlevinin kapitalist sömürü düzenini korumak ve geliştirmek olduğunu çok iyi biliyorlar. Onlara göre, yönetici seçkinlerin bu hizmet karşılığında, kendi ceplerini doldurması, nihayetinde “kabullenilebilecek” bir bedeldir..
Burjuva muhalefet partilerinin AKP’li kleptokratların diktatörlük yönelimine karşı herhangi bir toplumsal muhalefet örgütlememesinin nedeni ise onların da aynı emperyalist-kapitalist çıkarları korumak için iktidara geldiklerinde aynı polis devleti aygıtından yararlanacak olmalarıdır.
17-25 Aralık soruşturmalarından bu yana yaşananlar ve dört eski bakanın TBMM komisyonu tarafından aklanması, kleptokrasiye ve diktatörlük yönelimine karşı mücadele edebilecek tek toplumsal gücün işçi sınıfı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının bu mücadeleyi başarıyla sürdürmesi için, enternasyonalist sosyalist bir perspektif temelinde, tüm bu sorunların kaynağı olan kapitalizme ve onun savunucusu burjuva partilere karşı mücadeleye girişmesi gerekiyor. Bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesinin inşası demektir.