Ricciardone’nin açıklamaları, ABD-Türkiye ilişkileri ve demokrasi mücadelesi

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin büyükelçiliğe yönelik bombalı intihar saldırısından dört gün sonra, 5 Şubat Salı günü düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamalar , gerek burjuva siyaset kurumunun gerekse medyanın gündemini birkaç gün boyunca meşgul etti. Muhalif politikacıların ve medyanın bir kesimi, Ricciardone’nin açıklamalarını, ağırlıklı olarak, “hükümete yönelik bir uyarı” ve eleştiri olarak değerlendirdi.

Bu kesim, “Batı’nın laikliğe ve demokrasiye ilişkin kaygılarını” ön plana çıkardı ve Washington ile Ankara arasında özellikle Suriye ve İran konusunda yaşanan “tutum farkı”na vurgu yaptı. Şoven Türk milliyetçiliğinin başlıca temsilcisi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise Ricciardone’nin açıklamalarından dolayı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına yüklenirken, “demokratik kaygılardan” değil ama beklendiği üzere, “milli onurun ayaklar altına aldığından” hareket etti.

“Fırça” iddiası

Ricciardone, 7 Şubat günü, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile görüşmek üzere Dışişleri Bakanlığı’na gitti. Bakanlıktaki görüşmenin Ricciardone’nin yargı sistemine yönelik eleştirilerinin ve ona yönelik sert tepkilerin ardından yapılması, onun, basın toplantısındaki sözleri nedeniyle “nota verilmek üzere Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldığı” değerlendirmesine yolaçtı. Dahası, bu algı, ”Sayın Büyükelçinin, Dışişleri tarafından uyarılması ve dikkatinin çekilmesi de söz konusudur” açıklamasını yapan AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik tarafından yaratıldı.

Oysa hem TC Dışişleri Bakanlığı hem de ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, randevunun çok önceden alındığını duyurmuş; büyükelçilikten yapılan açıklamada, “Türk Dışişleri ile görüşmemizde olağanüstü bir durum yok” denilmişti. Özetle, genelde terörle mücadelenin, özelinde ise 1 Şubat günü ABD Büyükelçiliği’ne intihar saldırısı düzenlemiş olan DHKP-C ve diğer “terör örgütleri” ile mücadeledeki işbirliği konularının ele alınacağı bu görüşme daha önceden planlanmıştı. Buna rağmen, görüşme, özellikle iktidar yanlısı medya tarafından, Ricciardone’ye “ağzının payı verildi”, ona “fırça atıldı” havasında sunuldu.

Öte yandan, Ricciardone’nin, kendisine medya aracılığıyla “haddini bil” mesajı gönderen AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’e gönderdiği mektup da, medyada, bir “özür mektubu” olarak değerlendirildi. Zaten Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da, 6 Şubat akşamı SKY Türk 360 televizyonunda yayınlanan Siyaset Meydanı programında, bu mektubun “bir özür anlamına geldiğini” ve Ricciardone’nin “yaptığının doğru olmadığının bilincinde olduğunu gösterdiğini” söylemişti.

Oysa Ricciardone, bu mektupta, onun 5 Şubat günü burjuva medyasının temsilcileriyle yaptığı toplantıda söylediklerinin “Çelik’in olumsuz tepkisini çekmesinden duyduğu üzüntüyü ifade ediyor”; burjuva basında aktarıldığının tersine, özür dilemiyordu. Ricciardone, bu mektuba, söz konusu basın toplantısında söylediklerinin tam metnini de eklemişti.

Arınç’ın, yukarıda değindiğimiz TV programında yapmaya çalıştığı şey, Hüseyin Çelik ile diğer bazı AKP sözcülerinin sert tepkisini “dengelemekti”. Başta Kürt sorunu olmak üzere birçok konudaki görece “yumuşak” ve “anlayışlı” tavrıyla, AKP’nin “sağduyulu sesi” olarak sunulan Arınç, bu programda, benzeri eleştirilerin, kendisi ve Başbakan Erdoğan da dahil birçok kişi tarafından yapıldığını söyledikten sonra, Ricciardone’nin “yanlışını” şöyle ifade etmişti: “Sayın Büyükelçi Türkiye’de yaşadığını, ABD’yi temsil ettiğini, bir ülkenin temsilcisi iken bulunduğu bir ülkede politik konularla ilgili görüş bildirmemesi gerektiğini düşünmeliydi.”

Arınç, Ricciardone’nin açıklamalarının/eleştirilerinin ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bilgisi dahilinde yapmış olması ihtimalini “bu ikinci bir yanlışlık olurdu” sözleriyle değerlendirdi. Ricciardone’ye böyle bir konuşma yapması yönünde talimat verildiğini “kesinlikle düşünmeyen” Arınç’a göre, bu “bir yol kazası” idi ve “meseleyi bu kadarla kapanmış saymamız lazım”dı.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Ricciardone’nin eleştirilerine destek veren açıklamasıyla, Arınç’ın “ikinci yanlışlık olur” dediği şeyin gerçek olduğu görüldü. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın 8 Şubat günü basına yansıyan açıklaması, Ricciardone’nin sözlerinin “kişisel değerlendirmelerden ibaret” olmadığını ve Obama yönetiminin düşüncelerini yansıttığını gösterdi:

“Büyükelçi Frank Ricciardone, Bakan Hillary Clinton’ın söylediklerini ve eminim bu konularda kamuoyu önünde açıklama yapma şansı olduğunda Bakan John Kerry’nin söyleyeceklerini tekrar ediyor. Türkiye’nin dostları ve müttefikleri için Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunmasını güçlendirip gazeteciler, blogger’lar için ifade özgürlüğünü koruyarak istikrarlı bir şekilde ilerleme kaydetmesinin önemini saygıyla dile getirmeye devam etmek bir yükümlülük. Bu bizim için yeni değildi. Bu konuda hem kamuoyu önünde hem de özel görüşmelerde son derece açık olduk.”

“Mesele bu kadarla” kapanmadı

Arınç’ın “bu kadarla kapanmış” saydığı “mesele”, Başbakan Erdoğan’ın 9 Şubat Cumartesi günü AKP’nin İstanbul İl Danışma Meclisi toplantısında yaptığı konuşmayla birlikte, siyasi gündemin ilk sırasına oturdu. Erdoğan, bu konuşmasında, Ricciardone’ye ve ona destek veren Obama yönetimine yükleniyordu:

“Türkiye; içişlerine karışılacak, dışarıdan yasama-yürütme-yargı sistemlerine burun sokulacak bir ülke değildir. Biz; iradesi teslim alınacak, özgürlüğüne ipotek konulacak, istikameti başkaları tarafından belirlenecek bir millet asla değiliz. Biz; her ülke ile dostane ilişki içerisinde olmaya büyük özen gösteririz ancak hiç kimsenin hiçbir ülkenin, hiçbir örgütün üzerimizde ahkam kesmesine, irademize yön vermesine asla müsaade etmeyiz. Türkiye büyük bir devlettir. Türkiye’nin çıkarı neredeyse biz oraya gideriz, menfaati neyi gerektiriyorsa o yönde işbirlikleri ararız. Ama Türkiye’yi asla tek taraflı yönlendirilecek, üst perdeden hizaya çekilecek bir ülke olarak kimse görmesin… Türkiye, hiç kimsenin şamar oğlanı değildir.”

Burjuva siyaset ve medya kurumları, başbakan Erdoğan’ın Türk milliyetçisi duygulara ve “ulusal gurura” hitap eden konuşmasını, aynı daha önce AB’ye yönelik sert çıkışlarında ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yaptığı son -olumlu- göndermelerinde olduğu gibi, genel bir onayla karşıladı.

Ülkenin bütün kaynaklarını (hammaddeler, doğal zenginlikler ve işgücü) küresel sermayeye peşkeş çekme ve onlarla ortak hareket etme konusunda hemfikir olan burjuva partilerinin, büyük bir ikiyüzlülükle “ulusalcı” bir söyleme sarılması ve “milli duyarlılıklar”ı körüklemede birbiriyle yarışması son derece anlaşılabilir ve alışıldık bir durum.

“Demokrasi” kimin umurunda?

Bununla birlikte, Batılı emperyalist merkezlerin, en son Ricciardone’nin ifade ettiği “demokratik kaygılar” konusunda samimi olduğunu düşünmek için hiçbir neden bulunmuyor. Ankara’daki hükümetlere on yıllardır “demokrasi” dersi veren ve Türkiye’nin AB üyeliğini sözde bu nedenle kabul etmiyormuş gibi görünen Avrupalı emperyalistlerin, kendi halklarının en temel demokratik haklarını yıllardır törpülediğini ve kendi ülkelerinde polis devletleri kurmaya yöneldiğini biliyoruz.

AB’nin patronları, Berlusconi hükümetinin kemer sıkma önlemlerine ve yolsuzluklara yönelik kitlesel muhalefet karşısında istifa etmek zorunda kaldığı İtalya’da seçim yapılmasını engellemiş ve 16 Kasım 2011’de, Mario Monti başkanlığında teknokratlardan oluşan bir hükümet kurmuşlardı. Bu, açık bir mali oligarşi darbesiydi.

Uluslararası mali oligarşinin Avrupa’daki bir diğer hükümet darbesi, Yunanistan’da, Papandreu’nun kitlesel muhalefet eliyle istifaya zorlanmasının ardından, Lukas Papadimos başkanlığında bir teknokratlar hükümeti kurması oldu. AB’nin dayattığı kemer sıkma paketini ağır bir devlet terörü eşliğinde uygulamaya koyulan Papadimos hükümetinin ardından, seçimle kurulan koalisyon hükümeti de (Yeni Demokrasi, PASOK, DİMAR) grevleri yasadışı ilan ediyor ve işçilere olağanüstü hal yasalarıyla boyun eğdirmeye çalışıyor. Bütün bu saldırılara da, artan devlet destekli faşist terör eşlik ediyor.

Bankaların ve şirketlerin işçi sınıfına ve emekçilere yönelik benzeri saldırıları, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi gerçekte iflas etmiş olan ülkelerin yanı sıra, Britanya’dan Almanya’ya ve Fransa’ya kadar, bütün emperyalist ülkelerde, demokratik hakların adım adım gasp edilmesi ve polis devleti uygulamaları eşliğinde sürüyor. Polis devleti uygulamalarını güçlendiren ülkelerin başında, kuşkusuz, ABD yer alıyor.

Özetle, Türkiye’de zaten son derece sınırlı olan demokratik haklara yönelik saldırılar, ABD’yi ve AB’li emperyalistleri ilgilendirmemektedir. Onların ilgilendiği şey, küresel kapitalizm için yaşamsal önem taşıyan enerji kaynaklarının ve yollarının güvenliği ile Türkiyeli emekçilerin sömürüsünden elde edilecek kârlardır. Benzeri bir durum, kuşkusuz, küresel bankaların ve şirketlerin uzantıları haline gelmiş olan Türkiyeli kapitalistler için de geçerli.

Bütün bu güçler, kendi sınıfsal çıkarlarına; kâr ve sömürü hedeflerine hizmet ettiği ölçüde “insan hakları”ndan ve “demokrasi”den söz ediyorlar. Onlar, örneğin, kadınların işgücü olarak kullanılması gerektiği ölçüde, onları kapitalist emek piyasasının dışında tutan feodal bağlardan koparmak için “kadın hakları” savunucusu kesilir ama ekonomi daraldığı ve işçi sınıfının toplumsal kazanımlarının köklü biçimde tırpanlanması gerektiği zaman, aileyi kutsamaya ve kadını -işgücünün yeniden üretiminde ücretsiz köle olarak çalışmak üzere- yeniden eve kapatmaya çalışırlar. Benzeri bir durum, bütün ezilen, baskı gören kültürlerin, ulusların, etnisitelerin ve dinsel azınlıkların hakları için geçerlidir.

Çelişkiler artıyor

Sorun “demokrasi” olmadığına ve Ricciardone Başbakan Erdoğan’ın –birkaç hafta önceki- sözlerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmadığına göre, ABD Büyükelçisinin Türk yargı sistemine yönelik eleştirilerinin ardından kopartılan fırtınayı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Ankara ile Washington arasında bölgesel stratejilerde izlenecek yol konusunda yaşanan farklılaşma çerçevesinde değerlendirmekte yarar var.

Anımsanacağı üzere, Washington, AKP iktidarı Filistin’de Hamas’ın arkasında durup ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli “ileri karakol”u İsrail’i “terörist devlet” ilan ettiğinde, deyim yerindeyse, dişlerini sıkmakla yetinmiş ve Ankara’ya karşı açık bir tavır almamış, alamamıştı. Benzeri durum, İran’ın nükleer enerji programı karşısındaki tavır ve Batılı emperyalistler tarafından bu ülkeye uygulanan yaptırımlar konusunda yaşanmıştı. Yine, Başbakan Erdoğan, Libya’ya yönelik emperyalist saldırıda, “NATO’nun orada ne işi var!” diye “kükremişti” (ama bu “kükreme”, onun birkaç gün içinde 180 derece çark etmesini engellemedi).

Washington’ın Suriye’de rejim değişikliği amacıyla başlattığı vekil savaşının, Obama yönetimi ile Ankara arasındaki ilişkilerin yeniden canlanmasına büyük katkıda bulunduğu ortada. Ankara, bu ABD-NATO destekli iç savaşta, Suriye’de yükselen rejim karşıtı kitlesel halk muhalefetini devre dışı bırakan Sünni İslamcı silahlı muhalefetin örgütlenmesinde ve çoğu El Kaide bağlantılı olan militanların Kafkasya’dan ve başka yerlerden getirilip ülkeye sokulmasında son derece önemli bir rol oynadı (hala oynuyor).

Bununla birlikte, ABD siyasi seçkinlerinin, Obama’nın -asıl olarak İran’a karşı kullanmak amacıyla- kimi El Kaide gruplarını da içeren radikal İslamcılara yakınlaşma politikasına yönelik kaygıları, 11 Eylül 2012 günü Libya’nın Bingazi kentindeki ABD Büyükelçiliği’ne düzenlenen saldırının da etkisiyle, açık bir muhalefete dönüşünce, işler değişmeye başladı. Washington, Suriye halkının ABD destekli radikal İslamcı militanlara uzak durmasının ve Esad yönetiminin -Rusya’nın da desteğiyle- beklenenden daha güçlü bir direniş sergilemesinin etkisiyle, Suriye’deki ABD-NATO destekli muhalefetini yeniden düzenlemek zorunda kaldı. Suriye’deki kimyasal silahların “denetim dışına çıkabilecek” İslamcı grupların eline geçmesi olasılığının giderek daha fazla dillendirildiği bu süreçte, El Nusra gibi “El Kaide bağlantılı” gruplar dışlandı.

Batı emperyalizminin bölgedeki en sadık uşakları olan Suudi Arabistan ile Katar, ABD-NATO destekli silahlı muhalefetin yeniden düzenlenmesi planına hemen uyum sağladı. Ama Esad yönetiminin devrilmesi operasyonunda onlarla birlikte başlıca rolü oynayan Ankara aynı esnekliği göstermedi. AKP iktidarı, hem yeni muhalefet cephesinden dışlanan İslamcı grupları korumayı sürdürdü hem de savaş çığlıkları atmaya devam etti.

Aynı süreçte, AKP iktidarının, Bağdat’taki merkezi hükümet ile ilişkilerinin de hızla gerildiğine tanık olduk. Irak’ta, Aralık 2011’de Şii liderlere suikast düzenlemekle görevli ölüm timleri kurmak suçundan hakkında tutuklama kararı çıkartılan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, önce Erbil’e kaçtı, ardından da Mart 2012’de Türkiye’ye sığındı. 9 Eylül 2012’de idam cezasına çarptırılan Haşimi, halen Türkiye’de yaşıyor. Ankara ile Bağdat arasındaki gerilimin asıl nedeni, elbette, Haşimi’nin Erdoğan’ın koruması altında olması değil. “Haşimi meselesi”nin de altında yatan asıl neden, Ankara’nın, Bağdat’ı aşarak, Barzani yönetimindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile kurmuş olduğu sıkı ekonomik ve siyasi ilişkilerdir. KBY’nin Ocak ayı başında, kendi adına dünya pazarlarına Türkiye üzerinden ham petrol ihracatına başlaması, Türkiye ile Irak arasındaki gerilimi en üst aşamaya ulaştırmakla kalmadı; Irak’taki Kürtler ile Bağdat’taki merkezi yönetimi de savaşın eşiğine getirdi.

Ricciardone’nin üzerinde hiç durulmayan, 6 Şubat’ta ifade ettiği sözler, Türkiye’nin KBY politikasına ilişkin ABD’nin tavrını ifade etmektedir: “Irak’ı bütün olarak görmek gerekir. Petrol ve gaz çıktılarını dünya piyasalarına eriştirebilmek önemli. Irak’ın tümünde geliştirilmeli. Biz Türkiye’nin, Irak’ın petrol ve gazının yüzde 20’siyle değil bütünüyle ilgilenmesini arzu ediyoruz. Türkiye’nin aynı zamanda Hürmüz Boğazı’na alternatif sunmasını istiyoruz. Türk ürünlerinin tüm Irak piyasasına ulaşmasını isteriz.” [3]

Bu gelişmeler, Irak’ın parçalanmasından ve Bağdat merkezli yeni bir Şii devletinin bütünüyle İran’ın denetimine girmesinden kaygı duyan ABD (ve Suudi Arabistan ile gerici Körfez monarşileri) ile Ankara arasında, hiç de küçümsenmemesi gereken siyasi bir ayrışmanın ifadesidir. (AKP iktidarının, özellikle Kürt halkının yaşadığı komşularının toprak bütünlüğünü korumaya öncelik veren bütün diğer hükümetlerden farklı olarak, Irak’ın ve Suriye’nin etnik ya da mezhepsel temelde parçalanmasına hizmet eden bölgesel dış politikasının, aynı zamanda, onun Türkiye’deki Kürt sorununa yaklaşımını da belirlediğine değinmekle yetinelim.)

Özetle, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Türkiye’deki insan hakları ihlallerine ilişkin sözleri, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın onun arkasında durması ve AKP sözcülerinin sert tepkisi, bütün bu uluslararası gerilimlerin ifadesidir ve onlarla birlikte anlam kazanmaktadır.

“Türkiye’nin çıkarı”

Başbakan Erdoğan’ın, bütün bu keskinleşen çelişkilerin ve artan gerilimlerin ortasında, “Türkiye’nin çıkarı neredeyse biz oraya gideriz, menfaati neyi gerektiriyorsa o yönde işbirlikleri ararız” diye “kükremesi”, mezarlıktan geçerken yüksek sesle şarkı söylemekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

Önce, bir konuya açıklık getirelim: Erdoğan, “çıkarı neredeyse oraya giden, menfaati neyi gerektiriyorsa o yönde işbirlikleri arayan” Türkiye’den söz ederken, onun küresel bankaların ve şirketlerin talepleri doğrultusunda uyguladığı politikalar eliyle yıkıma uğrayan milyonlarca işçiyi, işsizi ya da yoksul köylüyü kastetmiyor. Onun “Türkiye” dediği şey, büyük bankaların ve şirketlerin sahipleri ile yöneticileri, büyük toprak sahipleri ve bütün bu kesimlerin çıkarlarını savunan burjuva siyasetçilerle yüksek bürokratlardır (bunlara, orta sınıfın söz konusu kesimlere hizmet eden, çıkarları onlarla özdeş hali vakti yerinde kesimlerini de ekleyebiliriz).

Bu küçük azınlık, küresel bankalarla ve şirketlerle -doğrudan ya da dolaylı- sıkı ekonomik ilişkiler içindedir. Toplumun, küresel bankalardan krediler alan ve onların hisse senetlerine yatırım yapan bu tuzu kuru kesimi, krediler, patent anlaşmaları, hisse senedi alımları, taşeron üretim vb. yollarla küresel sermayenin organik bir uzantısı haline gelmiştir. Yani, bu burjuvaların, küresel bankalardan ve şirketlerden -ve bunların çıkarlarını savunan emperyalist devletlerden- bağımsız çıkarları yoktur.

Bütün bu kesimler, yıkıma uğramış bir Suriye’nin yeniden inşasından ve azgın emperyalist sömürüye açılacak bir Suriye pazarının avantajlarından olabildiğince yararlanma hesabı içinde, Batılı emperyalistleri destekliyorlar. Onlar, benzeri bir şekilde, KBY pazarında da iyi bir yer kapmanın hayaliyle yaşıyorlar. AKP iktidarının, Türkiye önderliğinde bir Sünni-İslam bloğu (yeni Osmanlıcılık) söylemine eşlik eden “ulusal çıkar” masalı, bir yandan egemenlerin ABD önderliğindeki Batılı emperyalist güçlere yedeklenmedeki maddi çıkarlarını ifade eden ama aynı zamanda geniş emekçi kitlelerin bu gerçeği görmesini engellemeye yarayan ideolojik bir perdedir.

Türkiye burjuvazisi, bu amacına tek başına ulaşamayacağının, sermaye birikiminin buna yeterli olmayacağının ve emperyalist yağmanın aslan payını küresel şirketlerin alacağının da farkında (kapitalizmin, günlük dile mâl olmuş ilkesiyle ifade edersek, “parayı veren düdüğü çalar”). Bununla birlikte, onun mevcut durumda umduğunu bulamayan kimi kesimleri, bir başka “patron”a yamanmak ya da kendi başına davranmak isteyebilir; pastadan daha fazla pay kapmak için, müttefik emperyalistlere “şantaj” da yapabilir (Başbakan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilgili sözlerini ya da “kimsenin yönlendiremeyeceği büyük devlet” vurgusunu bu kategoriye sokabiliriz).

Bu tür açıklamalar, üzerinde ciddi şekilde düşünülmeden ya da zaten ciddiye alınmayacağı bilinerek yapıldığı sürece, ABD önderliğindeki Batılı emperyalist müttefikler ile Ankara arasında ciddi bir sorun oluşturmaz. Emperyalistler, asıl belirleyici gücün küresel kapitalist sistem içindeki ekonomik konum olduğunu çok daha iyi bildikleri için, önceki on yıllarda defalarca görmüş olduğumuz gibi, kendi gerçek konumunun farkında olmayıp gücünü abartan hükümetlere, bir şekilde, haddini bildirirler.

ABD emperyalizminin taşeronluğu

Türkiye, ABD emperyalizminin bölgesel planlarında, kuşkusuz, son derece önemli, hatta vazgeçilmez bir yere sahip. Ama bir devletin emperyalistler açısından vazgeçilmezliği, tarihte onlarca örneğini görmüş olduğumuz gibi, siyasi seçkinlerin o devleti yöneten kesiminin vazgeçilmez olduğu anlamına gelmez. Bütün ittifaklarda olduğu gibi, Washington ile Ankara arasında varolan -moda deyimle- “stratejik ortaklık” da bir amaç değil ama araçtan ibarettir ve amaca hizmet ettiği ölçüde yaşayacaktır.

Amacı belirleyen de yukarıda değindiğimiz gibi, dünya ekonomisindeki yerdir. Yüzölçümüne göre dünyanın en büyük 33. ülkesi olan Türkiye, nüfus açısından da dünyanın en kalabalık 15. ülkesi konumunda ama bütün bu faktörler, “büyük güç” olmak anlamına gelmiyor. Benzeri bir durum, Türkiye’yi dünya sıralamasında 16.’lığa yerleştiren GSYH’nin büyüklüğü için de geçerli. Ama bu durum da, Türkiye’nin dünya ekonomisi içinde yalnızca yüzde 1,27’lik bir paya sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. ABD’nin dünya ekonomisi içindeki payının ise yüzde 20,21 olduğunu düşünsek ve bütün diğer etmenleri (Türkiye’nin ABD’yle ekonomik, mali ve askeri ilişkisi; NATO; ABD’nin AB ile bölgedeki ülkelerle olan bağlantıları vb.) bir yana bıraksak bile, bir başına bu rakam, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’ye rağmen yapabileceklerinin sınırlarını göstermeye yeter.

Öte yandan, ABD emperyalizmi ile AKP iktidarı arasındaki ilişkiler, yaşanan bütün gerilimlere ve çelişkilere rağmen, bir çatışma olarak tanımlanamaz. Ankara, AKP iktidarının kimi “terslikler”ine karşın, ABD’nin ve NATO’nun en sadık müttefiklerinden biridir ve bu durumun öngörülebilir gelecek içinde değişeceğinin herhangi bir belirtisi bulunmuyor. Türkiye dünya kapitalist sisteminin bir parçası olmaya devam ettiği ve Batılı emperyalist kamp içerisinde dünyanın yeniden paylaşımıyla sonuçlanacak nihai bir parçalanma yaşanmadığı sürece, Ankara, iktidarda hangi burjuva partisi olursa olsun, ABD-NATO emperyalizminin bölgedeki en sadık müttefiklerinden biri olarak kalmaya mahkûmdur.

Bu, aynı zamanda, içerideki ekonomik ve siyasi ortamın da aynı uluslararası emperyalist-kapitalist dinamikler doğrultusunda biçimlenmeye devam etmesi; sosyal hak kayıplarının ve işçi sınıfına yönelik saldırıların sürmesi ve emekçiler ile gençlik üzerindeki siyasi baskıların artması demektir.

Bütün milliyetlerden, dinlerden ve mezheplerden burjuvazinin, milliyet, ırk, inanç vb. farklılıklar gözetmeksizin bütün işçilere karşı küresel ölçekte gerçekleştirdiği saldırıları önlemenin tek yolu, işçi sınıfının, bütün ülkelerde mülk sahibi sınıfların bütün kesimlerinden bağımsız bir kitlesel devrimci seferberlik eliyle iktidarı alması ve sermayenin egemenliğine son verecek işçi iktidarlarını kurmasıdır.

Türkiyeli sosyalistler, bütün emekçileri uluslararası sosyalizmin bayrağı altında toplamaya ve onları enternasyonalist-sosyalist bir işçi iktidarı perspektifiyle donatmaya çalışmalıdır. Bu, bankaların ve şirketlerin on yılı aşkın süredir hızlandırdığı toplumsal karşı-devrimi gizlemeye hizmet eden “demokrasi” yalanını; AKP iktidarının “demokratik açılım” adını verdiği tamamen küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına hizmet eden; bölgedeki emekçi halkları yeni savaşlara sürükleyecek olan gerici planlarını ve savaş kışkırtıcı dış politikasını teşhir etmeyi gerektiriyor. Burjuva demokrasisinin bir bütün olarak çürüyüp iflas ettiği günümüzde, ezilenlerin demokrasi özlemi yalnızca işçi demokrasisine dayanan işçi iktidarlarıyla gerçekleşecektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir