Bölünme Sonrası: Küreselleşmenin Önemi ve Etkileri
202. Uluslararası Komite, bölünmenin hemen ardından, İşçilerin Devrimci Partisi’nin (WRP) dağılmasını ayrıntılı bir çözümlemeye tabi tuttu. WRP Troçkizm’e Nasıl İhanet Etti 1973-1985 başlıklı çalışma, o örgütün içindeki krizin, Britanyalı Troçkistlerin daha önce Uluslararası Komite’nin kurulmasında ve ardından Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) 1963 yılında Pablocular ile gerçekleştirdiği ilkesiz yeniden birleşmeye karşı mücadelelerinde savunmuş oldukları ilkelerden vazgeçmesiyle bağlantılı olduğunu gösterdi. Uluslararası Komite, bunun ardından, David North’un Savunduğumuz Miras: Dördüncü Enternasyonal’in Tarihine Bir Katkı adlı çalışmasını yayınlayarak, Michael Banda’nın Troçkist hareketin tarihine yönelik saldırısını yanıtladı.
203. Uluslararası Komite’deki bölünmenin tarihsel köklerini ve siyasi kökenlerini çözümleyen DEUK, sınıf mücadelesinin gelişmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in inşası için nesnel temelleri sağlayan dünya ekonomisindeki değişikliklerin sistematik bir incelemesini başlattı. Uluslararası Komite’nin Temmuz 1987’deki dördüncü plenumunda şu sorular ortaya atıldı: (1) Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin büyümesi, dünyadaki ekonomik ve siyasi gelişmelerin hangi yeni eğilimlerinin bilinçli ifadesidir? (2) Yeni bir dünya devrimci krizi hangi nesnel zeminde öngörülebilir?
204. DEUK, bu sorulara yanıtında, asıl vurguyu, “ulusötesi şirketlerin faaliyetindeki şiddetli büyüme”ye yaptı:
Sonuç, dünya piyasasının bugüne değin görülmedik biçimde bütünleşmesi ve üretimin uluslararasılaşması olmuştur. Dünya ekonomisinin, ABD de dahil, bütün ulusal ekonomiler üzerindeki mutlak ve etkin üstünlüğü, modern yaşamın temel bir gerçeğidir. Entegre devrelerin bulunmasıyla ve mükemmelleştirilmesiyle teknolojide sağlanan ilerlemeler iletişimde devrimci değişimlere yol açmış, bu da küresel ekonomik bütünleşmeyi hızlandırmıştır. Ancak bu ekonomik ve teknolojik gelişmeler, kapitalizm için yeni tarihsel ufuklar açmak şöyle dursun, dünya ekonomisi ile kapitalist ulus-devlet sistemi ve toplumsal üretim ile özel mülkiyet arasındaki temel çelişkiyi bugüne kadar görülmedik düzeyde arttırmıştır. [116]
205. Uluslararası Komite, aynı zamanda şunu belirtiyordu:
Büyük ulusötesi şirketler ve üretimin küreselleşmesi olguları, özünde devrimci sonuçlara sahip bir başka etmenle; ABD’nin küresel ekonomik egemenliğini hem göreli hem de mutlak anlamda yitirmesi ile ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. ABD emperyalizminin dünyadaki konumunda yaşanan ve onun dünyanın başlıca alacaklısı olmaktan çıkıp en büyük borçlusu haline gelmesinde ifadesini bulan bu tarihsel değişim, işçilerin yaşam koşullarında yaşanan çarpıcı gerilemenin altında yatan nedendir ve bunun ABD içinde devrimci bir sınıfsal hesaplaşmalar dönemine yol açması gerekmektedir. [117]
206. İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin yıkılmasını yansıtan ve DEUK’un dikkat çektiği bir diğer gelişme, emperyalistler arasındaki çelişkilerin tırmanmasıydı. O zamanlar, bu yeni gerilimlerin hiçbir şekilde tek olmasa da en doğrudan kaynağı, Japonya’nın sergilediği hızlı ekonomik gelişmeydi. DEUK, hem Amerikan hem de Japon sermayesini tehdit etme kapasitesine sahip birleşik bir Avrupa piyasasının oluşturulması planlarının uygulanmasına dikkat çekti. DEUK, aynı zamanda, proletaryanın Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki -yüksek kâr oranları arayışı içindeki uluslararası sermaye ihracının ürünü olan- muazzam genişlemesinin devrimci önemine atıfta bulundu.
207. Ulusötesi üretimin gelişmesi ve finans sektörü ile üretimin küresel ölçekte bütünleşmesi, çarpıcı bir biçimde, ulus-devlet sisteminde yerleşik toplumsal ve siyasi örgütlenmelerin yaşama yeteneğinin altını oydu. Kapitalizmin küresel bütünleşmesi, her ne kadar işçi sınıfının birleşmesinin nesnel koşullarını oluşturuyor olsa da, bu devrimci potansiyel, bilinçli enternasyonalist bir stratejinin üzerine kurulu örgütlerin ve önderliklerin varlığını gerektiriyordu. Böylesi bir önderliğin yokluğunda, işçi sınıfı, kendisini küresel olarak örgütlenmiş sermayeye karşı savunamayacaktı. DEUK’un, Dünya Kapitalist Krizi ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri başlıklı 1988 tarihli perspektif dokümanında açıkladığı gibi:
Ulusötesi şirketlerin gelişmesi ve sonuçta kapitalist üretimin bütünleşmesi, dünya işçilerinin karşı karşıya olduğu koşullarda daha önce tanık olunmadık bir benzerlik yaratmıştır. Ulusal kapitalist gruplar arasında dünya piyasasında egemenlik uğruna süren amansız rekabet, en acımasız ifadesini, egemen sınıfların “kendi” ülkelerindeki işçi sınıfının sömürüsünü yoğunlaştırmayı amaçlayan kapsamlı saldırısında bulmuştur. Sermayenin emeğe karşı saldırısı, bir ülkeden diğerine, kitlesel işsizlik, ücret kesintileri, iş hızlandırma, işçilerin sendika üyeliklerinin engellenmesi, sosyal kazanımların ortada kaldırılması ve demokratik haklara yönelik saldırıların yoğunlaşması yoluyla yaşama geçirildi. [118]
208. Kapitalist üretim biçimindeki değişiklikler, beraberlerinde, sınıf mücadelesinin biçiminde de bir değişikliği getirdi:
Sınıf mücadelesinin yalnızca biçimsel olarak ulusal, özünde ise uluslararası bir mücadele olduğu, uzun süredir Marksizmin temel bir önermesidir. Bununla birlikte, kapitalist gelişmenin yeni özellikleri göz önünde tutulduğunda, sınıf mücadelesinin biçiminin bile uluslararası bir özellik kazanması gerekmektedir. İşçi sınıfının en basit mücadeleleri bile, onun eylemlerini uluslararası düzeyde koordine etmesi gereğini ortaya koymaktadır. Ulusötesi şirketlerin bir malın üretimi için farklı ülkelerdeki işçilerin emek gücünü sömürmesi ve üretimi en yüksek kar arayışı içinde, farklı ülkelerde ve farklı kıtalarda bulunan tesisleri arasında paylaştırıp kaydırması, ekonomik yaşamın temel bir gerçeğidir… Böylece, sermayenin daha önce görülmedik düzeydeki uluslararası hareketliliği, farklı ülkelerin işçi harekeleri için üretilmiş olan bütün ulusalcı programları hükümsüz ve gerici kılmıştır. [119]
DEUK’un büyümesinin kaçınılmaz biçimde bağlantılı olduğu nesnel temeli oluşturan şey, öncelikle bu gelişmelerdir. Bu konu, Ağustos 1988’de İşçiler Birliği’nin 13. Ulusal Kongresi’ne sunulan bir raporda geliştirildi ve vurgulandı:
Biz, proletaryanın mücadelesinin bir sonraki aşamasının, çetin biçimde, nesnel ekonomik eğilimler ile Marksistlerin öznel etkisinin birleşik basıncı altında, uluslararası bir yörüngede gelişeceğini öngörüyoruz. Proletarya, pratikte kendisini giderek daha fazla uluslararası bir sınıf olarak tanımlama eğiliminde olacak; politikaları bu yapısal eğilimin ifadesi olan Marksist enternasyonalistler de bu süreci geliştirecek ve ona bilinçli bir biçim kazandıracaklardır… [120]
209. DEUK, küresel üretimin yeni biçimlerinin bir dünya savaşı tehlikesini azaltmadığı; tersine, yoğunlaştırdığı uyarısında bulundu:
Kapitalist üretimin küresel özelliği başlıca emperyalist güçler arasındaki ekonomik ve siyasi çelişkileri olağanüstü düzeyde keskinleştirmiş ve dünya ekonomisinin nesnel gelişmesi ile bütün bir kapitalist mülkiyet sisteminin tarihsel olarak içinde kök saldığı ulus-devlet biçimi arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ön plana çıkarmıştır. Herhangi bir kapitalist ‘anayurt’a bağlılığı olmayan bir sınıf olan proletaryanın açık uluslararası karakteri, onu, uygarlığı ulus-devlet sisteminin boğucu prangalarından kurtarabilecek biricik toplumsal güç yapmaktadır.
Bu temel nedenlerden dolayı, herhangi bir ülkedeki egemen sınıfa karşı verilecek mücadele, proletaryanın kapitalist sisteme karşı dünya çapında seferberliğini amaçlayan uluslararası bir stratejiye dayanmadıkça, onun nihai kurtuluşunu hazırlamak şöyle dursun, işçi sınıfı için kalıcı kazanımlar bile elde edemez. İşçi sınıfının bu zorunlu birliği, yalnızca gerçekten uluslararası proleter, yani devrimci bir partinin inşasıyla sağlanabilir. Bu türde, on yıllar süren amansız ideolojik ve siyasi mücadelenin ürünü olan tek bir parti bulunuyor. Bu, Lev Troçki tarafından 1938’de kurulan ve bugün Uluslararası Komite’nin önderliğinde olan Dördüncü Enternasyonal’dir. [121]
SSCB’de Perestroyka ve Glasnost
210. Uluslararası Komite içinde 1982 ile 1986 yılları arasında ortaya çıkan mücadele, Sovyetler Birliği’nin ve oradaki Stalinist rejimin derinleşen krizinin yaşandığı bir ortamda gerçekleşti. Bu krizin gelişmesi, çelişkili bir biçimde, Sovyet ekonomisinin II. Dünya Savaşı sonrasındaki devasa büyümesinden kaynaklanıyordu. Bu büyüme, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” görüşüne dayanan ulusal otarşik ekonomi politikalarının yaşama yeteneğini daha da aşındırdı. Sovyet ekonomisinin giderek karmaşıklaşması, dünya ekonomisine ve onun uluslararası işbölümüne katılma gereksinimini her zamankinden daha acil hale getirdi. SSCB’nin artan ekonomik sorunları, özellikle dünya ekonomik büyüme oranları 1945 sonrası yirmi yıl içindeki genel olarak yüksek düzeylerden gerilemeye başladığında, bilimsel planlama iddialarını alay konusu haline getirmiş olan bürokratik sistemin apaçık etkisizliği eliyle daha da kötüleşti. Troçki’nin 1936’da vurgulamış olduğu gibi, planlı bir ekonomide, kalite, “totaliter bir korku, yalan ve dalkavukluk rejimiyle bağdaşmayan koşulları; üreticilerin ve tüketicilerin demokrasisini, eleştiri ve girişim özgürlüğünü gerektirir.” [122] Troçki, 1935 yılında da şunu belirtmişti: “Ekonomik görevler karmaşıklaştıkça, halkın talepleri ve çıkarları da o denli artar; bürokratik rejim ile sosyalist gelişmenin talepleri arasındaki çelişki o ölçüde keskinleşir.” [123] Bürokrasinin siyasal ve toplumsal çıkarları ile ekonomik gelişmenin nesnel gereklilikleri arasındaki çelişki, özellikle garip ifadesini, rejimin bilgisayar teknolojisi karşısında duyduğu hastalıklı korkusunda buldu. Yurttaşlarının bütün daktiloları ve teksir makinelerini kaydettirmesi gereken bir ülkede bilgisayarların yaygın kullanımının yol açabileceği siyasi sonuçlar, Stalinist yetkilileri dehşete düşürüyordu.
211. Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlere yönelik muhalefet, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca durmadan arttı. Sovyet sanayi kenti Novoçerkassk’ta Haziran 1962’de ordu tarafından zor kullanılarak bastırılan büyük grevlere ilişkin haberler söz konusuydu. Kruşçev’in Ekim 1965’te aniden iktidardan uzaklaştırılması, onun yerini Leonid Brejnev’in alması ve 1953 sonrası de-Stalinizasyon kampanyalarına sınırlandırmalar getirilmesi, rejimin siyasi meşruiyetini korumaya yönelik çaresiz bir girişimdi. Artan muhalefet hareketini yıldırmak amacıyla Yuli Daniel ve Andrey Sinyavski adlı yazarların yargılanması ve hapis cezasına çarptırılması, daha sonra Alexander Soljenitsin’in sürgüne gönderilmesinde olduğu gibi, rejimin saygınlığını ortadan kaldırmaya hizmet etti. Çekoslovakya’da, Ocak 1968’de Alexander Dubçek’in iktidara gelmesi (“Prag Baharı”), Sovyet bürokrasisini daha da korkuttu. Ardından Çekoslovakya’nın Ağustos 1968’de işgali ve Dubçek’in iktidardan uzaklaştırılması, Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki işçi sınıfının ve aydınların demokratik ve sosyalist nitelikte reformların mümkün olduğuna inanan kayda değer kesimlerinin yabancılaşmasını derinleştirdi. 1970 yılında, Polonya’daki kitlesel grevler, kendisi de 1956’daki kitlesel protestoların ortasında iktidara gelmiş olan Gomulka’nın yönetimini alaşağı etti. Brejnev, bu tehditler karşısında, rejime bütünüyle katı bir karakter kazandıran ortodoks Stalinist bir politika izleme arayışına girdi. Bu dönem, çarpıcı biçimde, Sovyetler Birliği ile ABD arasında “yumuşama”nın canlanmasına tanık oldu. Bu süreç, Carter yönetiminin 1970’lerin sonlarında -ardından Reagan yönetimi tarafından daha da geliştirilen- çatışmacı politikaya yönelmesiyle sona erdi.
212. Rejim, Brejnev Kasım 1982’de öldüğünde, ciddi ekonomik krizin ve genel toplumsal durgunluğun işaretlerini artık gizleyemiyordu. Sovyet bürokrasisinin önemli kesimleri, 1980 yılında Polonya’da kitlesel Dayanışma hareketinin ortaya çıkmasını, devrimci bir patlamanın bizzat SSCB içinde de mümkün olduğunun işareti olarak algıladı. Brejnev’in yerini alan KGB yöneticisi Yuri Andropov, rejime saygınlığını yeniden kazandırmak için, çeşitli yolsuzluk karşıtı reformları uygulamaya çalıştı. Aynı zamanda, Sovyet sanayisinin üretkenliğini arttıracağı umuduyla, alkolizme karşı sıkı önlemler aldı. Ancak bu önlemler yalnızca hafifleticiydi. Temel sorun, Sovyet ekonomisinin ulusal olarak kapalı karakteri olmaya devam etti. Her durumda, iktidara geldiğinde ciddi biçimde hasta olan Andropov, yalnızca 15 ay sonra, Şubat 1984’te, böbrek hastalığından öldü. Onun yerini alan Konstantin Çernenko, ölümcül hastalığa sahip bir başka Sovyet bürokratıydı. Çernenko, göreve geldikten sonra yalnızca 13 ay yaşadı. Onun yerine, kriz içindeki yönetimi SSCB’nin dağılmasıyla sona eren Mikhail Gorbaçov geçti.
213. Gorbaçov, içerideki özgürlüklerin sınırlı biçimde genişletilmesi (glasnost/açıklık) ile ekonomik reformlardan (perestroyka/yeniden yapılanma) oluşan ikili bir politika başlattı. Bürokrasinin Gorbaçov önderliğindeki kesiminin amacı, Sovyet halkı içinde var olan yaygın muhalefeti kapitalizmi yeniden kuracak olan politikalara yedeklemekti. Gorbaçov, işçilerin, onlarca yıllık Stalinist egemenlik eliyle yaratılmış olan yönelimsizliğine bel bağlıyordu. O, aynı zamanda, küçük-burjuva radikal soldan gelecek siyasi desteği de hesaba katmıştı. Gorbaçov’un kayda değer düzeyde kurnazlık sergilediği tek siyasi hesap buydu. Burjuva basının “Gorbimani” [aşırı Gorbaçov tutkusu –çev.] olarak adlandırdığı olgu, hiçbir yerde, sol küçük-burjuva çevreler içinde olduğu kadar pervasız biçimde ifade edilmedi. Gorbaçov’da Pablocu bürokratik öz-reform perspektifinin kutsal amacını gören Ernest Mandel, onun, Franklin Delano Roosevelt’in Sovyet versiyonu, “dikkate değer bir siyasi önder” olduğunu öne sürdü. [124] Geleceğe pembe gözlüklerle bakan Mandel, Sovyetler’deki gelişme için dört olası senaryo yazdı. Bunlardan bir teki bile SSCB’nin dağılması olasılığını içermiyordu ki bu, SSCB’nin nihai çöküşünden yalnızca iki yıl önce yazan bir yazar için olağanüstü bir dikkatsizlikti! Mandel’in çömezi ve Britanya’daki Pablocu örgütün önderi olan Tarıq Ali, perestroykaya ve başlatıcılarına olan coşkusunu dizginleyemedi. O, 1988 yılında yayınlanan Yukarıdan Devrim: Sovyetler Birliği Nereye Gidiyor? adlı kitabını Boris Yeltsin’e adadı. Tarıq Ali, Yeltsin’e yönelik dokunaklı övgüsünde, “siyasi cesareti onu ülkenin her yanında önemli bir sembol haline getirdi” diyordu. [125] Sovyetler Birliği’ni ziyaretini betimleyen Ali, okurlarına, “kendimi gerçekten evimde hissettim” diyordu. [126] Ali, Gorbaçov’un politikalarının Rus toplumunun yukarıdan aşağıya doğru devrimci dönüşümünü başlatmış olduğunu iddia etti. O, sinik biçimde, “Sovyetler Birliği’ndeki değişikliklerin, devasa bir Sovyet işçi sınıfı hareketi tarafından gerçekleştirilmesini ve eski iktidar organlarını (sovyetleri) taze kanla canlandırmasını tercih edecek olanlar (ben de dahil!)” vardı; “bu çok güzel olurdu ama o bu yönde gerçekleşmedi” diye yazdı. [127] Ali, ardından, siyasi izlenimciliği, saflığı ve kişisel aptallığı eşit ölçüde birleştiren Pablocu bakış açısının veciz bir özetini sundu:
Yukarıdan Devrim, programının başarılı olması durumunda sosyalistler ve demokratlar için dünya çapında son derece büyük bir kazanımın ifadesi olacak olan Gorbaçov’un Sovyet seçkinleri içinde ilerici ve reformcu bir akımı temsil ettiğini ileri sürer. Gorbaçov’un faaliyetinin çapı, gerçekte, 19. yüzyıldaki bir Amerikan başkanının, Abraham Lincoln’ün çabalarını andırmaktadır. [128]
214. Gorbaçov rejiminin, İşçilerin Devrimci Partisi’nin eski Troçkistleri tarafından yapılan değerlendirmesi de bundan daha az eleştirisiz değildi. Healy, Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nde siyasi devrime önderlik ettiğini ilan etti. Banda’ya göre, Gorbaçov’un göreve gelmesi, Troçkizmin nihai çürütülmesini temsil ediyordu. “Restorasyon olmasaydı” diye ilan etti Banda, “Troçki’nin onu kesinlikle icat etmesi gerekecekti! Stalin dönemindeki ve sonrasındaki bütün Sovyet tarihi, bu çocuksu solcu kurgunun aleyhine tanıklık etmekte ve tam tersi yönü göstermektedir.” [129]
215. DEUK, bu düşüncelerin tersine, daha 1986’da, Gorbaçov yönetiminin kökten gerici karakterini açıklamıştı. DEUK, 1988 perspektifler dokümanında şunları yazdı:
Gorbaçov, gerici perestroykasını uygulamaya çalışırken, Stalinizmin dayandığı bütün ekonomik öncüllerin; yani, sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceğinin başarısızlığını zımnen kabul etmektedir. Sovyet ekonomisinin gerçek krizi, dünya piyasasının ve uluslararası işbölümünün kaynaklarından zorunlu yalıtılmışlığından kaynaklanmaktadır. Bu krizin üstesinden gelmenin yalnızca iki yolu vardır. Gorbaçov’un önerdiği yol, devlet sanayisinin parçalanmasını, planlama ilkesinden vazgeçilmesini ve dış ticarette devlet tekelinin kaldırılmasını; yani, Sovyetler Birliği’nin dünya emperyalizminin bünyesine yeniden dahil edilmesini gerektirmektedir. Bu gerici çözümün alternatifi, emperyalizmin dünya ekonomisi üzerindeki egemenliğini, Sovyet işçileri ile uluslararası işçi sınıfını planlı ekonomiyi kapitalizmin Avrupa’daki, Kuzey Amerika’daki ve Asya’daki kalelerine yaymayı hedefleyen devrimci bir saldırıda birleştirerek paramparça etmeyi gerektirmektedir. [130]
216. Glasnost reformları ve sansürün gevşetilmesi, Sovyetler Birliği’nde siyasi ve tarihsel sorunların tartışılmasının önünü açtı. Bürokrasi, geçmişe yönelik olarak, aralarında Buharin’in, Zinovyev’in ve Kamenev’in bulunduğu eski Bolşeviklerin çoğunun “itibarını iade etti” ve Moskova Duruşmaları’nın yalanlara dayandığını kabul etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte, bürokrasi, Troçki’nin itibarını hiçbir zaman iade edemedi; çünkü onun eleştirileri bir bütün olarak bürokrasinin toplumsal çıkarlarına saldırıyordu. Bu düşüncelerin Sovyet işçi sınıfı içinde geniş bir kesime ulaşması, kapitalist restorasyon planlarını ciddi biçimde tehdit ederdi. Gorbaçov, 1987 yılında, Troçki’nin düşüncelerinin, “asıl olarak, her evresinde Leninizme yönelik açık bir saldırı” olduğunda ısrar ediyordu.
217. Rusça bir teorik dergi yayınlayan ve 1989-1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’ne çok sayıda ziyaret gerçekleştiren DEUK, Troçkizm düşüncesini Sovyet halkına taşımaya çalıştı. DEUK’un faaliyeti, Troçki’nin Ekim Devrimi’ndeki yerini netleştirme, Troçki’nin Stalinizme karşı mücadelesinin kökenleri ve önemi, Dördüncü Enternasyonal’in siyasi programı ve Sovyetler Birliği’nin karşı karşıya olduğu krizin doğası üzerinde odaklanmıştı. DEUK, SSCB’nin tasfiyesinin ve kapitalizmin yeniden kurulmasının Sovyet işçi sınıfı için çok kötü sonuçları olacağı konusunda sürekli uyarıda bulundu. Ekim 1991’de Kiev’de bir konuşma yapan David North, şunları belirtmişti:
… Bu ülkede kapitalizmin yeniden kurulması, yalnızca, mevcut üretici güçlerin ve onlara bağlı olan toplumsal-kültürel kurumların kapsamlı yıkımı temelinde gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, SSCB’nin dünya emperyalist ekonomisi ile kapitalist temelde bütünleşmesi, geri kalmış bir ulusal ekonominin yavaş gelişmesi değil; var olan yaşam koşullarını, en azından işçi sınıfı için, ileri ülkelerdekinden çok üçüncü dünyada var olan koşullara yaklaştıracak şekilde hızlı yıkımı demektir. Kapitalizmin yeniden inşasını savunanlar tarafından çevrilen çeşitli dolaplar incelendiğinde, varılabilecek tek sonuç, onların dünya kapitalist ekonomisinin gerçek işleyişi konusunda Stalin’den daha az cahil olmadıklarıdır. Onlar, şimdi, Stalin’in pragmatik ve ulusalcı politikaları eliyle üretilmiş olanı gölgede bırakacak bir toplumsal trajediye zemin hazırlıyorlar.
Bu teorik bir öngörü değildir. Tersine, SSCB’yi tehdit eden gelecek, Doğu Avrupa’nın büyük bölümünde şimdi var olan gerçekliktir. Kapitalizmin yeniden inşa edildiği ya da kurulma yolunda olduğu bütün ülkelerde, sonuç, ulusal ekonominin felaket getirici bir çöküşü olmaktadır. [131]
Bu uyarılar, Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de dağılmasını izleyen gelişmeler eliyle tümüyle doğrulanmıştır.
SSCB’nin Sonu
218. Sovyetler Birliği’nin, Ekim Devrimi’nden 74 yıl sonra, Aralık 1991’de resmen dağılması, Uluslararası Komite’yi ciddi teorik, tarihsel ve siyasi sorularla karşı karşıya getirdi. Ekim Devrimi üzerinden doğan devletin kökenleri, toplumsal karakteri ve siyasi yazgısı, kuruluşundan beri Dördüncü Enternasyonal’in başlıca ilgi konusuydu. Troçkist hareket içinde, 1930’lara kadar giden sayısız mücadelede, “Rusya Sorunu”, sıkça sert hizipsel bölünmelerle bağlantılı yoğun bir anlaşmazlık odağı olmuştu. Sovyetler Birliği’nin karakteri sorunu, Dördüncü Enternasyonal’de 1940’ta ve 1953’te yaşanan bölünmelerin merkezinde yer alıyordu. 1985-86 bölünmesinin hemen sonrasında, Doğu Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulmuş olan devletlerin sınıfsal temeli konusu, Uluslararası Komite için son derece önemli tarihsel ve güncel bir sorun olarak yeniden ortaya çıkmıştı. Bütün revizyonist eğilimler, şu ya da bu biçimde, Stalinizme merkezi ve ebedi bir tarihsel özellik atfetmişlerdi. 1953 yılında, Pablo ile Mandel, sosyalizmin, yüzyıllar sürecek deforme işçi devletlerinin kurulmasına yol açan Stalinistler önderliğindeki devrimler dolayımıyla gerçekleşeceği kehanetinde bulunmuştu. 1983’te, Banda, WRP içindeki siyasi krizin patlamasının öngününde, North’a, Sovyetler Birliği’nin yaşamını sürdürmesinin “çözümlenmiş bir sorun” olduğunu ve onun, Troçki’nin uyardığı gibi, varlığına son vermesinin mümkün olmadığını anlattı. Doğu Avrupa’daki ve SSCB’deki Stalinist rejimler, Banda’nın bu açıklamasından on yıldan kısa süre sonra tarihe karıştı.
219. SSCB’nin dağılmasını izleyen aylarda, revizyonist eğilimlerden hiçbiri, bu gelişmenin önemine ilişkin inandırıcı bir değerlendirme yapabilecek durumda değildi. Pablocu eğilimlerin çoğu, sanki hiçbir şey olmamış gibi, onu görmezden geldi. Bürokrasinin siyasi olarak her şeye gücünün yettiğine böylesi tutkulu biçimde inanmış olan Pablocular, SSCB’nin artık var olmadığını kabul edebilecek durumda değillerdi. Dahası, SSCB’nin çözüldüğünü kabul etmeye istekli olanlar bile, hala, bunun devletin sınıf karakterini zorunlu olarak değiştirmediğini iddia ettiler. [Onlara göre] Rusya, Sovyetler Birliği’nin yokluğunda bile bir “işçi devleti” olmayı sürdürüyordu! Bu, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, yıllarca, Robertson’ın Spartakist grubunun ve İşçilerin Devrimci Partisi’nin bir kesiminin pozisyonu olmaya devam etti.
220. Pablocu eğilimleri karakterize eden Stalinizme ilişkin her türlü yanılsamadan teorik ve siyasi olarak kurtulmuş olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi, SSCB’nin çözülmesinin nesnel ve kesin bir değerlendirmesini tam zamanında yapabilecek durumdaydı. 4 Ocak 1992’de şu değerlendirme yapıldı:
Gorbaçov’un Mart 1985’te iktidara gelmesinden beri bürokrasi tarafından izlenen politikaların doruk noktasını ifade eden geçtiğimiz ayın olaylarının ardından, Sovyetler Birliği’nin hukuksal tasfiyesinden gerekli sonuçları çıkarmak gerekiyor. Bir bütün olarak Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) ya da onu oluşturan cumhuriyetlerden herhangi birini işçi devleti olarak tanımlamak mümkün değildir.
Sovyetler Birliği’nin nicel olarak yozlaşması süreci, niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır. SSCB’nin tasfiyesi ve BDT’nin kurulması, basitçe, alfabedeki harflerin yerlerinin değiştirilmesi değildir. Bu, belirli siyasi ve toplumsal etkilere sahiptir. BDT’nin kurulması, işçi devletinin hukuksal tasfiyesini ve onun yerini, kendilerini açıkça, tartışmasız biçimde Ekim Devrimi’nden doğmuş ulusal ekonominin ve planlama sisteminin kalıntılarını yıkmaya adamış rejimlerin almasını temsil etmektedir. BDT’yi ya da onun tekil cumhuriyetlerini “işçi devleti” olarak tanımlamak, bu tanımı, önceki tarihsel dönemde ifade ettiği somut içerikten tümüyle kopartmak olacaktır. [132]
221. SSCB’de bürokratik tabaka tarafından oynanan rolün uzun erimli siyasi sonuçları bulunuyordu:
Eski Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan şey, uluslararası bir olgunun dışavurumudur. Dünyanın her yanında, işçi sınıfı, daha önceki bir dönemde yaratmış olduğu sendikaların, partilerin ve hatta devletlerin emperyalizmin doğrudan aletlerine dönüşmüş olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.
İşçi bürokrasilerinin sınıf mücadelesine “aracılık yaptığı” ve sınıflar arasında tampon rolü oynadığı günler geride kalmıştır. Bürokrasiler, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına genel olarak ihanet etmiş olmalarına karşın, hala, onun günlük pratik gereksinimlerine sınırlı anlamda hizmet ediyor ve işçi sınıfı örgütleri olarak varlıklarını o ölçüde “haklı gösteriyorlardı”. Artık o dönem kapanmıştır. Bürokrasi, şimdiki dönemde bu tür bağımsız bir rol oynayamaz.
Bu, yalnızca SSCB’deki Stalinist bürokrasi için değil; ABD’deki sendika bürokrasisi için de geçerlidir. Son kongremizde, var olan sendikaların önderlerinin, sınırlı ve çarpık biçimde de olsa, işçi sınıfının çıkarlarını savunan ve temsil eden bir güç olarak tanımlanamayacağını vurgulamıştık. AFL-CIO’nun önderlerini “sendika önderleri” olarak ya da böylece AFL-CIO’yu işçi sınıfı örgütü olarak tanımlamak, işçi sınıfını karşı karşıya olduğu gerçeklikler karşısında körleştirmektir. [133]
Sovyet Sonrası Tarih Çarpıtma Ekolüne Karşı Mücadele
222. SSCB’nin dağılması, burjuvazi içinde ve onun ideolojik savunucuları arasında coşkulu bir zafer gösterisinin patlamasına yol açtı. Sosyalist can düşmanı, kesin olarak yere serilmişti! Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasına ilişkin burjuva yorum, başlıca ifadesini Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu adlı kitabında buldu. Hegel’in idealist görüngübiliminin kısaltılmış bir versiyonuna başvuran Fukuyama, tarihin bıktırıcı yürüyüşünün son durağına, kapitalist serbest piyasaya dayalı ABD tarzı liberal burjuva demokrasisine varmış olduğunu ilan etti. Bu, insan uygarlığının doruk noktasıydı! Bu konu, her zaman tarihin kazananlarının tarafına oynamaya can atan ahmak ve izlenimci küçük-burjuva akademisyenler tarafından sayısız çeşitlilik içinde ele alındı. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden çıkartılacak sonuç, sosyalizmin bir yanılsama olduğuydu. “Özetle,” diye yazdı tarihçi Martin Malia, “sosyalizm, sözcüğün gerçek anlamıyla, ‘olmayan yer’in ya da ‘hiçbir yer’in ideal bir ‘diğeri’ olarak görüldüğü bir ütopyadır.” [134] Burjuvazinin zafer gösterisi, büyük ölçüde, neredeyse nihai çöküş anına kadar Stalinist bürokrasiyi sosyalizmin garantörü olarak gören soldakilerin herhangi bir meydan okumasıyla karşılaşmaksızın sürdü. Aslına bakılırsa, onlar, SSCB’nin ölümünün sosyalizmin başarısızlığı anlamına geldiğine, en az Fukuyama ve Malia kadar ikna olmuştu. Meşru bir tarihsel proje olarak sosyalizmin morali bozuk şekilde inkarı, çoğu durumda, onların daha önceki kendi önermelerini ve düşüncelerini incelemedeki isteksizliğinden kaynaklanıyordu. Marksizmden vazgeçmeye ve ona lanetler yağdırmaya can atanların sayısı hiç de az olmayan bir kesimi, SSCB’nin çökmesinin ardındaki siyasi konularla, en azından Stalinizme yönelik Troçkist eleştiriyle yüzleşme arzusuna sahip değildi. Onların geçiştirmeye çalıştığı soru, Stalinizmin bir alternatifinin var olup olmadığı; yani Sovyetler Birliği’nin ve 20. yüzyılın tarihinin, Troçki’nin 1920’lerdeki son derece önemli parti içi mücadelede üstün gelmiş olması durumunda çok farklı bir çizgide gelişip gelişmeyeceği idi.
223. Uzun süre Komünist Partisi’nin üyesi olan İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, açıkça, fiilen yaşanmış olandan farklı bir gelişme olasılığına ilişkin düşüncelerin bir tarihçi için uygun olmadığını ilan etti. “Rus Devriminin kaderinde, geri kalmış bir ülkede sosyalizmi kurmak vardı ve bu, kısa süre sonra ülkeyi bütünüyle harap etti… Bizzat devrimci proje, siyasi olasılıkların tümüyle gerçek dışı bir değerlendirmesi üzerine kuruluydu. [135] Hobsbawm, Rus Devrimi’nin alternatif bir sonucunun olabileceğini düşünmenin bile anlamsız olduğunu iddia etti. O, “Tarih, ne olduğundan yola çıkmalıdır” diye açıkladı, “Gerisi spekülasyondur.” [136]
224. North, Hobsbawm’ın Stalinizmin tarihsel alternatifleri olabileceğine ilişkin her düşünceyi kibirle devredışı bırakmasına şu yanıtı verdi:
“Ne olduğu”, o günkü gazetelerde haber yapılanlardan ibaret olarak düşünüldüğünde, tarihsel sürecin yalnızca küçük bir parçası olduğu için, fazlasıyla basit bir düşünce biçimidir. Sonuçta, tarih, yalnızca “ne olduğu” ile değil, aynı zamanda, neden şu ya da bu şeyin olduğu ya da olmadığıyla ve neyin olabileceği ile de ilgilenmelidir ki bu çok daha önemlidir. Kişi bir olayı, yani, “ne olduğu”nu düşündüğü anda, süreci ve bağlamı göz önünde bulundurmak zorunda kalır. Evet, 1924 yılında Sovyetler Birliği “tek ülkede sosyalizm” politikasını benimsedi. Bu “oldu”. Ama aynı zamanda, “tek ülkede sosyalizm”e muhalefet de “oldu”. Stalinist bürokrasi ile Sol Muhalefet arasında, Hobsbawm’ın hakkında tek sözcük bile söylemediği çatışma “oldu.” Hobsbawm’ın “ne olduğu” konusundaki açıklaması, Sovyetler Birliği’nin politikalarına farklı bir yön vermeye uğraşan muhalefet güçlerini ısrarla dışladığı ya da önemsiz olarak bir yana bıraktığı ölçüde, yalnızca, son derece karmaşık bir tarihsel gerçekliğin tek yanlı, tek boyutlu, faydacı ve kaba basitleştirilmesinden ibarettir. Hobsbawm’a göre “ne olduğu”ndan yola çıkmak, basitçe, “kim kazandı” ile başlamak ve bitirmek demektir. [137]
225. Hobsbawm’ın kaderci özürleri, SSCB’nin çökmesini izleyen büyük bir tarihsel çarpıtma kampanyasının inceltilmiş ve entelektüel bir ifadesiydi. Bu kampanyada başlıca rol, neredeyse bir gecede en hırçın komünizm karşıtlarına dönüşmüş olan eski Sovyetler Birliği’nden eski Stalinistler tarafından oynandı. Onlar, durmadan, Rus Devrimi’nin Rus halkına karşı canice bir komplo olduğunu iddia ettiler. General Dmitri Volkogonov, bu türün yalnızca en tanınmış olanıydı. Volkogonov, yazdığı Lenin biyografisinde, belki de niyet ettiğinden daha fazlasını itiraf ederek, kendisinin Lenin’e yönelik tutumundaki değişikliğin, “her şeyden önce, onun başlattığı ve milyonlarca insanın uğruna yaşamlarını verdiği ‘dava’ büyük bir tarihsel yenilgiye uğradığı için” gerçekleştiğini kabul etti. [138] Volkogonov’un Lenin’i itham ettiği “suçlar” arasında, tek bir kişinin bile yaralanmadığı bir olay olan Kurucu Meclis’in Ocak 1918’de dağıtılması da vardı. Ama bu, Volkogonov’un, Başkan Boris Yeltsin’in askeri danışmanı sıfatıyla, Rusya’nın demokratik olarak seçilmiş parlamentosu olan Rus Beyaz Sarayı’nı Ekim 1993’te tanklarla bombalanmasını yönetmekten alıkoymadı. [Bu bombalamada] öldürülen insan sayısına ilişkin tahminler 2.000’i buluyordu.
226. Uluslararası Komite, Mart 1992’deki plenumunda, kapitalizmin krizinin gelişmesi ile nesnel bir süreç olarak sınıf mücadelesi ve sosyalist bilincin gelişmesi arasındaki ilişkiyi tartıştı:
Sınıf mücadelesinin yoğunlaşması, devrimci hareketin genel temelini sağlar. Ancak o, kendiliğinden, doğrudan ve otomatik bir şekilde, onun gelişmesinin gerektirdiği ve gerçek bir devrimci durum için tarihsel ortamı hazırlayan siyasi, entelektüel ve -eklenebilir ki- kültürel ortamı yaratmaz. Stalinizme karşı tarihsel mücadelemizin önemini ve bugün karşımıza çıkan görevleri anlamak, yalnızca, devrimci hareketin genel nesnel zemini ile onu baskın bir tarihsel güç haline getiren karmaşık siyasi, toplumsal ve kültürel süreçler arasındaki bu farkı kavradığımızda mümkündür. [139]
227. Sosyalist kültürün işçi sınıfı içinde yeniden canlanması, tarihi çarpıtanlara karşı sistematik bir mücadeleyi gerektiriyordu. İşçi sınıfını 20. yüzyılın gerçek tarihi konusunda eğitmek; onun mücadelelerini, Rus Devrimi dahil, büyük devrimci sosyalizm geleneği ile yeniden bağlantılandırmak gerekiyordu. DEUK, Mart 1992’deki plenumunun ardından, Sovyet Sonrası Tarih Çarpıtma Okulu’nun iddialarını çürütmek için tarihsel gerçekliği savunan bir kampanya başlattı. Uluslararası Komite, 1993 yılının başında, önde gelen Marksist Sovyet toplumbilimci ve tarihçi Vadim Rogovin ile yakın bir işbirliği geliştirdi. Rogovin, Sovyet akademisyenlerinin büyük bölümünün sağa kaydığı ve kapitalizmin yeniden kurulmasını desteklediği koşullarda, Troçki ile Sol Muhalefet’e itibarlarını iade etmek için çalışmaya başlamıştı. 1993 yılında, Sol Muhalefet’in orta çıkışını inceleyen Bir Alternatif Var mıydı? başlıklı kitabını henüz tamamlamış olan Rogovin, ilk kez Uluslararası Komite’nin temsilcileriyle buluştu. O, DEUK’un Rusça yayınlanan Dördüncü Enternasyonal Bülteni’ni yıllardır okuyordu. Rogovin, Sovyet Sonrası Tarih Çarpıtma Okulu’na karşı uluslararası bir kampanya yürütme önerisini coşkuyla karşıladı. Rogovin, Uluslararası Komite’nin desteğiyle, ciddi seviyede kanser hastası olmasına rağmen, 1998’de ölmeden önce, Bir Alternatif Var mıydı?’nın altı cildini daha tamamladı.
228. Uluslararası Komite, Mart 1992’deki plenumununda yaptığı, işçi sınıfı içinde sosyalist bilincin gelişmesinde karşılaşılan sorunlara ilişkin çözümlemesine dayanarak, çalışmasını, Sol Muhalefet’in çok büyük önem verdiği entelektüel gelenekleri canlandırma arayışıyla, kültürel sorunları kapsayacak şekilde genişletti. Bu bakış açısı, eksiksiz ifadesini, Lev Troçki’nin Gündelik Hayatın Sorunları ve Edebiyat ve Devrim gibi eserleri ile Alexander Voronski’nin Yaşamın Kavranması Olarak Sanat’ında buluyordu. Bu gelenek içinde faaliyet gösteren ve kendisini onun üzerinde inşa eden Uluslararası Komite, devrimci bilincin gelişmesinin entelektüel bir boşluk içinde ortaya çıkmadığının; onun kültürel gıdaya ihtiyaç duyduğunun ve Marksist hareketin, daha ileri, entelektüel olarak eleştirel ve toplumsal bakımdan anlayışlı bir çevrenin yaratılmasını teşvik etmede ve ona katkıda bulunmada yaşamsal bir role sahip olduğunun farkındaydı. David Walsh, Ocak 1998’de verdiği bir konferansta şunları belirtti:
Marksistler, siyasi programlarını ve düşüncelerini kavrayıp tepki verebilen bir dinleyici topluluğu oluşturmada dikkate değer bir zorlukla karşılaşıyorlar. Kitlelerin bilincini mevcut koşullar altında zenginleştirme ihtiyacını küçümsemek yüksek derecede sorumsuzluk gibi görünüyor.
Bir devrim nasıl olur? O, basitçe, uygun nesnel koşullarda uygulanan sosyalist ajitasyonun ve propagandanın ürünü mü? Ekim Devrimi böyle mi gerçekleşti? Geçtiğimiz yıllarda, bu konu üzerinde düşünen bir parti olarak oldukça zaman harcadık. Vardığımız sonuçlardan biri, 1917 devriminin basitçe ulusal hatta uluslararası siyasi ve toplumsal sürecin ürünü olmadığı; aynı zamanda, burjuva siyaset ve toplum düşüncesinin, sanatın ve bilimin en önemli kazanımlarını kendi yörüngesine sokmuş ve özümsemiş bir kültürü, uluslararası sosyalist bir kültürü inşa etme yönünde onlarca yıllık bir çabanın sonucu olduğudur. 1917 devriminin başlıca entelektüel temelleri, elbette, kapitalist egemenliğe son vermeyi amaç edinmiş olan o siyaset teorisyenleri ve devrimciler tarafından atılmıştı. Ama bir devrimci seli besleyen ve mümkün kılan akıntılar ve akarsular, sayıca çok, karşılıklı etkileşim içinde olan, birbiriyle çelişen ve birbirini güçlendiren karmaşık bir etkiler sistemidir.
Çok sayıda insanın ayaklanmasını ve eski toplumu bilinçli biçimde parçalamasını, on yıllar hatta yüzyıllar içinde geliştirilmiş önyargıları, alışkanlıkları ve davranış biçimlerini bir yana bırakmasını birden bire mümkün kılan bir ortamın yaratılması; görünürde bağımsız direnme güçleriyle kaçınılmaz biçimde artık kontrol edilemez hale gelen önyargıların, alışkanlıkların ve tutumların, bu tarihsel ataletin üstesinden gelinmesi ve isyancı bir atmosferin yaratılması, herhalde, basitçe siyasi bir görev olarak düşünülemez.
Bizler, çok yönlü sosyalist insanın, yalnızca geleceğin, bizim çok uzak olmadığına inandığımız bir geleceğin insanı olduğunu düşünüyoruz. Ancak bu, sosyalist devrim gerçekleşmeden önce halk kitlelerinin yüreğinde ve beyninde hiçbir değişiklik gerekmediğini söylemekle aynı şey değildir. Biz, teknik mucizelerin asıl olarak halk kitlelerini uyuşturma ve uyutma ve onları en geri düşünceler ve ruh halleri karşısında savunmasız bırakma çabası içinde kullanıldığı bir kültürel durgunluk ve çöküş çağında yaşıyoruz.
Halkın eleştirel yeteneklerinin (doğruyu yalandan, gerekli olanı gereksiz olandan, kendi temel çıkarlarını en amansız düşmanlarının çıkarlarından ayırt etme kolektif becerisinin) geliştirilmesi ve onun manevi düzeyinin çok sayıda insanın yücelik sergileyeceği, büyük özverilerde bulunacağı, yalnızca hemcinslerini düşüneceği bir noktaya yükselmesi; bütün bunlar, bir bütün olarak insanlık kültürünün ilerlemesinin ürünü olması gereken düşünsel ve ahlaki yükselişten doğar. [140]
