30 yıllık Mübarek diktatörlüğü, sivil giyimli polislerini ve ajan-provokatörlerini, devrimci halk hareketinin başlamasından bir hafta sonra, 2 Şubat günü, Mısır halkının üzerine saldı. Bu yazı yazılırken, haber ajansları, yüzlerce yaralı ve ölü olduğu yönünde haberler geçiyor. Mısır’daki son gelişmeler, -her ne kadar Mübarek bir sonraki seçimlerde aday olmayacağını açıklayarak halk hareketini yatıştırmaya çalışmış olsa da- Mübarek’in, Tunus’taki kardeşi gibi iktidarı kolayca terk etmeyeceğini; Tunus’ta Buazizi’nin yaktığı ateşi devralan sokaktaki milyonlarca Mısırlı’ya karşı son kozunu oynadığını gösteriyor.
Ancak, Mübarek’in diktatörlüğünün bu son girişimi, basitçe, bir diktatörün “kişisel hırsı” ile açıklanamaz. Mübarek rejiminin, devrimci halk hareketine karşı baştan beri izlediği yolu göz önünde bulundurarak şunu söylemek mümkün: Mübarek rejimi, varlığını borçlu olduğu ve 30 yıldır bölgesel çıkarlarını savunduğu emperyalist patronlarının onay vermediği herhangi bir adımı atmayacaktır. Bunun nedeni, Mısır ekonomisinin ve Mübarek rejiminin küresel sermayeye ve emperyalizme olan bağımlılığıdır. Öyle görünüyor ki, Mısır’daki kitlesel başkaldırı ve siyasi kriz, başta ABD ve AB’nin patronları olmak üzere emperyalist devletlerin bölgesel çıkarları -en önemlisi de İsrail’in güvenliği- ile Mısır halkının ekonomik ve siyasi talepleri arasında bir denge sağlanana kadar sürecek. Bu, aynı zamanda, “Mısır Devrimi”nin yazgısının küresel ve bölgesel dinamikler çerçevesinde biçimleneceği anlamına gelmektedir.
Darbe tehlikesi
Unutmamak gerekir ki, Mübarek rejimi, bir ailenin ve çevresindeki müflis burjuvaların diktatörlüğünden ve onun hizmetindeki polislerden ibaret değildir. Bu rejimin başlıca ayağı, sahip olduğu devasa sanayi tesisleriyle ülke ekonomisinde belirleyici bir rol oynayan ordudur. Ayaklanan kitlelerin geniş bir kesiminin de “gurur duyduğu” ve bir “umut” olarak gördüğü Mısır ordusunun, 1952 yılından bu yana iktidarda olduğu gerçeği asla göz ardı edilmemeli. Mısır’daki burjuva diktatörlüğün temel taşı olan ordu, tam da emperyalist kapitalist sistemin savunucusu rolünden dolayı, her yıl, ABD’den 1 milyar doların üzerinde yardım almaktadır.
Mübarek rejiminin, ayaklanan kitlelerin direnişi karşısında geri çektiği polisin yerine orduyu devreye sokması, bu deneyimli diktatör adına, son derece akıllıca bir adımdı. Bu adım, devrimci halk hareketine karşı güç kullanmanın, geniş kitleler içinde kendisine duyulan sempatiyi düşmanlığa dönüştüreceğini; ordu içinde bir bölünmeye hatta iç savaşa yol açabileceğini gören generallerin “Mısır halkının talepleri haklıdır” türü açıklamalarıyla tamamlandı. Gerçekten de, Mısır ordusu, şu ana kadar halk ile karşı karşıya gelmedi.
Mübarek’in, rejimi kurtarmak için hükümeti feshetmesi ve bir gün bekledikten sonra, iki generali başkan yardımcılığı ve başbakanlık görevlerine ataması (biri emekli bu iki general ABD ve İsrail dostu olarak biliniyor); ordunun “halka ateş açmam” derken, aynı zamanda halkı eve dönmeye çağırması, yönetici seçkinler içi bir pazarlığın sürdüğünü gösteriyor. Bu pazarlıkta Beyaz Saray’ın, Tel Aviv’in, Londra’nın, Paris’in ve Berlin’in de aktif rol oynadığından kuşku duyulmamalı.
Egemenler kaygılı
Emperyalistler ve onların işbirlikçisi yerel egemenler, dün Tunus’ta, bugün de Mısır’da yaşanan kitlesel başkaldırıların nefesini enselerinde hissediyorlar. Bu yüzdendir ki, başta Yemen, Ürdün ve Suriye olmak üzere bölgedeki bütün gerici yönetimler halklarına “demokratik reform” sözleri veriyor, temel gıda maddelerinin fiyatlarında indirim yapıyorlar. Bütün ülkelerdeki burjuva basın-yayın organları, haklı olarak, “Cezayir, Tunus, Mısır, Yemen peki şimdi sıra kimde?” sorusunu soruyorlar. Ardı ardına Buazizi’nin Tunus’ta yaktığı isyan ateşinin Mısır’da başarıya ulaşması, ardından da Libya’ya, Ürdün’e ve Suudi Arabistan’a sıçrama ihtimali, dünya burjuva gericiliğinin uykusunu kaçırıyor; halk ayaklanmalarının yayılması korkusu, burjuvazinin kalemşörlerinin kaygı ve umutsuzluğunu arttırıyor.
Mübarek diktatörlüğünün, yerini, küresel sermayenin çıkarlarını savunacak bir alternatife bırakmaksızın devrilmesi olasılığı, emperyalist merkezlerde büyük endişe yaratıyor. Zira onlar, emperyalist-kapitalist sistem içindeki stratejik konumu nedeniyle, Mısır’daki radikal bir rejim değişikliğinin bütün dünyayı sarsacağını biliyorlar.
ABD, bir süredir, kendi bölgesel stratejisi gereği, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki işbirlikçi diktatörlere, yaşanan rejim krizlerini aşılabilmeleri için baskı yöntemini hafifletmeleri ve acilen demokratik reformları hayata geçirmeleri gerektiği tavsiyesinde bulunuyor. Elbette reform çağrısı yapan sadece ABD değil, Davos Zirvesi’ne katılan Amr Musa da, Arap dünyasındaki sorunların, coğrafi, bölgesel hatta uluslararası kaynaklı olduğunu belirtmiş, bölgede bir süredir var olan ancak son zamanlarda şiddetlenen olayların çözümünde reformun çok önemli olduğunu vurgulamıştı. Unutmayalım ki, Mübarek de ulusa sesleniş konuşmasında, “Halkımın özgürlük ve reform istediğini biliyorum. Reform ve daha fazla özgürlük için çok hızlı bir şekilde çalışacağım” demişti. Özetle dünya gericiliği, geniş kitlelerin demokratik reform çağrılarının gerçekleşmemesi durumunda, kitlesel halk hareketlerinin küresel kapitalist sisteme büyük bir darbe indirebileceğinin farkında.
İsrail’in güvenliği
İsrail’in güvenliği, emperyalist-kapitalist sistem için yaşamsal öneme sahiptir. Yıllardır Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi küresel sermayenin işbirlikçisi Arap rejimleri tarafından, sınır ve toprak güvenliği teminat altına alınmış olan İsrail, bu yüzden, Mısır’daki gelişmeleri kaygıyla izliyor. Bu ülkelerdeki baskıcı diktatörlüklerin varlığını sürdürmesi İsrail’in en büyük temennisidir. Çünkü İsrail’in müttefiki olan bu yönetimlerin ortadan kalkması, Siyonist devletin bölge halklarının ve emekçilerinin öfkesiyle yüz yüze kalması anlamına gelecektir. Hele ki Mısır, İsrail’in güvenliği açısından kilit öneme sahip olan bir ülke konumunda. İsrail’in bu bölgede tutunabilmek için Mısır’la arasını iyi tutması şart. Bu yüzden, Mısır’daki Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün çökme ihtimali, İsrail-Mısır-ABD ilişkileri açısından yeni bir dönemin de miladı olabilir. Ayrıca, Mısır’daki Mübarek rejiminin çökmesi, İsrail’deki mevcut hükümetin –hatta orta vadede rejimin de- değişmesi ihtimalini içinde barındırmaktadır.
Mısır’daki muhalefet
Mısır’da ne olursa olsun, Mübarek’in bileti kesilmiş durumda ve başta ABD olmak üzere bütün emperyalist devletler Mübarek’le yolun sonuna gelindiğinin bilincinde. Artık sorun, yola Mübarek rejimiyle nasıl devam edileceği değil ama onun yerini neyin alacağıdır. ABD emperyalizmi, her ne kadar, bir süredir Mübarek sonrası Mısır’ı biçimlendirme planları yapıyor olsa da, aynı Tunus’ta olduğu gibi, Mısır’da da isyana hazırlıksız yakalanmıştır.
Öte yandan, ekmek, iş ve özgürlük için harekete geçen Mısır halkı, daha önce risk alamayan önderlikleri de hazırlıksız yakalamış durumda. Bununla birlikte, kitlesel isyan, Mısır’daki klasik muhalefet hareketleri üzerindeki ölü toprağını kaldırıp attı.
Hem Ortadoğu’daki hem de Mısır’daki en köklü muhalif hareketlerden birisi radikal İslamcı İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüdür. Hamas (İslami Direniş Hareketi) bile, ilk başta İhvan-ı Müslimin’in Filistin kolu olarak kurulmuştu.
İhvan-ı Müslimin, Mısır’da kendiliğinden ortaya çıkan halk hareketine uzunca bir süre açıktan tam destek vermekten kaçındı. Çünkü Mübarek rejimi, yaşanan olayların arkasında İhvan-ı Müslimin’in olduğu yönünde propaganda yaparak, isyanın kitle desteğini azaltmaya çabalıyordu. Bu durumun farkında olan İhvan-ı Müslimin, isyanı bir süre el altından desteklemeyi tercih ettikten sonra, onun yedinci gününde yeni hükümeti tanımadığını ve hükümet karşıtı gösterilere açık destek verdiğini ilan etti. Buna karşılık olarak, hükümet, İhvan-ı Müslimin’in 5 eski milletvekilinin de aralarında bulunduğu 20 yöneticisini tutukladı.
Mısır’da ciddi bir kitle tabanına ve örgütsel güce sahip olan İhvan-ı Müslimin, Mübarek diktatörlüğünün doğrudan çökmesi halinde iktidara gelebilir ya da kurulacak hükümette çoğunluğu oluşturabilir. Ancak bu olasılık, söz konusu örgütün halkın çoğunluğunun desteğine sahip olmaması ve halk tarafından büyük güven duyulan ordunun radikal İslamcı akımlara karşı sert tavrından dolayı oldukça küçük. Zaten İhvan-ı Müslimin de, halkın çoğunluğunun ve ordunun; onlarla birlikte de küresel sermayenin kaygılarını çok iyi anladığı için, radikal İslamcı bir akım olmaktan çıktığını ve Türkiye’deki AKP’yi örnek aldığını açıkladı.
İhvan-ı Müslimin’in son dönemde yaptığı bu tür açıklamaların gerçeği ne denli ifade ettiğini bilmek elbette mümkün değil, ama toplumsal yaşama dini kuralların egemen olması için mücadele eden İhvan-ı Müslimin, iktidara gelmesi durumunda, en başta işçi sınıfını ve devrimci güçleri ezmek için harekete geçecektir. İhvan-ı Müslimin, sözde emperyalizm karşıtı radikal söylemlerine rağmen, küresel sermayenin Mısır’daki yeni işbirlikçisi olmaya aday bir örgüttür. Bu örgüt, zamanla, radikal söylemlerini rafa kaldırarak, emperyalist devletlerin ve ulus-ötesi şirketlerin bu bölgeyi daha rahat kontrol ve denetim altında tutmak için ihtiyaç duyduğu, “ılımlı İslamcı” bir burjuva hükümetinin Mısır’da kurulmasına öncülük edebilir.
Mısır’daki isyanın başını çeken bir başka grup da 6 Nisan Hareketi. Hareket, internet sitesinde, taleplerini “İçişleri Bakanı’nın görevden alınması”, “olağanüstü hal yasalarının yürürlükten kaldırılması” ve “asgari ücretin artırılması” olarak sıraladı. 6 Nisan Hareketi, 2008’de kuzeydeki sanayi bölgesi Kübra Mahallesi’nde işçileri desteklemek için Ahmet Mahir’in öncülüğünde Facebook’da kurulan bir grup olarak ortaya çıkmış ve o yılın 6 Nisanında genel grev çağrısında bulunmuştu. Üst ve orta sınıflardan eğitimli gençlerin çoğunlukta olduğu hareket, diğer muhalif gruplara kıyasla, tutuklanma riskine rağmen sokak gösterilerinin örgütlenmesi konusunda iletişim araçlarını etkin bir biçimde kullanıyor ve daha cesur davranıyor.
İthal “önder” adayı: Muhammed el Baradei
Mısır’daki halk hareketi içindeki bu önderliklerin oluşturduğu tehdit ve belirsizlik, küresel sermayenin ve emperyalist devletlerin Mübarek’e bir “alternatif” arama çabasını hızlandırdı. Bu amaçla, Mısırlı olmasına karşın yaşamının neredeyse tamamını ülke dışında geçirmiş olan, 2005 yılı Nobel Barış Ödülü sahibi ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın eski başkanı olan Muhammed el-Baradei, devrimci başkaldırının ilk günlerinde, apar topar, Viyana’dan Kahire’ye döndü.
Ayağının tozuyla yaptığı açıklamada, ABD Başkanı Obama’ya, “Mübarek’e artık çekilme zamanı geldi diyen en son kişi olma” tavsiyesinde bulunan Baradei, ABD-AB yanlısı laik kimliğiyle ön plana çıkıyor. Mısır halkı içinde herhangi bir tabanı olmayan Baradei, ülkedeki yönetici elit içinde ve onlarla emperyalistler arasında sürmekte olan pazarlıklarda, en azından geçiş döneminin başkan adayı olarak ortaya çıkabilir.
İşçi sınıfı, Marksist program ve önderlik sorunu
Mübarek diktatörlüğüne karşı harekete geçen halk kitleleri, daha mücadelenin başlangıç evresindedir. Ayaklanmanın nasıl bir seyir izleyeceğinin belirsizliğini koruduğu böylesi kritik bir dönemde, asıl olarak demokratik burjuva ve küçük burjuva siyasi önderliklerin peşinde hareket eden Mısır işçi sınıfı, sarsılan diktatörlüğe son darbeyi vurabilecek toplumsal konumuna karşın, bağımsız siyasi bir özne olmanın çok uzağında. Bu durum, hem Mısır işçi sınıfının hem de sürmekte olan kitlesel başkaldırının kaderini belirleyecektir.
Mısır işçi sınıfının devrimci bir programla sahneye çıkıp halk hareketinin önderliğini alamaması durumunda -ki bütün gelişmeler bu yönde- halkın devrimci özlemleri mülk sahibi sınıfların çıkarlarına yedeklenecek, isyanın kanlı bir biçimde bastırılması ve askeri bir rejimin kurulması olasılığı artacaktır. Bütün gelişmeler, bundan sonraki süreçte ordunun, ortalık sakinleşene ve bir burjuva çözüm bulunana kadar, ülkenin gardiyanı konumuna gelebileceğini gösteriyor. Bir “polis devleti” olan Tunus’a kıyasla, bir “ordu devleti” olan Mısır’da, iktidar boşluğunun ordu tarafından doldurulma ihtimali daha yüksektir.
İşçi sınıfının devrimci potansiyeli, Stalinist rejimlerin çöküşünü takiben “işçi sınıfına elveda!” diyenlere inat, Tunus ve Mısır’da bir kez daha kendi rüştünü kanıtladı. Ancak Troçki’nin “İnsanlığın evrensel krizi, önderlik krizine indirgenmiştir” tespiti de güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam ediyor. Tunus ve Mısır’daki halk hareketlerinin başlıca eksiği, proleter devrimci bir perspektife, programa ve önderliğe sahip olmayışlarıdır. Bu koşullar altında, bu ülkelerdeki kitle hareketlerinin bir süre sonra düzen kanalları içerisinde yok edilmesi, uluslararası işçi hareketinin tarihsel deneyimleri ışığında ele alındığında, biz Marksist devrimciler açısından sürpriz bir gelişme olmayacaktır.
Bu nesnel durum, yerli hakim sınıfların ve onların emperyalist destekçilerinin, devrimci halk hareketini bastırmak ve kapitalist sistemin bölgedeki güvenliğini yeniden tesis etmek için ihtiyaç duyduğu zamanı ve araçları onlara vermektedir. Bu durumun en somut örneği bugün Tunus’da yaşanmaktadır. Tunus rejimi, Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla birlikte, “ulusal birlik hükümeti” ve “özgür seçim” vaadiyle, işçi sınıfının öfkesini düzen kanalları içinde eritmeye uğraşıyor.
Oysa Tunus’ta, Mısır’da ya da bir başka ülkede, işçi sınıfı için tek kurtuluş yolu, Marksist partilerin önderliği altında gerçekleşecek olan proleter devrimlerdir. İşçi sınıfının sosyal ve siyasi yaşamın aktif bir öznesi haline gelebilmesi, onun, hem küresel kapitalizme hem de onun yerli ortaklarına karşı, bütün ezilen ve sömürülen kesimlere önderlik edecek bağımsız devrimci eylemi ile mümkündür.
Bu çetin mücadele, Arap emekçilerinin ve halkının devrimci isyanlarında da görüldüğü gibi, asla ulusal sınırlar içine hapsedilemez. Bölge emekçilerini, dünya sosyalist devriminin bir parçası olarak, Kuzey Afrika ve Ortadoğu İşçi Devletleri bayrağı altında birleştirebilmek için, bütün bu ülkelerde, bir dünya partisinin şubeleri olarak Marksist partilerin kurulması elzemdir. Önümüzdeki dönemde, sınıf devrimcilerinin omuzlarına yüklenecek olan temel görev, tüm dünyada öncü Marksist partilerin inşa edilmesi olacaktır. Burjuvazi tarafından işçi sınıfını ve emekçileri bölmek için kullanılan din, dil, ırk, mezhep vb. ayrımlara karşı başarıyla mücadele etmek; küresel kapitalizmi ortadan kaldırabilmek ve işçi sınıfının devrimci potansiyelini harekete geçirebilmek, Troçki’nin ve IV. Enternasyonal’in temellerini atmış olduğu sürekli devrim perspektifi üzerine kurulu, enternasyonalist bir dünya devrimi programını savunmakla mümkündür.