Asgari ücret konusu, 7 Haziran seçimlerinin propaganda sürecinde burjuva partileri arasında tartışma konusu olmuş; iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), muhalefet partilerini “olmayan kaynaklar” üzerinden hesap yapmakla eleştirmişti. İktidar olmaları durumunda, asgari ücreti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) net 1.500 TL’ye, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise net 1.800 TL’ye çıkartacağını vaat etmişti. Buna karşılık AKP, 1 Kasım seçimleri öncesinde, önceki söylemini bir kenara bırakarak, seçimi kazanmaları durumunda asgari ücreti net 1.300 TL’ye yükselteceğini vaat etti. AKP’nin kazandığı seçimlerin ardından da bu vaadin nasıl karşılanacağı tartışmaları başladı.
Seçimlerin hemen ardından, bütün patron örgütleri, burjuva basına asgari ücret konusunda ardı ardına açıklamalar yapmaya başladılar. Patronlar, neredeyse koro halinde, bu artışın maliyetinin kendilerine büyük yük getireceğini ve birçok firmanın kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini vurguluyorlar. Bu açıklamalara, asgari ücretteki bir artışın kayıt dışı istihdamı arttıracağı ve üretimin Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Moldova ve Mısır gibi ülkelere kaymasına yol açabileceği tehditleri ekleniyor.
1.300 TL net asgari ücretin patronlara getireceği ek maliyet artışı, işçi başına brüt olarak yaklaşık 450 TL dolayında ve onlar, bu rakamın toplamda yaklaşık 20 milyar TL olduğunu söyleyerek, bunun en az yarısının devlet tarafından karşılanmasını istiyor. Patronların ortak önerisi, asgari ücretteki bu artışın işsizlik fonunda biriken kaynaktan, yani bizzat işçiler tarafından karşılanması.
Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı Şeref Fayat, “Asgari ücrete yapılacak yüzde 30 zammın enflasyon dışında kalan kısmının yükünü devletin üstlenmesi gerekir” derken, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, konu ile ilgili olarak Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, bu tür uygulamalarda istişareye ve ortak akla açık olduğunu, herkesin fikrini alarak kararların oluşmasını sağladığını vurguladı.
Ancak bu konuda patronların ve AKP iktidarının gönlünden geçen esas düşünceyi açıkça ifade etmek Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Burkay’a düştü. Burkay, yaptığı açıklamada “asgari ücret artışı konusunun istihdam piyasasında kıdem tazminatı, esnek çalışma koşulları, nitelikli iş gücü temini, istihdam güvencesi ile kapsamlı bir reform paketi içinde değerlendirilmesi” gerektiğini belirtti. Asgari ücretin sektörel ve bölgesel olarak uygulanması konularını yeniden gündeme getiren Burkay, “Asgari ücret hesaplama yöntemi gözden geçirilmelidir… İşverenin yemek ve ulaşım gibi verdiği olanaklar asgari ücret ödemesi içinde sayılabilmelidir. Asgari ücretin kaldırılması da bir seçenek olarak değerlendirilmelidir, ancak bu uygulama daha esnek ve serbest bir emek piyasası oluşturulması halinde mümkün olacaktır.” dedi.
Patronların sözcüleri tarafından yapılan bu açıklamalar, derinleşen kriz ortamında uluslararası rakipleriyle, özellikle de Çin ve Bangladeş gibi ucuz emek cennetlerinde üretim yapan şirketlerle rekabet edemeyen Türkiyeli kapitalistlerin, karlarından hiçbir özveride bulunmak istemediklerini gösteriyor.
Buna karşılık, on yıllardır uygulanan politikaların ürünü olan kitlesel yoksulluk, işsizlik ve hızla artan toplumsal eşitsizlik, işçi sınıfı içinde devasa bir öfke birikimine yol açmış durumda ve patronlar, en son metal ve cam sektörlerinde yaşanan direnişlerde ifadesini bulan bu durumun sürdürülebilir olmadığını görüyorlar. Dahası, Suriye’de bir kara savaşına hazırlanan AKP iktidarının, işçi sınıfına göstermelik de olsa bir ödün vermesi; işçi sınıfı ve gençlik içinde birikmiş olan toplumsal öfkeyi biraz olsun yatıştırması gerekiyor.
Gerçek durum ne?
Peki, her yıl toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonun’da yüzde 3, yüzde 5 gibi son derece yetersiz ücret artışlarında bile “iflas ederiz” yaygaralarını koparan ve işçilerin ellerinde kalan tek kazanım olan kıdem tazminatı tartışmalarını gündeme taşıyan Türkiye burjuvazisinin gerçek durumu bu kadar kötü mü?
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’deki küçük, orta ve büyük işletmelerin karlılıkları Avrupa ülkelerindeki benzerleri ile karşılaştırıldığında, Türkiyeli patronların Avrupalı sınıfdaşlarına göre çok yüksek kar oranlarına sahip olduklarını görüyoruz. Türkiye’de küçük ölçekli işletmelerin karlılıkları İtalya ve Polonya’nın iki, İspanya’nın üç katı seviyesinde bulunurken Almanya ve Fransa’daki benzer küçük işletmelerin karlılık oranları Türkiye’dekilerin biraz üzerinde.
Bu durum, Almanya, İspanya, Polonya ve İtalya’daki orta ölçekli işletmeler için de aynı. Hatta orta ölçekli sektör bazında, Türkiye’deki işletmeler, karlılıkta, Almanya ve Fransa’yı dahi geride bırakıyor. Türkiye’deki büyük ölçekli firmaların karlılığı Almanya, Fransa ve İspanya’daki büyük ölçekli firmalarının iki, İtalya ve Polonya’nın ise üç katı civarında.
Bununla birlikte, karlılıkta Avrupa ülkeleri arasında ön sıralarda yer alan Türkiye, aynı Avrupa ülkeleri arasında asgari ücret bakımından en gerilerde, “üçüncü grup”ta yer alıyor. Avrupa’da asgari ücretin birinci grubunu, aylık 1.000 avronun üzerindeki Belçika, Fransa, Almanya; ikinci grubu, 500-1.000 avro arasında asgari ücret ödenen Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi ülkeler oluşturuyor. Türkiye’nin de yer aldığı üçüncü grupta ise Bulgaristan, Slovenya, Romanya, Makedonya gibi aylık asgari ücretin en fazla 500 avro olduğu ülkeler yer alıyor.
Türkiye’de ortalama ücretlerin seviyesi de uzun yıllardır düşüş göstererek, 2,1 avroluk saat ücretine gerilemiş durumda. Bu saat ücreti seviyesi ile Türkiye’deki işçiler, sadece Romanya ve Bulgaristan’daki sınıf kardeşlerinden daha fazla kazanıyorlar. Gelir dağılımında ise Türkiye’deki işçilerin ulusal gelirden aldığı pay yüzde 31,32’ye gerilemiş durumda.
Türkiye’de bireyler arasında gelir dağılımı incelendiğinde, nüfusun en zengin yüzde 20’sinin, toplam gelirlerin 46,6’sına el koyduğu, buna karşın en fakir yüzde 20’nin yüzde 4,9 bir pay aldığı görülüyor. Türkiye, OECD üyesi 34 ülke arasında, en zengin yüzde 10 ile en fakir yüzde 10 arasındaki gelir farkın en yüksek olduğu 31. ülke konumunda. Servetin nasıl büyük bir hızla işçi sınıfından vurguncu bir azınlığa aktarıldığını gösteren bu durum, karlarını sürekli arttıran Türkiyeli kapitalistlerin şikayetlerinin nasıl ikiyüzlü bir yalan olduğunu da gözler önüne sermektedir.
En kötü koşullarda ev kiralarının 500 TL den az olmadığı, elektrik, su, ısınma, yol ve yemek gibi zorunlu harcamaların sürekli arttığı göz önünde bulundurulduğunda, asgari ücretin, tartışılan rakamların çok üstünde olması gerektiği ortada. Ekim 2015’e ait resmi verilere göre, dört kişilik bir ailenin sadece asgari gıda ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli miktar olan açlık sınırı 1.379 TL olurken, gıda harcamasına, giyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamalar eklendiğinde bulunan yoksulluk sınırı ise 4.472 TL’ye ulaşmıştı.
Buna karşılık, sahte solun “işçi örgütleri” olarak pazarlamaya çalıştığı sendikalar, patronlarla ve siyasi iktidarla işbirliği içinde, işçi sınıfının bu yoğun sömürüye karşı her türlü direniş çabasını başarısızlığa uğratırken, işçilerin zekasıyla alay edercesine, her ay araştırmalar yapıyor ve asgari ücretin ne olması gerektiğini açıklıyorlar.
Oysa işçilerin ihtiyacı olan şey, zaten içinde yaşadıkları koşulların onlara anlatılması değil; sermayenin söz konusu saldırısına nasıl başarıyla karşı koyulabileceğine ilişkin bir perspektif, bir mücadele programı ve örgütlenmedir.
İşçi sınıfına düşen görev
İşçiler, AKP iktidarının yoksulluk, işsizlik ve onlara eşlik eden baskılara karşı kitlesel öfkeyi bir nebze olsun yatıştırmak amacıyla vaat ettiği asgari ücret artışının işsizlik fonu ya da bir başka kaynak üzerinden, “devlet tarafından” karşılanmasına karşı çıkmalıdırlar. Çünkü bu fonlar, bizzat işçilerin maaşlarından kesilen paralardan ve onların ödediği vergilerden oluşmaktadır. Öte yandan, patronlar, vergilerini ödemedikleri ve işsizlik fonuna yatırmaları gereken paylarını yatırmadıkları gibi, onlarca isim altında verilen devlet teşviklerinden yararlanıyor; yani bizlerden kesilen vergileri de ceplerine indiriyorlar.
Kıdem tazminatı, bölgesel ya da sektörel asgari ücret vb. konuların bu göstermelik asgari ücret artışı tartışmasına dahil edilmesi, patronların ve siyasi iktidarın gerçek niyetinin işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek olmadığını gözler önüne sermektedir. Onlar, bir kez daha, bir taviz veriyor gibi görünürken, aynı zamanda başka hakları gasp etmenin hesabı içindeler.
Özetle, işçiler, patronların ve siyasi iktidarın vereceği göstermelik sadakalardan çok daha fazlasına ihtiyaç duyuyorlar ve bunları elde etmek için, yalnızca kendi güçlerine güvenmek zorundalar. Geçtiğimiz on yıllar içinde yaşananlar, kapitalizm adlı bu sömürü sistemi altında kalıcı kazanımlar elde etmenin mümkün olmadığını defalarca kanıtlamış durumda.
Sermayenin ve siyasi iktidarların artan saldırılarına başarıyla karşı koyabilmek için, öncelikle, işçileri azgın kapitalist sömürüye bağlayan mevcut siyasi ve örgütsel prangalardan kurtulmak gerekiyor. Bunların başında sendikalar gelmektedir. Bu örgütler, II. Dünya savaşı sonrası yılların ulusal korumacılık üzerine kurulu kapitalist büyüme döneminde, kapitalizm içi kurumlar olmakla birlikte, işçi sınıfının kimi kazanımlarını korumada, hatta geliştirmede bir işe yarıyordu. Bununla birlikte onlar, üretimin küreselleştiği son birkaç on yıl içinde, önderliklerinin siyasi ya da ideolojik konumu ne olursa olsun, istisnasız bütün ülkelerde, sermayenin ve devletin “emek polisliği” rolünü üstlenmişlerdir. Türkiye işçi sınıfı, aynı zamanda burjuva partilerin “işçi kolu” haline gelmiş olan bu örgütlerin son 30-35 yıldır gerçekleştirdiği sayısız ihanete tanık oldu (12 Eylül darbesine destek; başta 1980’lerin sonlarındaki “bahar eylemleri” ile Kasım 1990-Ocak 1991 Zonguldak madenciler grevi olmak üzere, Tekel, Şişecam, THY, Telekom, metal vb. sektörlerde gerçekleşen onlarca grev ve direnişin yenilgiye uğratılması).
Yakın tarihte yaşanan bütün deneyimler, işçilerin, haklarını savunmak ve geliştirmek için sendikalardan bağımsız taban komitelerini örgütlemeleri, bu örgütleri diğer fabrikalardaki ve işkollarındakilerle birleştirmeleri ve diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle ortak bir mücadele hattı örgütlemesi gerektiğini gösteriyor. Böylesi bir çaba, yalnızca, enternasyonalist sosyalist bir perspektif üzerinde yükseldiğinde başarıya ulaşabilir.
“İşçiler tarafından bugüne kadar kazanılmış olan her şey, yalnızca, onların güçlerini şirketlere ve onların siyasi hizmetçilerine karşı seferber etmeleri sayesinde elde edilmiştir. Bugün, tüm dünyadaki işçilerin kolektif emeğinin yaratmış olduğu toplumun servetinin büyük kesimi bir avuç süper zenginin elinde toplanmıştır ve savaş ve toplumsal olarak yıkıcı diğer hedefler uğruna heba edilmektedir. Bu yüzden, işçi sınıfının sosyal haklarını güvence altına alma mücadelesi, yalnızca işçi sınıfı ekonomik ve siyasi iktidarın dizginlerini kendi ellerine aldığında çözüme ulaştırılabilecek olan siyasi bir mücadeledir.”