Kürt illerinde estirilen devlet terörü ve savaş hazırlıkları

Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde iki hafta kadar süren ve yine aralarında çocukların da bulunduğu birçok sivilin öldürüldüğü operasyonlar Lice ve Nusaybin’de sürdürülürken, Ortadoğu’daki gelişmelerin doğrudan parçası olarak, yaz aylarından bu yana, devletin “Kürt politikası”nda yeni bir döneme girilmiş oldu.

Devlet güçleri Silvan’dan çekilirken, geride, tanklar, helikopterler ve havan topları dahil ağır silahlar kullanarak harabeye çevrilmiş bir ilçe bırakmışlardı. Şimdi, benzeri bir durum, Lice’nin ardından, Nusaybin’de yaşanıyor.

Başka bölgelerden ilçeye getirilmiş Sünni-Türkçü faşist unsurlardan oluşan özel timler, Kürt düşmanı karakterlerini gizlemeye gerek bile duymuyorlar. Onların, Silvan’da, evlerin duvarlarına “Türksen övün, değilsen itaat et”, “Türkün gücünü göreceksiniz” gibi ırkçı, faşist sloganlar yazıp, İslamcı-Türkçü marşlar eşliğinde kutlamalar yaptıkları basına yansımıştı. Kendisine “Esedullah timi” adını veren faşist bir güruhun başını çektiği bu eylemlerin basına yansıması ve halktan gelen tepkiler sonucunda, kimi iktidar partisi sözcüleri sözde “kınama” içeren açıklamalar yapmak zorunda kalmıştı.

İktidar, sonuçta, Silvan’da öldürülen siviller ve yaratılan yıkım konusunda değil, ama duvarlara yazılan sloganlar ve internete düşen “kutlama” kayıtları üzerine bir soruşturma başlattığını açıkladı. Önceki onlarca örnekten bildiğimiz üzere, bu “soruşturma”dan hiçbir şey çıkmayacak; en fazlasından, birkaç faşist, Silvan’da işlenen insanlık suçuna katıldıklarından dolayı değil, ama bu suçun ardında yatan ırkçı ve dinci ideolojik temelleri açığa vurdukları için, çok küçük bir olasılıkla, göstermelik olarak “cezalandırılacak”tır.

Ankara’nın Kürt politikasındaki açık savaş yöneliminin ilk işaretleri, 7 Haziran seçimlerinden aylar önce, AKP’nin PKK ve HDP karşıtı söylemi hızla sertleştirmesinde verilmiş; iktidarın savaşçı söylemine, örgütlü faşist toplulukların HDP bürolarına ve Kürtlere yönelik saldırıları eşlik etmişti. Bununla birlikte, Kürtlere yönelik en kanlı saldırılar, 7 Haziran seçimlerinden hemen önce gerçekleştirilen HDP’nin Diyarbakır mitingine yönelik bombalı saldırı ile başladı ve Suruç ve Ankara katliamları ile doruk noktasına ulaştı. Bu terör/yıldırma saldırılarını IŞİD’in üstlendiğini biliyoruz. Bununla birlikte, Ankara’nın bu örgüte sunduğu destek ile söz konusu bombalama eylemleri sonrasındaki gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, IŞİD’in taşeron olarak kullanılmış olması ya da saldırılarına göz yumulmuş olması açıktır.

Ülkeyi geçtiğimiz Nisan ayından bu yana hiçbir Meclis denetimi olmadan yöneten Erdoğan–Davutoğlu ikilisinin yönetiminde, sözde terör (PKK) ile mücadele adına Kürt illerinde estirilen devlet terörü, burjuva muhalefetin ve küçük burjuva solunun iddialarının tersine, tek başına cumhurbaşkanının diktatörlük özlemlerinin ürünü değildir. Tersine, Erdoğan ve ekibi, egemen sınıfın daha otoriter bir rejim kurma yöneliminin cisimleşmiş ifadeleridir.

Türkiye egemen sınıfının diktatörlük yönelimi uluslararası bir olgudur ve halen devam etmekte olan 2008 küresel krizi ile birlikte bu önlenemez bir eğilim haline gelmiştir. Türkiye burjuvazisinin bütün kesimleri, yaşanan derin krize rağmen, AKP iktidarlarının politikaları sayesinde büyük kârlar elde etmeye ve toplumsal servetin büyük bir kısmına el koymaya devam ettiler, hâlâ da ediyorlar. Bununla birlikte, devasa bir toplumsal eşitsizliğin, kitlesel işsizliğin, kalıcı bir yoksulluğun ve yolsuzlukların eşlik ettiği bu politikalar, nerede ve ne zaman patlayacağı bilinmeyen büyük bir toplumsal öfke birikimine yol açmış durumda.

Egemen sınıf ve onun siyasi temsilcileri, bu toplumsal öfkeyi yatıştırmak için çok fazla seçeneğe sahip değiller. Türkiye burjuvazisi, her kitlesel öfke patlamasını, giderek daha fazla polis devleti uygulamalarıyla; ABD, Britanya ve Fransa egemen sınıflarının örneğini izleyerek, devlet terörüyle ezmeye çalışıyor. Polis devleti önlemlerine ise, her durumda işçi sınıfının en fazla baskı gören kesimi olan gençliğin yer aldığı bu eylemleri burjuva kimlik politikaları çerçevesinde sunmaya çalışan devasa bir medya kampanyası ile sendikaların işçi sınıfının harekete geçmesini engellemeye yönelik çabaları eşlik ediyor.

Bu durum, Gezi Parkı ve yolsuzluk-rüşvet protestolarından en son Kürtlere yönelik saldırılara kadar her önemli toplumsal olayda, defalarca kanıtlanmış durumdadır. Sözde “terörle mücadele” adı altında Kürt halkına uygulanan devlet terörü, muhalif medyadaki kimi cılız eleştiriler ve HDP ile KESK’ten gelen göstermelik protesto açıklamaları dışında, hiçbir ciddi tepki ile karşılaşmadan devam ediyor ve bu bir rastlantı değil.

Kürt illerindeki devlet terörü tırmanır ve Suriye’nin işgaline yönelik hazırlıklar sürerken, her biri bir burjuva partisinin “işçi kolu” haline gelmiş olan sendikalar, bütün can alıcı konularda olduğu gibi, yaşananları da ya görmezden geliyor ya da patronlarla birlikte iktidarın yanında yer alıyorlar.

KESK’e gelince; büyük ölçüde HDP ile onun uzantısı sahte solun “işçi kolu” haline gelmiş olan bu konfederasyon, Silvan’daki devlet terörü ile ilgili olarak, “toplumsal barışın tesisi ve demokratikleşme” üzerine zehirli hayallerle dolu bir açıklama yaptı. KESK Yürütme Kurulu, 12 Kasım tarihli açıklamasında, “İktidar derhal normalleşme sürecine geçmeli, kamuoyunu savaş psikolojisine alıştırmaktan vazgeçmelidir. Sıkıyönetim uygulamaları kaldırılmalı, toplumsal barışın tesisi ve demokratikleşme için zaman kaybetmeden hızla gerekli adımlar atılmalıdır. Silvan’da açlık, susuzluk ve salgın hastalık tehdidi daha fazla büyümeden abluka derhal kaldırılmalı, ilçe bağımsız gözlemcilerin, emek ve demokrasi güçlerinin denetimine açılmalıdır,” dedi.

Kürt illerinde ağır silahlarla operasyonlar düzenlenir, ilçe harabeye çevrilir ve siviller öldürülürken bile “demokratik” reform hayalleri yayan bu tür açıklamalar, işçi sınıfının yaşananları kavramasını ve egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine karşı gerçek bir mücadele hattı örgütlemesini önlemeye hizmet eden gerici çabalardır.

Anımsanacağı üzere, HDP’nin Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Silvan’daki operasyonların son günlerinde basında yer alan bir açıklamasında, orada yaşananları “işgal” ve “halka zulüm” olarak adlandırmış; “Her yer Silvan’dır. Her yerde Silvan için demokratik tepkimizi ortaya koyalım. Abluka kaldırılması için harekete geçelim. Demokrasi sadece Silvan’a değil herkese lazım. Onun için her yerde direnişi büyütme zamanı,” demişti. Ama HDP, aradan geçen sürede, Kürt illerindeki devlet terörünü engelleyebilecek tek güç olan işçi sınıfına ve emekçilere seslenmek yerine, tepkisini, etkisiz ve göstermelik protesto eylemleriyle sınırlıyor. Suruç ve Ankara katliamlarından sonra da karşılaştığımız bu durumda, şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Zira sağcı, milliyetçi Kürt burjuvalarının ve küçük burjuvalarının çıkarlarını temsil eden HDP, aynı Türk burjuva partileri gibi, her şeyden çok, bir kez patladığında nereye varacağını bilmediği bir işçi-emekçi hareketinden korkmaktadır.

Kürtlerin siyasi temsilcisi” olduğunu iddia eden HDP dahil, burjuva muhalefet partilerinin ve onların yedeğindeki sendikaların Kürt illerindeki devlet terörüne karşı tavır almamasının başlıca nedeni, onların aynı gemide, emperyalist sistemin içinde yer alıyor ve bu sistemi savunuyor olmasıdır. Türk ya da Kürt, bütün burjuva partileri, şimdi Ortadoğu’yu kasıp kavuran emperyalist savaşta, farklı amaçlarla da olsa, aynı safta, bölge halklarının ve emekçilerinin karşısında emperyalizmin kampında yer alıyorlar.

Bu, kapalı kapılar ardında her türlü entrikanın döndüğü, emekçilerin arkasından akıl almaz planların yapıldığı bir kamptır. Birbirine rakip, hatta düşman güçlerin, sözde “IŞİD’e karşı mücadele” bahanesi altında bir arada göründüğü ABD önderliğindeki bu kampın bileşenleri, işçi sınıfından gizli tutulan karmaşık çıkar ilişkileri çerçevesinde, her türlü anlaşmaya imza atmaya hazırlar.

Bütün emperyalist güçlerin ve Türkiye’nin de dahil olduğu bölgesel devletlerin egemen sınıfları, Ortadoğu’da yaşananların, 100 yıl kadar önce, I. Dünya Savaşı sonunda çizilmiş olan mevcut sınırların etnik ve mezhepsel eksende ve kapitalist çıkarlar doğrultusunda yeniden çizilmesi anlamına geldiğinin farkındalar. Onlar, yeni bir paylaşım savaşına işaret eden bu süreçten, kendi adlarına en avantajlı şekilde çıkmanın hesabı içindeler.

Lev Troçki, bundan 110 yıl önce, Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde, Balkan Yarımadası’nda siyasi birliği sağlamanın iki yolu olduğunu belirtmişti: “ya yukarıdan, en güçlü devlet olduğunu diğer zayıf devletlerin pahasına kanıtlayan tek bir Balkan devletinin genişlemesi… ya da aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmesi” yoluyla. Birinci yol, “güçsüz ulusların imha edilmesi ve ezilmesi uğruna savaşlar”, “monarşizmin ve militarizmin pekişmesi”; ikincisi ise “devrimin yolu”, “Balkan hanedanlıklarının devrilmesi ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağının açılması” demekti.

1912 ve 1913’teki iki Balkan Savaşı ile birlikte, etnik ve dinsel temizliklerle damgalanan bir süreçte bir dizi burjuva ulus devlet kuruldu ama her biri bir emperyalist gücün piyonu olan bu devletlerin hiçbiri, yoksul Balkan halklarının demokratik ve toplumsal özlemlerini karşılamadı. Tersine, birer “ulusal” hapishane olarak kurulan bu devletler, farklı halklar arasında etnik ve dinsel milliyetçilik temelinde sürekli bir düşmanlığı kışkırtmanın etkili araçları oldular. Bu düşmanlığın, sonunda, I. Dünya Savaşı’nı ateşleyen kıvılcımı tetiklediğini biliyoruz.

Benzeri bir durum, 100 yıl sonra, Ortadoğu’da yaşanmaktadır.

ABD emperyalizminin çökmekte olan küresel egemenliğini sürdürebilmenin aracı olarak 25 yıl önce Irak’a karşı başlattığı, ülkeyi harabeye çeviren ve parçalayan savaş, bütün önemli emperyalist güçlerin katılımıyla, dört yıldır Suriye’ye yayılmış durumda. ABD emperyalizminin Ortadoğu’da başlattığı yağmacı savaşlar, emperyalist devletler ve bölgesel güçler arasında yaşanmakta olan egemenlik mücadelesinin her an açık çatışmaya dönüşmesi tehlikesi yaratırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının 100 yıl önceki emperyalist paylaşımında ve sonrasında çözülmemiş olan tarihsel sorunları da gündeme getirdi.

I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Sevr Anlaşması (1920), Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Kürtlere ve Ermenilere bağımsız devlet kurma hakkı tanıyor; Türklere, Anadolu’nun küçük bir bölümünü bırakıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki topraklarının Britanya ve Fransa arasında paylaşımını ifade eden bu sınırlar, farklı Arap aşiretlerini ve farklı halkları birbirine rakip ve düşman kılacak şekilde, bütünüyle siyasi hesaplar çerçevesinde ve 1916’da imzalanmış olan gizli Sykes-Picot Anlaşması doğrultusunda çizilmişti.

Bununla birlikte, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin milliyetçi kanadının Mustafa Kemal önderliğinde başlattığı üç yıllık ulusal kurtuluş savaşının ardından Ankara’da kurulan yeni devlet ile varılan anlaşma sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Musul vilayeti Britanya’nın egemenliği altındaki Irak’a bağlanınca, Kürtlere verilen devlet vaadi hemen unutulmuştu. Bugünkü TC sınırları içindeki Kürtler, sahte özerklik vaatleri eşliğinde Ankara hükümetinin yanında yer almış; Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulması olasılığı da, 1915 Ermeni soykırımı ve onu izleyen nüfus politikaları eliyle, fiilen ortadan kaldırılmıştı.

Türkiye’nin bugünkü sınırları bu şekilde belirlenirken, Kürtler kendi devletlerini kuramadılar ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş bir halde, katliamları da içeren ağır baskılara maruz kaldılar.

Türkiye’deki Kürtlerin maruz kaldığı insanlık dışı baskıların altında, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını devralan Kemalist önderliğin ve onun kucağında büyüyen Türk burjuvazisinin, Kürt halkının en temel demokratik taleplerine bile yanıt verememesi yatıyordu. Ama bu, öznel bir niyetin, soyut bir Kürt düşmanlığının değil; Lenin’in sözleriyle, “siyasi demokrasinin yerini siyasi gericiliğin aldığı” emperyalizm çağında burjuvazinin hiçbir kesiminin demokratik görevleri yerine getiremeyeceği gerçeğinin ifadesiydi. Bu yüzden, 20. yüzyıl tarihi, Lev Troçki’nin geliştirdiği sürekli devrim teorisinin çarpıcı bir doğrulanmasını ifade etmektedir.

Modern Türk burjuva devletinin kurulmasıyla emperyalist sistem ile bütünleşen Kemalist önderlik, Sovyetler Birliği’nde cisimleşen “komünizm tehlikesi”ne karşı işçi sınıfını ve TKP önderliği başta olmak üzere sosyalist akımları ezerken, Kürt halkının varlığını reddetti ve mevcut sınırların değişmesi tehlikesini içeren en önemli tehdit olarak algıladığı Kürt milliyetçiliğini, ortaya çıktığı anda en acımasız biçimde ezdi. Sovyetler Birliği’ne karşı son derece stratejik bir ülkeye hükmeden Kemalist egemenler, Soğuk Savaş yılları boyunca, Kürt milliyetçiliğine karşı amansız mücadelelerinde, emperyalist müttefiklerinin tam desteğine sahip oldular.

Burjuva ve küçük burjuva milliyetçi önderliklerin bir önceki paragrafta değindiğimiz tarihsel aciziyeti, elbette yalnızca Türkiye’deki Kemalist önderliğe ya da Türk burjuvazisine özgü değildi. Her biri kendi Kürt azınlıklarına sahip olan İran, Irak ve Suriye egemen sınıfları da aynı kaçınılmaz yolu izlediler ve Kürt halkı üzerindeki egemenliklerini baskı ve zor yoluyla korudular. Türkiye, Irak, Suriye ya da İran egemenlerinin başlıca destekleyicisi, her durumda, müttefik oldukları emperyalist devletler ya da Kremlin’deki Stalinist bürokrasi ve onun uyduları Stalinist partiler oldu.

Bununla birlikte, her biri kendi Kürtlerini ezen dört ülkenin egemen sınıfları için geçerli olan kural, milliyetçi Kürt egemenleri ve siyasi önderlikleri için de geçerliydi. Emperyalist sistem içinde kendilerine “bağımsız” bir yer edinmek ve “kendi” emekçilerinin sömürüsünde söz sahibi olmak isteyen Kürt mülk sahipleri, kaçınılmaz şekilde, defalarca, şu ya da bu emperyalist devletin gönüllü işbirlikçiliğine soyundular. Kendi Kürtlerini ezen dört devlet arasındaki rekabetin de dahil olduğu bu süreçte, farklı milliyetçi Kürt önderliklerinin farklı emperyalist ya da bölgesel gücün desteğiyle birbiriyle çatıştığı ve Kürt yoksul köylülerinin birbirini öldürdüğü çok sayıda “kardeş kavgası” yaşandı.

Emperyalist ya da bölgesel bir güce hizmet ederek “bağımsızlık” elde etme yönelimi, milliyetçi Kürt hareketi tarihini, gizli pazarlıklar, entrikalar ve ihanetler tarihi haline getirdi. Kürtleri yalnızca diğer bölge halkları ile değil ama kendi içlerinde çatışmaya sürükleyen ve Kürt ulusal hareketini derinlemesine bölen bu yönelim, her defasında, milliyetçi önderliklerin, onu kullanan emperyalist ya da bölgesel güçler tarafından terk edilmesiyle sonuçlandı. Bunun en ağır bedelini de, Kürt halkı ödedi.

Yalnızca en bilinen birkaç örneği hatırlatalım. Dönemin en güçlü Iraklı milliyetçi Kürt önderliği olan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), Mustafa Barzani’nin önderliğinde, 1960’lı ve 70’li yıllarda, İran Şahı, CIA ve İsrail ile yakın ilişki içinde olmuş ve onlardan büyük miktarda silah ve para almıştı. Bu destek, elbette, Kürtlerin Bağdat’taki milliyetçi BAAS rejimine karşı savaşması için veriliyordu. Barzani, aynı zamanda, İran’da gerçekleşen Kürt ayaklanmasının bastırılmasında Şah’a destek verdi. Ama İran Şahı ile Irak’taki BAAS rejimi 1975 yılında Cezayir’de yapılan bir OPEC konferansında aralarındaki anlaşmazlıkları çözünce, işler değişti. Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesen Şah, sınırı kapattı ve Barzani’nin savaşçılarının silah, ikmal ve geri çekilme hatlarını kesti. Barzani’nin başlattığı ayaklanma ağır bir yenilgiye uğradı ve Iraklı Kürtler bir kez daha devlet terörüyle karşı karşıya kaldılar.

1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak savaşında, aynı zamanda, Kürtler de birbirleriyle savaştılar. Irak’ın yanında yer alan İranlı Kürtler ve Talabani’nin 1975 yılında kurmuş olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), İran’ın safına geçmiş olan Barzani’nin KDP’sine karşı savaşıyordu. Bu süreçte, KDP, İranlı Kürtlerin bastırılmasında bir kez daha doğrudan rol oynadı. Savaş sona erer ermez, hem Tahran hem de Bağdat “kendi” Kürtlerinden intikam almaya girişti ve Irak’taki BAAS yönetimi, Halepçe’de 5.000 sivili zehirli gaz kullanarak katletti, 160.000 kadar Kürt, Türkiye’ye ve İran’a sığınmak zorunda kaldı.

Irak’taki milliyetçi Kürt önderlikleri (KDP ve KYB), 1991 Körfez Savaşı sonrasında, kendi halklarının yazgısını bütünüyle Amerikan emperyalizminin müdahalesine bağladılar ve Irak’ın kuzeyinde dayatılan uçuşa yasak bölge sayesinde fiili bir özerklik elde ettiler. Onlar, 2003 Irak savaşı sırasında da Amerikan emperyalizminin safında yer aldılar ve işgalin başlıca destekleyicisi oldular. Ortadoğu’ya bütünüyle egemen olmak isteyen yağmacı bir emperyalist güçle kurulan bu ittifak, Irak halkı için tam bir yıkım oldu. Dahası, Irak’ın ABD tarafından istilasını izleyen gelişmeler (Suriye’deki vekil savaşı, IŞİD’in doğması, çok daha kapsamlı askeri müdahale hazırlıkları vb.), Kürtler için huzurlu bir gelecek sağlamak bir yana, onları yıkıcı bir savaşın ön cephesine yerleştirmiş durumda.

Emperyalist devletlerle ya da her biri kendi Kürtlerini ezen bölgesel güçlerle işbirliği arayışı, yalnızca Irak’taki feodal kökenli milliyetçi önderlikler için değil; kökleri Maoculukta ve Stalinizmde yatan PKK için de geçerlidir. Milliyetçi kimliğini, varlığının ilk 10-15 yılı boyunca Stalinist aşamalı devrim anlayışının argümanlarıyla (“önce ulusal sorun ve toprak sorununun çözümü, yani burjuva demokratik devrim, sonra sosyalizm”) savunan PKK, önderi Abdullah Öcalan Ankara’nın açıkça savaş tehdidinde bulunmasının ardından Ekim 1998’de Suriye’den çıkartılana kadar, kendi Kürtlerine kimlik bile vermeyen BAAS rejiminin himayesi altındaydı. Öcalan, Şubat 1999’da bir CIA-MİT operasyonu ile Kenya’dan Türkiye’ye getirildi. CIA’in bu operasyondaki koşulu, Öcalan’ın “sağ olarak” getirilip yargıya teslim edilmesi ve “en adil bir şekilde yargılanması” idi.

Daha Özal döneminde ABD ve Ankara ile yakınlaşma işaretleri vermeye başlamış ve Amerikan ordularının Irak’a müdahalesini alkışlamış olan Öcalan, gerek yargılanması sırasında gerekse sonrasında, Ortadoğu’da güçlü bir Türkiye yaratmak için Türk egemenleriyle işbirliğine hazır olduğunu defalarca açıkladı (bkz. “Öcalan’dan ‘Misak-ı Milli’ Çerçevesinde ‘Eşitlik ve Özgürlük’ Formülü”) ve AKP iktidarlarının en sıkı destekleyicilerinden biri oldu. Dönemin başbakan yardımcısı ve sözde “barış süreci”nin baş aktörlerinden olan Yalçın Akdoğan’a, 29 Temmuz günü “Öcalan bunları yakalasa sopayla kovalar diye düşünüyorum,” dedirten de Öcalan’ın bu tavrıydı.

PKK ile onun Suriye kolu olan PYD/YPG, özellikle de IŞİD’in ortaya çıkıp Irak’ın ve Suriye’nin önemli bir kesimini istila etmesinin ardından, başta ABD olmak üzere, emperyalist merkezlerin yeni vekil gücü olarak yükselmeye ve IŞİD ile savaşta onların kara gücü işlevi görmeye başladı. Bunun öncesinde, Kürt hareketi tarafından, IŞİD’in ortaya çıkmasından doğrudan sorumlu olan emperyalist devletlere (“uluslararası toplum”) defalarca askeri müdahale çağrısı yapılmıştı. ABD, rezil bir şekilde iflas eden “eğit-donat” programının ardından, milliyetçi Kürt önderliklerini silahlandırıp eğitirken, Suriye’deki savaşa müdahale eden diğer emperyalist güçler ve Rusya da Kürtler ile yakın ilişkiler geliştiriyorlar. Özetle, Ortadoğu’daki etki alanını genişletmeye çalışan bütün güçler, Kürt kitlelerini kendi yağmacı emelleri uğruna kullanmak için Kürt egemen sınıfları ile yakın ilişkiler kurmaya çalışıyorlar.

Türkiyeli egemenler, bütün uluslararası bağlantılarıyla ve çelişkileriyle birlikte, başta Kürtler olmak üzere bölge emekçilerinin ve gençlerinin arkasından çevrilen bu entrikaların içindedir. Bununla birlikte, Türk egemen sınıfı ve siyasi iktidar, Ortadoğu’daki sınırların yeniden çizildiği bu süreçte, bizzat kendi sınırlarının tehlikede olduğunun farkında ve bu yüzden, PKK’yi olabildiğince kısa süre içinde doğrudan tehdit olmaktan çıkartmak ve Türkiye Kürtlerini sindirmek istiyor. Zira içeride tırmandırılan savaş, dışarıdaki savaş hazırlıklarının ayrılmaz bir parçası.

Özetle, başından beri vurguladığımız ve yaşanan gelişmelerin de gösterdiği üzere, Kürt illerinde savaşın yeniden başlatılmasının nedeni, Erdoğan’ın HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözlerine “kızmış olması” ya da AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde uğradığı yenilgi değildi. Bunu savunmak, bütün gelişmelere Türkiye’den ve ulusalcı bir gözle bakmak ve belirleyici olan uluslararası gelişmeleri göz ardı etmek anlamına geliyordu. Suriye’deki savaşta, Kürt hareketinin ABD planlarında yeni bir yer edinmesiyle birlikte konumunu giderek güçlendirmesi ve Rusya’nın aktif katılımından fazlasıyla rahatsız olan Ankara, yeni Osmanlıcı hayaller eşliğinde Suriye’de söz sahibi olmak isterken, Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı toprakları “kaybetme” korkusuna kapılmış durumdadır. Kaldı ki bu, bölgedeki tarihsel ve toplumsal dinamikler göz önünde bulundurulduğunda, bütünüyle temelsiz bir korku değildir. Bu yüzden, içeride tırmandırılan savaş ile Suriye’deki Kürt önderliğinin tehdit edilmesi ve sınırlandırılmaya çalışılması bir bütünü oluşturuyor.

İktidarın Kürtlere karşı yeniden başvurulan savaş yöntemleri ve medya eliyle körüklenen Sünni Türk milliyetçiliği, aynı zamanda, birden çok eksende derinlemesine bölünmüş olan bir toplumdaki son sözü söyleyebilecek tek güç olan işçi sınıfını kimlik politikaları temelinde düzen partilerine yedeklemenin de bir aracıdır.

Bu koşullar altında, burjuvazinin şu ya da bu kanadının Kürt sorununu “demokratik” ve “barışçıl” biçimde çözebileceği hayalini yayan her söylem gericidir ve egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine hizmet etmektedir. Kürt sorunu dahil, yüz yılı aşkın geçmişe sahip olan tüm burjuva demokratik sorunların kalıcı çözümü, tüm ezilenleri birleştirecek olan işçi sınıfının iktidarının kurulmasından geçmektedir.

Bugün, Ortadoğu, I. Dünya Savaşı öncesindeki Balkanlar’ınkine benzer bir durumla karşı karşıya bulunuyor. Bu koşullar altında, bölgenin etnik ve mezhepsel boğazlaşma eşliğinde emperyalist paylaşımını durdurabilecek tek toplumsal güç, yüzyıl önce de olduğu gibi, uluslararası işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının bunu gerçekleştirebilmesi için, sürece, bütün ulusal, etnik, mezhepsel vb. bölünmeleri aşan uluslararası bir sınıf olarak birleşerek müdahale etmesi; sosyalizm eksenli savaş karşıtı kitlesel bir hareket örgütlemesi gerekmektedir. Savaşa karşı mücadele, onun kaynağı olan kapitalizme karşı ve sosyalizm uğruna mücadeleden kopartılamaz. Bu yüzden, işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadeledeki başlıca hedefi, bölgedeki bütün etnisitelerden, kültürlerden ve inançlardan emekçileri bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu çatısı altında birleştirmek olmalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir