Küresel krizde Çin ekonomisi

Kredi derecelendirme kuruluşu S&P’nin, 5 Ağustos’ta ABD’nin kredi notunu indirmesinin ardından gözler ABD’ye olduğu kadar Çin ekonomisine de çevrildi. Özellikle 2007-2008 krizinden beri ABD ile Çin ekonomileri arasındaki (ki bu iki ülke şu anda dünyanın en büyük iki ekonomisi konumunda) bağımlılık ya da denge üzerine oldukça tartışıldı ve birçok fikir ileri sürüldü. Gerçekten de iki ekonominin hem birbirini besleyen hem de birbirlerine küresel ekonomi içerisinde oldukça ciddi bir bağımlılık yaratan durumu, iki ülkeden birinin krize girmesi durumunda kendisini hızla açığa vurma potansiyeli taşıyor. Bahsi geçen durumun en önemli sebebi, Çin Merkez Bankası’nın elinde 3 trilyon dolarlık bir rezerv bulundurmasıdır. Bu dünyadaki en büyük dolar rezervine karşılık geliyor [1]. Aynı zamanda Çin dünyada elinde en fazla ABD hazine kağıdı bulunduran ülke konumunda.

ABD-Çin bağımlılığı

Çin ekonomisinin büyüme hızının yavaşlama eğiliminde olduğu son aylarda sıkça konuşuluyordu. Bu yıl ilk çeyrekte 9,7 büyüyen Çin ekonomisi, 2. çeyrekte yavaşlayarak 9,5 oranında büyüyebildi. Morgan Stanley ve Deutsche Bank AG, “gelişmiş ülkelerdeki borç oranları ve artan işsizliğin ihracatları olumsuz etkileyeceği” gerekçesiyle Çin’in büyüme tahminini indirdi. Morgan Stanley, Çin’in önümüzdeki yıl için belirlenen büyüme tahminini yüzde 9’dan yüzde 8.7’ye çekerken, Deutsche Bank da tahminlerini yüzde 9.1’den 8.9’a düşürdü.

Morgan Stanley ekonomistleri, Çin’in büyümeyi desteklemek için parasal önlemlerden çok maliye politikalarını kullanması gerektiğini belirtiyor. Bunun yanında birçok ekonomist, maliye teşviklerinin sosyal konut inşası ve tüketici harcamalarını destekleyecek adımları içerebileceğini söylüyor. Çin ekonomi yönetimine yönelik bu tavsiyeler hiç şüphesiz oldukça önemli.

Öyle ki, ABD-Çin ekonomik ilişkilerinde, ABD’nin notunun düşürülmesinin ardından ortaya çıkan “yumuşak gerginliği” çözmek adına ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden geçtiğimiz hafta yaklaşık bir hafta sürecek bir Çin ziyareti gerçekleştirdi. Çin yönetiminin özellikle son dönemde ABD’yi “borç bağımlısı” olmakla eleştirmesi ve bu sorunu çözmek yönünde adımlar atması gerektiğini dillendirmesi bahsi geçen gerginliğin dışavurumuydu. Batılı kimi ekonomistlerin Çin’e yönelik sosyal harcamaları arttırma önerisine karşılık, Çin yönetimi ve Çinli uzmanların ABD’ye yapısal borç sorununu çözmesi yolundaki önerisi askeri ve sosyal harcamaları kısması yönünde.

Aksi durumda ABD’nin dünya finans piyasalarında kaosa neden olacağını ve bunun Çin rezervlerini doğrudan etkileyeceğini ifade eden Çin, bu durumda artık güvenilirliğini yitirmeye başlayan ABD dolarından farklı yeni yatırımlara yönelmek durumunda kalabileceğini vurguluyor.

ABD’nin (ve AB’nin) Çin yönetiminden bir diğer talebi de, değeri düşük tutulan Çin para birimi Yuan’ın değer kazanması yönünde. Bu talebin hayata geçirilmeye başlandığı ise son açıklanan verilerde görülüyor. Yuan, ABD doları karşısında son 17 yılın en yüksek seviyesine çıktı. Bu hiç şüphesiz Çin ihracatını olumsuz yönde etkileyecek, fakat ABD de ucuz Çin mallarıyla rekabet edemediği ve bunun kendi imalat sektörüne darbe vurduğunu ifade ediyor, bu durumun aynı zamanda ABD’de işsizliği arttırdığı ve ABD mallarının Çin pazarına giremediğini de eklemek gerekir.

1980’lerden beri hızla dışa açılan, küresel kapitalist ekonomiyle bütünleşme yönünde büyük adımlar atan Çin ekonomisi 1978-2004 yılları arasında 20 kat büyümüştü. Özellikle 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olmasının ardından dünya pazarıyla bütünleşmesinin önünde hiçbir engel kalmayan Çin, artık giderek daha fazla “dünyanın fabrikası” olarak tanımlanmaya başlamıştı.

Çin’in ihracata dayalı büyüme modeli (Çin geçtiğimiz yıl Almanya’yı geride bırakarak dünyadaki en büyük ihracatçı konumuna geldi), hiç şüphesiz devasa pazarlara ihtiyaç duyuyor ve bu pazarların başında da ABD geliyor. Dolayısıyla ABD ekonomisindeki bir kriz dolaysız olarak Çin’i de vurma potansiyeli taşıyor. Bu durumu tam olarak çözemese de, yaraları azaltmak adına Çin’in atabileceği başlıca adım iç talebi arttırmak olabilir, ki yukarıda ifade ettiğimiz Çin’e yönelik öneriler de tam da buna dayanıyor. Fakat bunun önündeki başlıca engel de Çinli tüketicilerin ABD ve AB’li tüketiclerle kıyaslanamayacak ekonomik durumu.

Bazı ekonomistler haklı olarak Çin’i “borç verme bağımlısı” olarak tanımlıyorlar, ki bu aynı zamanda ABD ile Çin ekonomileri arasındaki bağımlılık ilişkisinde Çin’in “daha bağımlı” olduğu anlamına da geliyor. Bunun sebebi, Çin’in devasa ihracatını (dünya pazarına egemen olan Çin mallarını) karşılayacak bir tüketimin gerekliliği. Bu gerekliliği karşılamak için Çin’in başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerine de borç vermesi gerekiyor, ancak bu şekilde Çin malları pazarlarda satın alınabilir ve artı-değer kendisini gerçekleştirebilir.

Çin ile ABD arasındaki organik bütünlük, bu iki emperyalist rakibi birbirlerine karşı adım atmadan önce bir kez daha düşünmeye itiyor. Zaman zaman ifade edilen, Çin’in ABD dolarlarını elinden çıkarması önerisinin (ki bu her zaman Çin’in elinde bir koz olarak gösteriliyor), hem Çin rezervlerinin değer kaybetmesiyle hem de ABD’nin Çin’in ucuz mallarına yönelik ithalatına darbe vurmasıyla doğrudan Çin’i etkileyeceği unutulmamalı. Öyle ki bu, “fabrika”nın durması ve kitlesel işten çıkarmalar anlamına gelir.

Çin ve AB

Çin’i oldukça yakından ilgilendiren bir diğer ekonomi de Euro bölgesi. AB’de hızla genişleyen borç krizinin etkilerini hissetmeye başlayan Çin yönetimi son aylarda sık sık AB’deki siyasi iktidarlara uyarılar ve önerilerde bulunuyor. En son Çin Dışişleri Bakanı Yardımcısı Fu Ying, “Euro Bölgesi üyelerinin borç krizini çözmek için birlikte çalışmaması halinde bölgenin dağılabileceğini, ancak Almanya ve Fransa’nın bu riski ortadan kaldırmak için işbirliği yaptığını görmekten memnun olduklarını” söyledi. Kapitalist ekonomilerin dünya pazarı çatısında tarihte hiç olmadığı kadar bütünleştiği günümüzde, rakip emperyalist safların aynı zamanda birbirlerine muhtaç olduklarını Fu Ying şu sözleriyle ortaya koydu: ”Birbirimize bağlılığımızın seviyesi çok yüksek ve Batı’nın zarar görmesi Çin’in kazancı anlamına gelmiyor. Hepimiz aynı gemideyiz. Batı’nın ekonomik güçlükleri konusunda kesinlikle kaygılıyız.”

AB istatistiklerine göre, Çin’in en büyük ticari ortağı AB ile karşılıklı ticareti 2010 yılında önceki yıla göre yüzde 13,9 artışla 395 milyar avroya ulaşmış, Çin’in AB’ye ihracatı 2009 yılına göre yüzde 18,9 artarak geçen yıl 281,9 milyar doları bulmuştu. Bu rakamlar hiç şüphesiz Çin’in neredeyse ABD’de olduğu kadar AB’deki bir krizde de, yani Çin ihracatını sekteye uğratacak bir krizde de büyük yara alacağını ortaya koyuyor. Çinli bürokratların endişesinin sebebi de elbette buna dayanıyor. Ticaret Bakanı Chen Deming’in Çin’in ticaret büyümesinin 2. yarıda yavaşlayacağını ve mali sıkılaştırmaya giden Batı ülkelerinden gelen taleplerin azalacağını ifade etmesi gelişmelerin ne yönde olacağını da az çok gösteriyor.

AB ekonomileri ile Çin arasındaki bütünlük ve etkileşim yalnızca Çin ihracatının, rekabet edemeyen Avrupalı kapitalistlerin sonunu getirmesiyle sınırlı değil. Çin’in ucuz metalarıyla rekabet edebilmek için Avrupalı kapitalist şirketlerin özellikle son on yılda teknolojik yatırım ve Ar-Ge çalışmalarına ağırlık verdiği ve ancak bu şekilde Çin’le rakebet içerisinde olan şirketlerin ayakta kalabildiği yapılan araştırmalara yansıyor. Bu yatırımları gerçekleştiremeyen orta ve küçük işletmelerinse yok olmaktan başka şansı bulunmuyor. Bu durum, yani Çin’in ucuz işgücü kaynağına dayalı metalarla rekabet edebilmek için yapılan teknolojik yatırımlar, kapitalizmin en önemli yasalarından birini, kapitalistler arası rekabetin üretim araçlarını sürekli devrimcileştirmeyi doğurduğunu bir kez daha gösteriyor.

Çin’in geleceği

Dünya ekonomisindeki konumuyla oldukça önemli bir yer teşkil eden, ucuz meta ihracatı ve finansal piyasalarda ABD ile ilişkisi sebebiyle de dünya kapitalist ekonomisine göbekten bağlı durumda olan Çin’in sıkıntıları yalnızca uluslararası piyasalardaki gelişmelerle sınırlı değil. Hiç şüphesiz bu, uluslararası ve ulusal ekonomi arasındaki diyalektik bütünlükten kaynaklanıyor ve en önemlisi sık sık vurguladığımız gibi bu bütünlük tarihte hiç olmadığı kadar güçlü.

Sabit varlıklar yatırımının (ülke içi ve dışında) 800 milyar doları bulduğu, geçtiğimiz yıl yaptığı ithalatın 200 milyarlık dilimini makine ve teçhizatın oluşturduğu Çin’i dünyanın fabrikası yapan asli unsurun ucuz işgücü olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikirdi. Fakat, geçtiğimiz yıl Çin’deki sınıf hareketi üzerine kaleme aldığımız yazıda da [2] ifade ettiğimiz bir gerçek, bu durumun, kapitalistlerin ifadesiyle uzun süre “sürdürülebilir” olmadığını gösteriyordu. Bu, Çin işçi sınıfının ücret artışları ve yaşam koşullarının düzeltilmesi talepleriyle verdiği yoğun mücadeleden kaynaklanıyor. 2008 yılından beri yükselme eğiliminde olan Çin işçi sınıfının parçalı ancak militan mücadelesi, son üç yılda ücretlerin yıllık ortalama %15 oranında artması sonucunu verdi. Bu durum kaçınılmaz olarak, metaların fiyatlarına yansıyor ve ucuz Çin malları döneminin sonuna gelindiğini haber veriyor. Ucuz işgücü kaynağının ana gövdesini oluşturan 10-19 yaş arası Çinli nüfusun son yıllarda hızla eridiği ve nüfus içindeki payının %20’den %13,5’a gerilediği de istatistiklere yansıyor.

Buna bir de girdi fiyatlarındaki artışın eklenmesi Çin’de üretim yapan kapitalistlerin -en azından orta ve küçük ölçekli olanların- belini bükmeye yetiyor. Bu konuda en çarpıcı örnekse pamuk. Denim (kot kumaşı) üretiminde dünya devi olan Çin, önce Pakistan ve Avustralya’da yaşanan seller, ardından Hindistan’ın pamuk ihracına getirdiği kısıtlama ve en sonu Ortadoğu’nun altüst olması sebebiyle yaşanan fiyat artışlarından doğrudan etkilenmiş durumda. Tüm mağazalarda bulunabilen ucuz kot pantolonlar ve tişörtlerin kaynağı olan Çin denim üretimi hem ücret artışları hem de hammadde fiyatı artışları nedeniyle zor günler yaşıyor, birçok işletme kapanırken, kapitalizmin yasası gereği rekabet edebilen büyük şirtketler ayakta kalıyor ve sermaye merkezileşiyor.

2010 yılında Alix Partners tarafından yayınlanan bir rapora göre, tüm giderlere bakıldığında Çin; Meksika, Hindistan, Vietnam, Rusya ve Romanya’dan daha pahalı bir hale gelmiş durumda. Birçok şirket, arazi, su, enerji ve nakliye maliyetleriyle beraber işgücü maliyetlerinin de artması sebebiyle üretimlerini kıyılardaki şehirlerden, daha ucuz olan iç kesimlere kaydırıyor. Bu sorunu çözmek için atılan benzeri bir diğer adım da üretimi Çin’den daha ucuz işgücüne sahip ülkelere kaydırmak. Çinli işçilere boyun eğdiremeyen ve teknolojik yatırımla üretkenliği de arttıramayan kapitalistler ya iflas bayrağını çekmek ya da sözünü ettiğimiz diğer çözüm yollarına başvurmak zorunda kalıyorlar.

Çin yönetiminin başını ağrıtan bir diğer durum da rekor düzeye ulaşan enflasyon. Çin yönetiminin bu yılki hedefi %4 seviyesinde olmasına karşın, TÜFE rakamlarının bir önceki aya göre %1 artışla %6,5’a ulaşması en başta gıda fiyatlarına yansıyor. Özellikle domuz ve sebze fiyatlarının artışı karşısında Çin yönetiminin telaşa kapılmasının sebebi, Çin’in devasa bir yoksul emekçi kitlesi barındırması. Özellikle yoksulların gıda tüketimine darbe vuran bu gelişme karşısında yaşanabilecek toplumsal huzursuzluğun önünü almak için Çin yönetimi “toplumsal yardım mekanizması” kurmaya hazırlanıyor. Bazı uzmanların emlak fiyatlarında da yaşanan artışın önlenememesinin bir emlak balonu yaratacağı yolundaki iddialarıyla da beraber Çin ekonomisini geçmişte olduğu gibi güzel günlerin beklemediği yolundaki tespit bütünlük kazanmış oluyor.

Ekonominin böylesine bütünleştiği bir dünyada, Çin’in içinde bulunduğu durum, dünya ekonomik krizinin gerçekten de -geçmişte bir ulusal ekonomide olduğu gibi- bütünün tüm parçalarını, başta da bu bütünlüğün kalbini oluşturan ekonomileri vuracağını açıkça gösteriyor. Elbette başta ABD ve AB olmak üzere Çin’in de dahil olduğu emperyalist güçler kapitalizmin bu krizini aşmak için ellerinden ne geliyorsa yapacaklar, yapıyorlar da. Atacakları adımların, yalnızca, büyük kapitalist tekelleri işçi sınıfı ve emekçilere diz çöktürerek elde edecekleri gelirle finanse etmekle sınırlı kalmayacağını öngörmek için kahin olmak gerekmiyor.

Büyük hesaplaşmaya giden yolda bu adımlar elbette atılacaktır, ancak asıl hesaplaşmanın emperyalistler arasında bir savaşla olma ihtimali özellikle bugün kendisini hiç olmadığı kadar hissettiriyor. Dünya proletaryasının en önemli bölüklerinden birisini oluşturan Çin proletaryasının mücadelesinin önemi kendisini tam da burada ortaya koyuyor. Çinli proleterler, sınıf mücadelesinin ilksel biçiminin ifadesi olan ücret artışı ve daha iyi yaşam (nesnel olarak daha iyi koşullarda sömürülme) mücadelelerini siyasi iktidarı ele geçirme; yani bir toplumsal devrim mücadelesiyle bütünleştirmeleri ve zafere ulaşmaları durumunda hiç şüphesiz bu başta ABD ve Avrupa proletaryası olmak üzere uluslararası işçi sınıfı mücadelesine devasa bir itilim sağlayacak ve olası bir emperyalist savaşın ya da barbarlığa gidişin önünü alacaktır. Bu hedefe giden yolda ihtiyaç duyulan temel araç, Çin işçi sınıfının öncüsünün kendisini devrimci enternasyonalist bir partide örgütlemesi; burjuvazi ile onun devletine karşı mücadeleyi merkezileştirmesi ve iktidara yürümesidir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir