Küresel kapitalizm, içine düştüğü krizden kurtulmak bir yana, her geçen gün daha sert darbeler almaya devam ediyor. Kapitalizm bu darbeler karşısında yere yıkılacak bir noktaya gelmemiş olsa da, bu durum, onun “eskisi kadar kolay” ayakta kalamayacağını gösteriyor.
Uluslararası kapitalist sistem zor zamanlar yaşıyor. 2008’de ABD’de Mortgage (konut kredilerinin) geri ödenmemesiyle başlayıp, büyük fon sahibi kuruluşların iflas etmesiyle derinleşen mali kriz, tüm dünyada, özellikle de ileri kapitalist ülkelerde en acımasız şekilde kendisini gösterdi. Bu süreçte, işsizlik rakamları yukarılara tırmanırken, pek çok küresel şirket iflas bayrağını çekti. Bazı şirketler ise ancak devlet desteğiyle batmaktan kurtulabildi. Ancak bu devletlerin, şirketlere aktardığı mali kaynaklar ve tüketimi arttırmaya dönük harcamalar, kamu borçlarının şişmesine neden oldu.
Özel sektörü kurtarmak için yapılan kamu harcamaları işsizliğin artmasını önlemediği gibi, buna karşın pek çok ülke kamu borçlarını ödeyemez duruma geldi. Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İtalya ve İspanya gibi bu kategoride ele alınan ülke ekonomilerinin, yakın zamanda borç yükünden kurtulması da pek mümkün gözükmüyor.
Açıkcası IMF’nin “Avrupa’nın borç krizinin dünyaya maliyeti büyük olur” uyarısı öylesine söylenmiş bir söz değildi. Küresel sermayenin sözcülerinden Times gazetesi ise, yaklaşmakta olan büyük krize ilişkin daha önce şu uyarılarda bulunmuştu: “Sorunun çözümü için bir sihirli formül yok, ayrıntılar da çok teknik. Ama yeni bir mali krizin sonuçları Avrupa vatandaşları için teknik olmayacak. Eğer doğru kararlar alınmazsa, insanlar işlerini kaybedecek, tasarruflar, emeklilik fonları eriyecek, kredi temerrüdüne dayalı takas sözleşmesi ya da Avrupa Mali İstikrar Paktı kavramlarını hayatları boyunca duymamış olan sıradan insanlar büyük bedeller ödeyecekler.”
İflas, işsizlik ve kamu borcu girdabı içinde debelenen Avrupa ekonomileri “alarm” sinyalleri veriyor. “Yeni Dünya”da da durum pek parlak değil; “süper güç” ABD borçlarını ödeyemeyecek bir halde. Obama hükümeti bu gerçeği, iç siyasete özgü “demokrat-cumhuriyetçi çekişmesi” ile gizlemeye çalışsa da, borç yükü mali sistemi tahrip etmeye devam ediyor. Diğer yandan Çin, ABD hükümetinin en büyük borç vereni ve Pekin yönetimi son dönemde ABD’nin ‘borç bağımlılığını’ sık sık eleştiriyor. ABD’den 1 trilyon dolar alacaklı olan Çin, daha önce Washington’a kamu açığını kapatmak için önlem alması çağrısında bulunmuştu.
Ekonomik kriz derinleştikçe ABD’nin iyice zayıflamış olan hegemonyası daha da geriliyor. Bu yüzden Asya, Afrika ve Latin Amerika’da giderek artan sayıda ülkenin egemen sınıfları, ABD’ye alternatif olarak Çin’e yaklaşmayı kendi ekonomik çıkarlarına daha uygun buluyor. Krizin sonunda dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumundaki Çin’in, bu süreçten daha da güçlenerek çıkma olasılığı var. Tabii ki bu durum, Çin’i kapitalizme özgü çelişkilerden ve kriz eğilimlerinden muaf kılmıyor. Örneğin Çin’de sanayide bir kapasite fazlası sorununun olduğu aşikar. Her geçen gün daha da fazla küresel ekonomiye bağımlı hale gelen Çin, “kapasite fazlalığı” sorununa bir çözüm üretememesi halinde, ciddi bir krizle karşı karşıya kalabilir.
Çin üzerine daha önce şu tespitleri yapmıştık: “Avrupa ve Amerika’nın krizden çıkması beklenirken acaba “Çin de mi krize girecek?” sorusu daha sık sorulmaya başlandı. Çin’in ciddi şekilde bir resesyona doğru gittiğini düşünenlerin sayısı az değil. Pek çok ekonomist, Çin ekonomisinin gelecek 2-3 yıl içinde daralma yaşayacağını öngörüyor. Şu anda aşırı ısınmış olan Çin ekonomisi, eninde sonunda sert bir iniş yapabilir. Bunun aksini iddia edenler, dolar üzerinden yapılan hesaplamalara göre Çin ekonomisinin 2030’da veya 2040’ta, belki de 2050’de Amerikan ekonomisini geride bırakacağı öngörüsünde bulunuyordu; fakat metropol ekonomilerin paralarındaki alım gücü değişimlerinden yola çıkılırsa, bu tarih çok yakına çekilebilir ve 2016 olabilir.” [1]
Dünya borsaları tepetaklak
ABD ekonomisindeki resesyon ve belirsizlik ile Avrupa’daki borç krizi, ABD, Avrupa ve Asya borsalarında ciddi düşüşlere neden oldu. Euro bölgesindeki krizin Yunanistan, İspanya ve İtalya’nın yanı sıra Belçika ekonomisine büyük darbe vurması bekleniyor. Ağustos ayında Euro, Dolar karşısında 1,4110 kadar bir düşüş kaydetmişti.
ABD borsalarında 2008’de yaşanan finansal krizden bu yana görülen en yoğun satışlar yaşandı. En büyük düşüş Wall Street borsasında yaşandı. S&P 500 ve Dow endeksleri yüzde 4’ün üzerinde düşerken, Nasdaq’daki düşüş yüzde 5’i geçti. Petrol fiyatları yüzde 6 düşerken (ABD ham petrolünün varil fiyatı kriz endişesine bağlı olarak 3 dolardan fazla düşüşle 83.52 seviyesine geriledi. Brent ham petrolünün varili ise 2 dolar düştü ve 105.05 dolar seviyesinden işlem gördü), bankacılık sektöründe Bank of America, JPMorgen Chase ve Citigroup borsada ciddi kayıplar yaşadı. CBOE volatilite (oynaklık)endeksi yüzde 35.4 yükseldi. Dünya borsalarında yaşanan kayıplar, ABD ekonomisine ilişkin resesyon endişesi, Avrupa ülkelerini içine alan borç krizi ve altının zirve yapması (Spot altının ons fiyatı 1.881 dolara kadar çıkarak tüm zamanların rekorunu kırdı), sermaye cephesinde küresel krizinin boyutlarına ilişkin endişeleri arttırıyor.
Asya borsalarında ise yüzde 5’in üzerinde düşüş kaydedildi. Japonya’da Tokyo Borsası’nın temel göstergesi Nikkei 225 Endeksi açılışta yüzde 3.72 (359.30 puan) kayıpla son 5 ayın en düşük seviyesinde (9 bin 229 puanla) kapandı. Çin’de Şangay Borsası’nda SE Composite Endeksi yüzde 1.62, SE Endeksi yüzde 1.62, Tayland Borsası yüzde 3.15, Hindistan Borsası yüzde 2.63, Avustralya Borsası yüzde 4.13 (Avustralya’da ASX indeksi açılışının ilk dakikalarından itibaren 42 milyar Euro zarar etti.), Singapur Borsası yüzde 3.69, Güney Kore Borsası yüzde 4.03, Endonezya Borsası yüzde 5.14, Hong Kong Borsası yüzde 4.52 ve Tayvan Borsası yüzde 5.58 değer kaybetti.
Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya piyasalarında yüzde 1’lik kayıplar gerçekleşti. Gelişmekte olan piyasalarda ise yüzde 3’lük düşüşler yaşandı. İngiltere’nin finans merkezi olan Londra’da özellikle banka hisselerinde büyük düşüşler yaşandı. Royal Bank of Schotland yüzde 9, Lloyds Banking Group ise yüzde 7 düşüş yaşadı. Almanya’da Dax yüzde 1.7 düşerken, Fransa Cac 40 endeksi yüzde 0.7 düştü. Amsterdam borsasında ise AEX indeks 300 puan sınırının altına düşerek, 2009 yılından bu yana en düşük kaybını yaşadı.
Avrupa piyasalarındaki düşüşler, Yunanistan, İrlanda, Portekiz’deki borç krizinin İspanya ve İtalya’ya yayılmasına neden oluyor. Avrupa’nın ekonomik dinamosu konumundaki Almanya ile İspanya ve İtalya arasındaki borç farkı oranı Euro’nun devreye sokulduğu 1999 yılından bu yana en yüksek seviyesini ulaşmış durumda. Avrupa’daki borç krizinin Belçika’nın finansal sistemini de felç etmesinden korkuluyor. Büyük yatırımcıların güven kaybı, bu ülkede borsanın yüzde 3 düşmesine neden oldu. Brüksel borsası hisselerinde bir gün içinde 6.7 milyar euroluk bir değer kaybı yaşanırken, en büyük darbeyi Dexia Group aldı. Dexia Group toplamda 4 milyar Euro değer kaybetti.
Dünya borsalarındaki gerilemenin nedenleri arasında iki önemli başlık öne çıkıyor: Birincisi, ABD’nin ekonomik verilerinde büyümenin yavaşlaması (resesyon) belirtilerinin artması ve ikincisi kurtarma paketlerine rağmen, Avrupa borç krizinin, Euro Bölgesi’nin iki büyük ekonomisi İtalya ve İspanya’yı da tehdit ettiğine dair kaygılar, küresel borsalarda sert satışları tetiklemeye devam ediyor. Durum o kadar kritik bir boyuta geldi ki, Avrupa Sermaye Piyasası Otoritesi (ESMA), piyasaların karışık olduğu bir dönemde Fransa, İtalya, İspanya ve Belçika’da “açığa satış” yapılmasını yasakladığını açıkladı. Açığa satış, ”kar sağlamak amacıyla bir hisse senedini satmak ve onu daha düşük bir fiyatla geri satın almak” anlamında kullanılıyor [2].
Dünya borsalarındaki kaybın 4.5 trilyon olduğu tahmin ediliyor. 4.5 trilyonluk değerin ekonomik olarak karşılığı 307 milyon nüfuslu ABD’nin yaklaşık 4 ay, 75 milyon nüfuslu Türkiye’nin 4 yıl diliminde yarattığı gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) denk düşüyor. Gerisini siz düşünün!
İtalya ve İspanya’da çöküş yakın
21 Temmuz 2011 günü Brüksel’de yapılan Euro bölgesi ülkeleri Yunanistan Zirvesi, Fransız lider Sarkozy’in inadına rağmen, küresel sermaye açısından güya “mutlu sonla” bitmişti; kemer sıkma paketi karşılığında, Yunan hükümetine ikinci “kurtarma paketi” verilmişti. Zirvenin istediği gibi sonuçlandığını söyleyen Alman Başbakanı Angela Merkel, basına “şimdi mutlu bir şekilde tatile çıkabilirim” açıklamasını yapmıştı.
Ancak bu sahte mutluluk tablosu uzun sürmedi. Kurtarma paketine rağmen dünya piyasalarındaki dalgalanmalar sürdü, bütün dünyayı yeni bir kriz korkusu sardı. İtalya ve İspanya’nın, Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in durumuna düşmesine artık ramak var. İspanya’nın 10 yıllık borçlanma maliyeti yüzde 6.25, İtalya’nın ise yüzde 6.10. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’de olduğu gibi borç eşiğinin yüzde 7’ye ulaşması halinde, bu iki ülke iflas bayrağını her an çekebilir.
Krizi aşmak için destek isteyen Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Avrupa Mali İstikrar Fonu’nun (EFSF) yeniden düzenlenmesini ve kaynaklarının arttırılmasını talep etmişti. 440 Milyar Euro olan fon, borç batağındaki ülkeler için “sığınılacak son kale” olarak görülüyor. Ancak Yunanistan deneyimi, bir kez daha, borç sorununun kağıt üzerinde hazırlanan kurtarma paketleri ile çözülmesinin kolay olmayacağını gösteriyor.
Kötü gidişat Avrupa liderlerini o derece kaygılandırdı ki, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero tatilini ertelerken, İtalya Ekonomi Bakanı Giulio Tremonti de Euro bölgesi başkanı Jean-Claude Juncker ile Lüksemburg’da acilen bir araya geldi.
İtalya ve İspanya’nın da iflas bayrağını çekmek üzere olması, sistemi ayakta tutmak için devreye sokulan kurtarma paketlerinin de artık yeterli olmadığını gösteriyor. Kurtarma paketleri, sadece borç krizinin diğer ülkelere sıçrama hızını bir miktar olsun yavaşlatabildi. Zaten bu çaresizliğin bir ifadesi olarak Alman Başbakanı Angela Merkel de “Amacımız krizin diğer ülkelere sıçramasını engellemek” demişti.
İtalya ve İspanya’yı bekleyen kaçınılmaz sonun farkında olan uluslararası bono piyasaları “İtalya ve İspanya borçlarını ödemeyebilir” mesajı vererek, söz konusu iki ülkenin borçlanma maliyetleri üzerinde negatif bir etkiye neden olmuştu. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Bono piyasalarının İtalya ve İspanya’ya yaklaşımı kaygı verici” diyerek, somut bir gerçeği, yani küresel piyasa aktörlerinin, kendilerini İtalya ve İspanya’nın iflasına hazırladığını ifşa etmiş oldu.
Bütün bu olup bitenlerden de anlaşılabileceği gibi, kapitalizmin, çeşitli reformlar (kurtarma paketleri vb.) yoluyla kendi iç krizine kesin çözüm üretmesi artık mümkün gözükmüyor. Bugün yapılmaya çalışılan sözde reformlar, kapitalizmin uzun zamandır devam eden krizinin ancak belirsiz bir geleceğe ertelenmesi ile sonuçlanabilir. Fakat bunlar da, tek başına kapitalist sistemi kurtarmaya yeterli olmayacaktır.
Marx baştan beri haklıydı
Küresel kapitalizm ne zaman krize girse, akla gelen hep Karl Marx olur. Bu kriz sürecinde de “gelenek” bozulmadı ve Marx’ın adı sık sık telaffuz edilir oldu. 2008’deki ekonomik krizi tahmin ettiği için, kendisine burjuva ekonomistleri tarafından “kriz kahini” ünvanı verilen Nouriel Roubini, Wall Street Journal gazetesine yaptığı açıklamada, “Karl Marx haklıydı, bir noktadan sonra kapitalizm kendini yok edebilir. Piyasalar bu aşamada çalışmıyor.” demişti [3].
Küresel ekonominin ABD, AB ve Japonya öncülüğünde bir resesyon uçurumunun kenarına sürüklendiğini söyleyen Roubini, burjuva hükümetlerini bu gelişmeden korunmak adına yanlış politikalar uygulamakla eleştiriyor. ABD ve AB gibi ekonomilerin daha fazla büyüme önlemlerine ihtiyaç duymalarına rağmen, bunun tersine yüksek borç yükü altında ezilen ekonomilerden dolayı tasarruf tedbirleri almaya başladığını söyleyen Roubini, önümüzdeki üç aylık dönemde (Eylül-Ekim-Kasım aylarında) global ekonominin resesyona girme ihtmalinin çok yüksek olduğunu söylemişti.
Roubini’nin Marx yorumu kısmen doğruydu; daha doğrusu eksikti. Kapitalizm sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ve kar oranlarının düşme eğilimi gibi kendi içsel dinamikleri nedeniyle sürekli krize girebiliyor. Ancak kapitalizm birçok kere görüldüğü üzere bu kriz ortamından da kurtulabiliyordu. Ancak bu kurtuluş ekonominin kendi iç dinamiklerinin sonucu değil; işçi sınıfının burjuvazi karşısında açık yenilgisi ile mümkündü. Bu yüzdendir ki, Marx’a göre kriz dönemleri, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasının derinleşmesine sebep olmakta ve sosyalist bir devrim olasılığını bağrında taşımaktadır.
Önderlik krizi
Modern sınıflar mücadelesi tarihinin, bütün ülkelerde onlarca kez gösterdiği temel gerçek şudur: Kriz dönemlerinde, uluslararası işçi hareketi, eğer enternasyonalist Marksist bir perspektife ve siyasi örgütlenmeye sahip değilse asla kalıcı bir zafer elde edemez; her koşul altında burjuvaziyle ve onun kurumlarıyla anlaşmaya hazır olan, Sosyal-demokrat, sendikalist, Stalinist vb. ulusalcı-reformist önderliklerin gardiyanlığı altında düzen sınırları içinde tutulmaktan da kurtulamaz.
Üzücü olan, bütün bir insanlığın geleceğini tehdit eden kriz tehditi karşısında Marksist önderlik sorununun hala çözülememiş olmasıdır. Uluslararası işçi hareketinin ve Marksist hareketin örgütsel dağınıklığı ve siyasi bir merkezden yoksun olmasından dolayı, kısa vadede önderlik krizinin aşılması da pek mümkün gözükmüyor. Bu sözlerimiz, sözüm ona kendisini “Marksist” olarak tanımlayan pek çok kişiye “yanlış” ve “ters” gelebilir. Sırtında yumurta küfesi olmayan bu sözde “Marksistler”, kriz döneminin dinamiklerini Marksizm’in özünü oluşturan diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemi ile ele almadıkları içindir ki, onlar, sadece olguları yüzeysel bir şekilde ele alarak, “kriz geliyor, o zaman devrimler kaçınılmaz” ruh hali içinde, gerçek duruma, yani işçi sınıfının enternasyonalist Marksist bir önderlikten mahrum olduğu gerçeğine, gözlerini kapamaya devam ediyorlar. Onlar, bizlerin “kitlelere umutsuzluk pompaladığını” iddia ede dursun, biz Marksistlere düşen görev, işçi sınıfının dünya partisinin, yani Dördüncü Enternasyonal’in inşası yolunda, emin ve kararlı adımlarla ilerleyişimizi sürdürmek olmalıdır.