Müslüman Kardeşler’in Mısır’ın geleceğindeki yeri

1977’deki “Ekmek İsyanı”ndan beri, yaklaşık 34 yıldır sokakları sessiz olan Mısır, gerçekte kitle hareketlerinin son derece etkili olduğu bir siyasi kültüre sahipti. 20. yüzyılda, Mısır’da İngiliz sömürge idaresine karşı önemli kitle hareketleri gerçekleşmiş, Arap milliyetçisi Cemal Abdül Nasır ve dava arkadaşları bu hareketlerin yarattığı imkanlar sayesinde, 1952’de Özgür Subaylar Örgütü’nün gerçekleştirdiği bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti[1]. Öyle ki, Kral Faruk’a karşı gerçekleştirilen bu darbeyi Müslüman Kardeşler örgütü bile desteklemişti.

1940’lı yılların en etkili muhalefet örgütü olan Müslüman Kardeşler, Abdül Nasır’la anlaşmazlığa düşünce, bu hareket, 1970’te Abdül Nasır’ın ölümüne kadar sürekli baskı altında tutuldu. 1960’lı yıllarda, özellikle gençler ve aydınlar arasında giderek güç kazanan “sosyalist” muhalefet, 1970’de İsrail karşısında alınan utanç verici yenilgiden (Altı Gün Savaşları’ndan) sonra[2], Nasırcılık’dan uzaklaşmaya başladı. Abdül Nasır’ın yerine geçen Enver Sedat, önce solu ezmek için Müslüman Kardeşlerin önünü açtı. Fakat Sedat, ABD’nin arabuluculuğunda, 1978’de İsrail’le Camp David Barış Antlaşması’nı imzalayınca, ülkedeki İslamcı muhalefet Sedat’a karşı silahlı direnişe geçti. Bu antlaşma ile İsrail tarafından Altı Gün Savaşı’nda ele geçirilen Sina Yarımadası Mısır’a geri verildi. Sedat 1981 yılında, Mısır’ın bağımsızlığının kutlandığı bir askeri geçit töreni sırasında silahlı bir saldırı sonucunda öldürüldü. Onu öldüren İslamcı askerler “Firavunu öldürdük!” diye bağırıyordu[3]. Sonuç olarak, Sedat kendi kurduğu düzenin “kurbanı” oldu.

Suikast esnasında, Sedat’ın sağında oturan eski Hava Kuvvetleri Komutanı Hüsnü Mübarek, iktidarda kaldığı süre boyunca bu olayı aklından hiç çıkarmadı. Mübarek kendisine karşı en güçlü muhalefetin İslamcılardan geleceğini biliyordu. Mübarek, silahlı direnişe geçen İslamcıları şiddet yoluyla imha etme konusunda başarı elde ederken, aynı dönemde ülke genelinde ılımlı bir islamcılaşmayı da teşvik ederek, esas tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşler’i izole etmeye çalıştı.

Rejim, Müslüman Kardeşler örgütü karşısında, bazen açık baskı, bazen de isteksizce kabullenme yöntemlerini izlese de, hiçbir zaman bu hareketi tam manasıyla ortadan kaldıramadı. Rejimin bu başarısızlığının ana nedeni, devletin izlemekte olduğu acımasız liberal ekonomik programla, orta ve alt sınıfların ideolojik ve manevi desteğini kazanabilecek araçları yitirmiş olmasıydı. 1960’lı yıllarda Abdül Nasır’ın peşinden giden öğrenciler, aydınlar ve yoksullar artık büyük oranda İslamcı muhalefetin bileşenleri haline gelmişti.

Bu orta ve alt sınıfların, Abdül Nasır ve Enver Sedat döneminde devlet kurumlarında istihdam edilmesine 1986’de son verildi. Bu insanlar için artık tek çare, liberal ekonomik programın basıncı altında büyüyen özel sektör kurumlarında çalışmaktı. İşte bu kentli emekçi kitlenin ana gövdesini de Müslüman Kardeşler örgütü üyeleri oluşturuyordu.

Mısır’daki dikta rejiminin, kendi çizgisindeki siyasi partilere ve meslek örgütlerine üyeliği zorunlu kılması, İslamcı kitlenin, bu kurumlar içinde siyasi tecrübe kazanmasına olanak sağladı. Bunların çoğu, İslamcıların ya tek başlarına ya da liberal veya solcular ile ittifak yaparak yönetimini ele geçirdiği (tabip odaları, barolar vb.) örgütlerdi. Buralarda siyasi tecrübe kazanan İslamcı kitle, liberal, solcu veya laik olsun, kendisinden farklı kesimler ile birlikte çalışmayı öğrenmiş genç bir kuşaktan oluşuyor. Mısır’daki gösterilerin başını, son 30 yıllık diktatörlük pratiği içinde birlikte çalışmayı öğrenmiş olan bu gençlik kuşağı çekiyor. Bu yüzden, Müslüman Kardeşler liderliğini elinde tutan yaşlı “hapishane kuşağı” en çok da, bu gençlik kesiminin değişim talebinden korkuyor.

Mısır’daki Mübarek yönetimi ve Müslüman Kardeşler önderliği, yaşlılar yönetiminin (gerontokrasi) değişmesi gerektiği konusu gündeme geldiğinde üstü örtülü bir ittifak yapmıştı. Örneğin, genç kuşak Müslüman Kardeşler üyeleri, Wasat (Orta yol) isimli bir parti kurulmasını önerdiklerinde, hem Müslüman Kardeşler önderliği hem de Mübarek buna açıkça karşı çıkmıştı. Radikal Gazetesi’ne yazdığı bir mektupta[4] Amr Şalakani şöyle diyor: “İhvan içinde de bir ayrışma var. Gençler AKP’ye benzer bir siyasi hareket mümkün mü diye soruyorlar. Yanlış anlaşılmasın. AKP çok farklı. Ancak yine de yaşlı İhvancıların radikalliği gençlerde yok. Eğer bir dönüşüm olursa büyük olasılıkla Türkiye gibi bir İslamcılar içi ayrışma da olur.” Yaşlı kuşağın geleneksel olarak dini mesaj yaymaya odaklanan temsilcileri ile Mısır siyasetinde gücünü arttırmaya çalışan genç kuşak İslamcılar arasında bariz farklılıklar olduğu aşikar. Kısacası, ortada tek sesli bir Müslüman Kardeşler örgütü yok.

Bugün Mısır’daki rejim, geçmişte halk ayaklanmasıyla yıkılma noktasına gelen rejimlerde de görüldüğü gibi, siyasi iktidarı kitlelerle paylaşmamakta ısrarcı davranıyor. Mübarek’in önderlik ettiği yaşlı elitler, Ulusal Demokratik Partisi’nde, gelecekte iktidarı devralabilecek bir genç siyasetçi kuşağı yetiştirmeyi bile akıllarına getirmedi. Liberal, solcu, İslamcı bütün kesimler, şiddet yoluyla siyasi iktidardan uzaklaştırıldı. Kitleleri siyasi iktidardan uzaklaştırma stratejisini daha önce İran’da Şah denemişti. Fakat İran halkı, 1970’li yıllarda hala varlığını sürdüren sahte iki parti rejimine daha fazla tahammül etmeyecek, ne yazık ki Marksist bir önderliğin varolmadığı koşullarda, Şii ulemanın bir parçası olan Mollaların ve radikal İslamcıların peşine takılarak, 1979’da Şah rejimini devirecekti. Sonuç ise, 32 yıldır kendi halkına kan kusturan totaliter bir molla diktatörlüğün kurulması olacaktı.

İran ve Mısır örnekleriyle, Stalinist diktatörlükler arasında tarihsel bir paralellik de kuralabilir. Kitleleri siyaset dışına itmeye çalışan bütün iktidarlar, halkın bir süre için ses çıkarmayacağı “istikrarlı rejimler” kurmuş gibi gözükseler de, bütün bu diktatörlükler, zamanla yozlaşmaya ve kaçınılmaz bir biçimde ya iç ya da dış dinamiklerden dolayı çökmeye mahkumdur. Stalinist diktatörlüklerin iktidarı kitlelerle paylaşmamakta ısrar etmesi, bu rejimlerin, halk ayaklanmaları sonucunda yıkılmasının esas nedenlerinden biriydi. Bugün Mısır’da da benzer bir süreç yaşanmakta. Şu an için Mısır’da olup bitenler, 1989’da Doğu Avrupa’da yaşananları andırıyor[5]. Tunus ve Mısır’da gerçekleşen halk ayaklanmaları, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu esir almış olan despot rejimleri süpürüp götürebilecek bir devrimci dalganın başlangıcı olabilir.

Mısır’da 2005 seçimlerinde muhalefet 150 sandalye kazanmıştı. Bunun 88’i Müslüman Kardeşlere aitti. Ne tesadüf ki kurulduğundan beri girdiği tüm seçimlerde üçte iki çoğunluk elde eden UDP, bu seçimlerde de 454 sandalyeden 330’unu kazanmıştı. Yani, Mübarek’in demokrasi oyunu bir kez daha sahneye konmuştu. Böylece, Mübarek’e “iktidarı muhalefetle paylaş” diyen ABD yönetimi de kısmen de olsa telkin edilmişti. 2005 seçimlerinin aksine, 2010 seçimlerinde ise daha traji-komik bir tablo ortaya çıktı. UDP, 518 sandalyeden 420’sini kazanırken, muhalefet ise 16 sandalye kazandı. Bu yüzden, Müslüman Kardeşler 2010 seçimlerinin ikinci turunu boykot ettiğini açıkladı. Mısır’da seçimlerin nasıl gerçekleştiğini bilenler açısından, UDP’nin sahte oy pusulaları ile elde ettiği “zafer” hiç de şaşırtıcı bir gelişme değildi. Fakat her şeyde olması gerektiği gibi, seçimlerin de bir adabı olmalı! Son seçimlerde Mısır halkı, Mübarek’in kendi iradesini çiğnemesini daha fazla hazmedemedi. 2011’e gelindiğinde, halkın öfkesi artık genel bir kitle ayaklanmasına dönüştü.

Müslüman Kardeşler Türkiye’de yeterince bilinmeyen bir hareket. Bu hareket, örgütlenme ve çalışma tarzı açısından Fettullah Gülen Cemaati’ne benzemekle birlikte, ideolojik açıdan Türkiye’deki MSP-RP-SP çizgisinde gidip gelen, aynı zamanda Arap milliyetçiliğiyle İslamcılığı sentezlemiş bir yapı. Hareketin geleneksel önderliğinin bu çizgide ısrar etmesine karşın, örgütün genç kuşağının, liberal, sol ve laik muhalefet odakları ile işbirliği yapmaya daha açık olduğu görülüyor. Müslüman Kardeşler’in sözcülerinden Dr. Cemal Nassar’ın, “Biz mutedil bir hareketiz. Kesinlikle şiddeti reddediyoruz. Her grupla diyalog halindeyiz.” diyor. Tüm bunlar, Hasan El-Benna ve Seyyid Kutub’dan bugüne, Müslüman Kardeşlerin ne kadar ciddi bir değişim geçirdiğine işaret ediyor. Fakat bu durum, elbette Müslüman Kardeşler gibi yıllarca İslami bir rejim için savaşmış olan bir hareketin, bugünden yarına batıda örnekleri görülen Hristiyan demokrat partilere benzer bir yapıya dönüşeceğini de göstermez.

Hüsnü Mübarek’in istifasının ardından yeni bir anayasa temelinde çok partili rejime geçilmesi durumunda, Müslüman Kardeşler örgütü içinde yer alan genç kuşağın önü daha fazla açılabilir. Hele ki, “Mısır’da serbest seçimler olursa, şeriatçılar iktidara gelir!” önermesinin yarattığı korku ve gerilim, küreselleşme sürecine uyum sağlamaya çalışan ve “demokrasiye inandığını” söyleyen genç İslamcı kuşak göz önüne alındığında, gerçekleşmesi çok düşük bir olasılık. Gelinen noktada, Cezayir ve İran’da olduğu gibi, kimse gerçekten serbest seçimlere izin vermenin, iktidarı radikal İslamcılara teslim etmek olduğunu iddia edemez.

Tunus ve Mısır’daki gösterilere sadece Yeniden Doğuş (Al-Nahda) ve Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) gibi İslami gruplar değil, halkın bütün kesimleri katıldı. Hiçbir ayaklanmada “sakallı İslamcı” imgesi ön plana çıkmadı. Her iki ülkede, halkın attığı sloganlar, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve toplumsal eşitlik üzerine odaklandı. Örneğin, sendikalar, meslek odaları ve öğrenci birlikleri Tunus’taki kitle hareketin lokomotifi konumundaydı. Müslüman Kardeşlerin ünlü “Çözüm İslam’dadır!” sloganı bile Mısır’da ilgi görmedi. Bu durum, geleneksel İslamcı hareketlerin, ideolojik açıdan Ortadoğu’da iflas etmiş olduğunun en somut bir kanıtıdır. Bazı İslamcı kesimler, Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarına “bizimkiler önderlik ediyor!” diyerek böbürlenseler de, her iki ülkedeki devrimci dinamiği gördükçe hevesleri kursaklarında kalıyor!

Keza Tunus ve Mısır’da halk, emperyalist odakların ve özellikle İsrail’in bu ülkelerde yaratmaya çalıştığı sahte laik-İslamcı bölünmesine de yüz vermiyor, dindar olsun ya da olmasın halk toplumsal muhalefet saflarında birleşiyor. Artık başı kapalı kadınla, başı açık kadın, sünni Müslümanla, Kıpti Hristiyan aynı saflarda mücadele ediyor. Türkiye toplumsal muhalefetinin Tunus ve Mısır deneyiminden öğrenmesi gereken çok şey var.

Görünen o ki, Arap dünyasındaki İslamcılar, küresel kapitalist düzenin bir parçası olmaya çalışan AKP’nin liberal-İslamcı modelini kendilerine örnek alıyor. Müslüman Kardeşler’in sözcülerinden Dr. Cemal Nassar’ın, “İslami bir rejim değil, demokratik bir yönetim istediklerini” söylemesi bir tesadüf değil[6]. Müslüman Kardeşler, Mısır’ın gelecekteki “AKP”si olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Müslüman Kardeşlerin bir Taliban olmadığı ortada. Fakat esas sorulması gereken soru şu: Mohammed Badie[7] önderliğindeki Müslüman Kardeşler, gelecekte Recep Tayyip Erdoğan gibi küresel sermayenin desteğini kazanmış “karizmatik” bir lider çıkarabilir mi? Bunu ancak zaman gösterecek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir