Sığınmacı krizi, savaş ve sosyalizm

ABD ve Avrupalı müttefikleri, 14 yıldır, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da, kesintisiz savaş yürütüyor. Onlar ve onların bölgedeki bağımlı devletleri, Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’i büyük ölçüde tahrip etmiş durumdalar. Milyonlarca insan öldü; on milyonlarcası kaçıyor.

Bu savaşlar yalanlarla gerekçelenmiştir. Bu savaşlar, “terörle mücadele”, “kitle imha silahları”na karşı mücadele, “soykırım”a tepki, “insan hakları” ve “demokrasi” uğruna savaş olarak sunuldular. Sahte solcular ve eski pasifistler, emperyalist savaşları desteklemek ve bunları insani girişimler olarak tanıtmak için sürekli yeni gerekçeler bulmakta kendilerini aştılar. Birleşmiş Milletler, savunmasız kasabaları ve köyleri bombalamayı meşrulaştırmak için yeni bir doktrin icat etti: “Koruma Sorumluluğu”.

Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da emperyalizm tarafından yaratılmış olan gerçek cehennemden kaçmaya çalışan sığınmacı akınıyla birlikte, savaş gerçekliği Avrupa’nın merkezine geldi. Avrupa ülkelerindeki devletler tarafından bu çaresiz bireylere karşı sergilenen acımasızlık ve vahşilik, insancıllık maskesini tek kalemde parçalamıştır. Avrupa’daki ve dünya çapındaki milyonlar, yüz binlerce erkeğe, kadına ve çocuğa yönelik resmi muameleyle çileden çıkmış ve dehşete kapılmış durumda.

Tehlikeli deniz yolculuğundan hayatta kalanlar, haftalar süren bir çile yaşamak zorundalar: asgari hijyen standartlarından yoksun toplama kamplarında tutulmak; yüzlerce kilometreyi günlerce durmadan katetmek; Kafkavari bir bürokrasinin elinde keyfi ve sıklıkla şiddetli muameleye katlanmak; defalarca, kapalı sınırlarla, dikenli tellerle ve kötü davranan güvenlik güçleriyle karşılaşmak.

Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın sonundan beri görülmemiş resmi vurdumduymazlık ve dayanılmaz acılar her gün yineleniyor: soğukta ve yağmurda yürüyen binlerce insan; yiyecek ya da doğa şartlarından korunma olmaksızın bir sınırda mahsur kalmış ve çamur içinde durmaya zorlanmış çocuklu aileler.

Çile, Batı Avrupa’nın varlıklı ülkelerinde de devam ediyor. Britanya kendisini yalıtıyor ve yılda en fazla 4.000 kişi olmak üzere, önümüzdeki beş yılda sadece 20.000 sığınmacıyı barındıracak.

Savaştan harap olmuş Almanya, 1945 ve 1950 yılları arasında, hemen hemen yarısı eski Doğu Almanya’da olmak üzere, 12-14 milyon sığınmacıyı özümsemişti. Bugün, yılın başından bu yana [Almanya’ya] ulaşan 600.000-800.000 sığınmacıyı almak, oldukça varlıklı bir ülke için sözümona çok fazla.

Almanya’nın çeşitli şehirlerinde bulunan sığınmacı kamplarında son derece kötü koşullar egemen. Hamburg’da ve diğer pek çok şehirde, binlerce kişi ısıtılmamış, rutubetli ve rüzgar geçiren çadırlarda yaşıyor. Sığınmacılar, Berlin’de, kayıt olmak için, yeterli destek almaksızın haftalarca beklemek zorundalar. İnsani duygudaşlık ve toplumsal dayanışma duygusuyla savaştan ve kaostan kaçan insanlara yardım etmek için gönüllü olanlar, yetkililer tarafından yıldırılıyor ve baltalanıyorlar.

Sığınmacılara kötü davranılmasının arkasında, kapitalizmin gerçek yüzünü ortaya koyan bir yöntem bulunmaktadır. Zor durumdaki bankaları kurtarmak için bir gecede yüz milyarlarca avro harcayan ve milyarder sayısı durmaksızın artan bir toplum, sığınmacıları kabul etmek ve onlara düzgün koşullar sağlamak için gerekli kaynaklardan sözde yoksun durumda. İnternet, dünya çapında hava yolculuğu ve küresel ekonomi çağında, yerinden edilmiş milyonlarca insanın barınma, yiyecek, istihdam ya da yaşam hakkı bulunmuyor.

Avrupalı önde gelen politikacılar ve şahsiyetler, yalnızca sığınmacılara değil ama işçi sınıfına ve toplumdaki siyasi olarak ilerici tüm unsurlara karşı sağcı bir hareket oluşturmak için, kasıtlı olarak, toplumun döküntülerini harekete geçirmeye çalışıyorlar.

Onlar, sığınmacılara karşı nefret dolu sloganlar yayıyor (Macaristan Başbakanı Viktor Orbán), yasadışı “acil önlemler” tehdidinde bulunuyor (Bavyera Başbakanı Horst Seehofer), sığınmacıları “kibirli” olmakla azarlıyor (Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maizière) ve yabancı kültürlerin toplumun temellerini tahrip ettiği uyarısında bulunuyorlar (Humboldt Üniversitesi Profesörü Jörg Baberowski).

Onların söylemi, Nazi Almanya’sından kaçan Musevilere uygulanacak muameleyi tartışmak üzere 32 ülkeden temsilcilerin katıldığı 1938 Evian sığınmacı konferansını hatırlatmaktadır. Onlar, gerçekte, sınırlarını kapatmış ve bu eylemlerini, aşırı nüfus yoğunluğu, yüksek işsizlik ve kendi sınırları içinde kültürel ve ırksal dengeyi koruma ihtiyacı gibi bahanelerle gerekçelendirmişlerdi. Milyonlarca Musevi, bu kararın bedelini, kısa süre içinde, yaşamlarıyla ödeyecekti.

Sığınmacıların yazgısı, kapitalist sistemin tüm emekçilere ve gençliğe sunduğu geleceği önceden göstermektedir: baskı, yoksulluk ve savaş. Bu, daha şimdiden, Yunan işçi sınıfının yaşam standartlarını ortadan kaldıran acımasız kemer sıkma programında görülmüş durumda.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), Temmuz 2014’te, emperyalist güçlerin, 2008 küresel mali çöküşüne dünyanın yeniden paylaşımı yönündeki yağmacı yarışlarını hızlandırarak karşılık verdiği uyarısında bulunan “Sosyalizm ve Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele” başlıklı açıklamayı yayımlamıştı.

DEUK, şöyle yazıyordu: “Onlar, insanların çektikleri acıları umursamadıklarını defalarca kanıtladılar. Şimdi, emperyalizmin krizinde, büyük güçlerin bir nükleer felaket riskini göze aldıkları, niteliksel olarak yeni bir aşamaya ulaşılmış durumda…

“Emperyalist ve ulusal devlet çıkarlarının çatışması, küresel ölçekte bütünleşmiş bir ekonomiyi akılcı bir temelde örgütlemenin ve böylece üretici güçlerin uyumlu gelişmesini güvence altına almanın, kapitalizm altında olanaksız olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte, emperyalizmi çılgınlık noktasına getiren aynı çelişkiler, toplumsal devrim için nesnel dürtü sağlamaktadır. Üretimin küreselleşmesi, işçi sınıfının büyük çapta büyümesine yol açmış durumda. Savaşın temel nedeni olan kar sistemine son verebilecek tek güç, herhangi bir ulusa üye olmayan uluslararası işçi sınıfıdır.”

Sığınmacıların yazgısı, bu değerlendirmeyi doğrulamıştır. Ortadoğu’daki emperyalist savaşların sonuçları Avrupa’ya ulaşmış durumda. Egemen seçkinler, buna, keskin bir şekilde sağa kayarak ve demokratik ve sosyal haklara yönelik saldırılarını yoğunlaştırarak karşılık veriyorlar.

Sığınmacıların savunusu, savaşa ve kapitalizme karşı mücadeleye ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. DEUK’un açıklamasının ifade ettiği gibi: “İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu bütün büyük meseleler (toplumsal eşitsizlikteki artış, otoriter egemenlik biçimlerine başvurma vb.) bu mücadelenin ayrılmaz bileşenleridir. Savaşa karşı mücadele olmaksızın sosyalizm uğruna; sosyalizm uğruna mücadele olmaksızın da savaşa karşı mücadele edilemez.”

21 Ekim 2015

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir