Mersin’de üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın katledilmesi, kriz içindeki kapitalist sistemin yol açtığı toplumsal çürümenin ve gericiliğin ulaştığı boyutu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Birçok kentte, “kadın cinayetleri”ne karşı, cinsel kimlik üzerine kurulu protesto gösterileri düzenlenirken, iktidar, bu vahşi cinayetten, dikkatleri saptırıp kendi gerici gündemini ilerletmek için yararlanmaya çalışıyor.
Başbakan Davutoğlu, Özgecan’ı öldürenlerin en ağır cezaya çarptırılması gerektiğini açıklarken, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, ölüm cezasının yeniden uygulamaya konmasını savundular. Eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, şimdiki Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin ise cinsel suç işleyenlerin hadım edilmesi yönündeki eski önerisini yeniden gündeme getirdi. Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır daha da ileri gitti. O, Özgecan’ın yerinde kendi kızının olması durumunda eline “silahı alıp” intikam peşinde koşacağını ilan etti. İktidar cephesinden gelen bütün bu gerici açıklamalara, ölüm cezasının yeniden uygulanması tartışmasını başlatmak gerektiğini savunan sözleriyle TBMM Başkanı Cemil Çiçek de katıldı.
Muhalefetteki burjuva partileri ise, Özgecan’ın barbarca öldürülmesi karşısında kamuoyunda oluşan tepkiyi kendi kanallarına akıtma çabası içinde iktidara yükleniyorlar. Bununla birlikte, onların bu tavrı, mevcut şiddetin, baskının ve sömürünün kaynağı olan kapitalist sistemi hedeflemiyor. Burjuva ve küçük-burjuva muhalefet, iktidarın burjuva kimlik politikalarının karşısına, sistemi daha demokratik hale getireceği iddiasıyla “alternatif” kimlik politikalarını çıkartmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Türkiye’de yalnızca 2014 yılında en az 294 kadın öldürüldü. Basına yansıtılmayan cinayetlerle birlikte bu sayının gerçekliği ne kadar yansıttığı bir yana, kadına yönelik şiddetin her türünün bizzat 13. yılını sürdüren AKP iktidarları döneminde sürekli tırmandığı ve kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı biliniyor.
Bu durum, emperyalist şiddetin tüm dünyada tırmandığı, savaşlarda her gün yüzlerce insanın öldüğü, baskı ve terörün gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği bir dünya sisteminin (kapitalizm) Türkiye’deki ifadesidir ve mücadele edilmesi gereken şey budur.
Kadına yönelik şiddetin sorumlusu, siyasi iktidarla birlikte, mevcut sistemi ve “insani” bir kapitalizmin mümkün olduğunu savunan burjuva medyası, muhalefet partileri, sendikalar ve bir bütün olarak düzen kurumlarıdır.
Aynı muhalefetin bir kesiminin artık yaşamın bütün alanlarını kucaklamış olan baskı, şiddet ve cinsiyetçiliğin başlıca sorumluluğunu taşıyan AKP iktidarına, yıllardır barış, demokrasi vb. adına destek verdiğini unutmamak gerekir.
Mevcut durum, özünde, bir zamanlar aydınlanmanın başını çekmiş devrimci bir sınıf olan burjuvazinin, yüz yılı aşkın süre önce başlayan gericileşmesinin ulaştığı düzeyin çarpıcı bir ifadesidir. 18. ve 19. yüzyılın devrimlerinin başını çekmiş olan bu sınıf ve onun siyasi temsilcileri, egemenliklerini sürdürmek için, bütün önceki dönemler boyunca kitlesel mücadelelerle edinilmiş tüm kazanımların kökünü kazımaya kararlılar ve yaşamın her alanında şiddeti körükleyen şey, sermayenin bu egemenlik güdüsüdür.
Kendi çıkarlarını ve sistemini korumak adına, insanlığa her gün felaketi yaşatan egemen sınıfla birlikte burjuva toplumu da çürümüştür.
Buna karşı, yalnızca katillerin değil; yıllardır baskı ve şiddeti teşvik eden burjuva politikacılarının, medya patronlarının, köşe yazarlarının ve aydın bozuntularının da sanık sandalyesine oturtulması gerekmektedir ve bunu başarabilecek tek toplumsal güç, enternasyonalist sosyalist bir perspektifle donanmış işçi sınıfıdır.