Bu sabah İstanbul Sultanahmet’te gerçekleşen canlı bomba saldırısında, resmi açıklamalara göre, biri terörist olmak üzere 11 kişi öldü, en az 15 kişi de yaralandı. Saldırıyla ilgili ilk açıklamalarında, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, saldırganın Suriye uyruklu bir terörist olduğunu söylediler.
Buna karşılık, İstanbul Emniyeti saldırganın Suudi Arabistanlı olduğunu açıklarken, Başbakan Ahmet Davutoğlu da, terör saldırısının IŞİD tarafından gerçekleştirildiğini ve saldırıda ölenlerin tamamının yabancı uyruklu turistler olduğunu söyledi.
Anımsanacağı üzere, bundan neredeyse tam bir yıl önce, 6 Ocak 2015 günü, yine Sultanahmet Meydanı’nda, bir kadın intihar eylemcisi turizm polisinin bulunduğu binaya girerek kendini patlatmış ve o eylem, DHKP-C’ye mal edilmişti. DHKP-C’nin de ilk başlangıçta üstlendiği eylemin İslamcı teröristler tarafından gerçekleştirildiği, saldırganın Çeçen uyruklu olduğunun anlaşılmasının ardından, günler sonra açığa çıkmıştı.
Öyle görülüyor ki, iktidar, geçtiğimiz yıl Diyarbakır’daki bombalı saldırıda, Suruç’ta ve Ankara’da gerçekleştirilen canlı bomba eylemlerinin tamamında olduğu gibi, bu terör saldırısında da, yalnızca kendi işine yarayacak bilgileri sunmaya çalışıyor. Tam da bu nedenle, uluslararası medya İstanbul’dan canlı yayın yaparak tüm dünyayı bilgilendirirken, AKP hükümeti büyük bir hızla, televizyonlara ve radyolara saldırıyla ilgili yayın yasağı koydu. İktidarın, tüm dünyanın bildiklerini “kendi” halkından gizlemeye çalışması bir sansürdür ve bu sansür, bir süredir birçok önemli olayda nakarat haline gelmiş olan “soruşturmanın güvenliği” gerekçesi ile açıklanamaz.
İktidar, Sultanahmet’teki saldırının gerçek kökenlerini olabildiğince dikkatlerden kaçırmaya çalışmaktadır ve bunun başlıca nedeni, Suriye’deki rejimi devirmeyi amaçlayan iç savaşta yıllardır cihatçıları destekleyerek oynadığı yıkıcı rolü unutturmaktır (İktidar ve borazanı medya, Ege Denizi’nde her gün onlarcası ölen Suriyeli sığınmacılar için de benzeri bir propaganda yöntemi uyguluyor ve onların ABD ve müttefikleri tarafından başlatılmış mezhep eksenli iç savaştan değil de Esad rejiminden kaçtıklarını iddia ediyor).
AKP iktidarı, ABD emperyalizminin Suriye’deki Esad yönetimini devirme planının bir parçası olarak, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri vb. gerici dinci diktatörlüklerle işbirliği içinde, binlerce Sünni İslamcı savaşçı yetiştirmiş, onlara parasal, askeri ve lojistik destek sağlamış, yaralı militanları Türkiye’deki hastanelerde tedavi etmiştir. ABD önderliğindeki yağmacı koalisyonun besleyip büyüttüğü ve her türlü desteği verdiği bu vekil güçler arasında, şimdi IŞİD’i oluşturanların yanı sıra El Nusra gibi çok sayıda başka terör örgütü bulunuyor.
İktidarın, Sultanahmet saldırısının arkasındaki örgütün İslamcı terörist kimliğini geri plana atma çabasının bir diğer nedeni, bu insanlık dışı saldırıyı PKK ile kolluk güçleri arasında altı aydır yaşanan çatışmalarla özdeşleştirmeye yönelik resmi demagojiyi güçlendirmektir. IŞİD ile PKK’yi aynı kefeye koyan iktidar, böylece, Kürt illerinde “terörle mücadele” adı altında estirilen devlet terörünü meşrulaştırmakla kalmayıp, bunu tüm muhalif kesimleri kapsayacak şekilde yaymanın ve toplumsal muhalefeti yıldırmanın hesabını yapmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Sultanahmet’teki terörist saldırıdan birkaç saat sonra Ankara’da toplanan büyükelçiler konferansında yaptığı konuşma, başta HDP olmak üzere, tüm muhalefete yönelik bir cadı avının başlatılması yönünde açık bir çağrı; işçi sınıfına ve gençliğe yönelik açık bir tehdittir.
Konuşmasının başında Sultanahmet saldırısına değinen ve onu kınayan Erdoğan, Türkiye’nin “terör örgütlerinin ilk hedefi” olduğunu belirttikten sonra, sözü PKK ile yaşanan çatışmalara ve Kürt illerinde sürdürülen operasyonlara getirdi.
“Kürt sorunu yoktur” diyen Erdoğan’ın hedef tahtasında, dün (11 Ocak Pazartesi) Kürtlere yönelik operasyonlara tepki gösteren bir açıklama yayımlayan “Barış İçin Akademisyenler Girişimi” vardı. Erdoğan, 1.100 akademisyeni, “Sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız. Ama bu aydın müsveddeleri, ne yazık ki kalkıp devletin bir katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, karanlık. Aydın falan değilsiniz.” sözleriyle suçladı. Ama hepsi bu değil! Erdoğan, hükümeti, yargıyı ve polisi, bütün devlet kurumlarını ve üniversiteleri “teröre destek verenlerden” temizlemeye çağırdı.
Barış İçin Akademisyenler Girişimi’nin bildirisinde şu ifadeler yer alıyordu:
“Türkiye’nin değişik üniversitelerinde çalışan 1000’den fazla akademisyen ve araştırmacı, devletin Cizre, Dargeçit, Silvan, Silopi, Sur ve daha birçok yerde başta Kürtler olmak üzere tüm vatandaşlarına karşı işlediği suçlara ortak olmayacağız diyoruz. Devleti bu bölgelerde işlediği suçlardan sorumlu tutuyor, hesap vermesini istiyoruz. Ayrıca devleti bir an evvel müzakereleri başlatmaya çağırıyoruz.”
Erdoğan’ın büyükelçiler konferansındaki sözleri, aslında, AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Metiner’in Star gazetesinde bugün yayımlanan “Bu akademisyenlerden utanç duyuyorum” başlıklı yazısında ifade edilen düşüncelerin tekrarıydı. Bir zamanlar Kürt milliyetçisi bir İslamcı iken (2000-2001’de HADEP’in genel başkan yardımcılığını yapmıştı) sonradan Erdoğan’ın sağ kolu olan Metiner’in yazısı, “İsimlerinin önünde akademik unvanlar var. Ama hepsi de tipik birer Mankurt.” sözleriyle başlıyor ve “Sizi kendi üniversitelerinde tutanlara da binlerce kez yazıklar olsun! Onlar da en az sizin kadar mücrimdirler, biline…” diye, açık bir tehditle bitiyordu.
1.100 akademisyene yönelik linç kampanyası, iktidarın tetikçisi medya tarafından sürdürülürken, Yüksek Öğretim Kurulu da (YÖK), Erdoğan’dan gelen talimat yönünde ilk adımı attı. Anadolu Ajansı’nın haberine göre, YÖK, acil bir toplantı yaptı ve “Teröre destek veren bu bildiri, akademik özgürlük ile bağdaştırılamaz. Vatandaşlarımızın güvenliğini sağlamak devletin en temel görevidir. Bu bildiri ile ilgili olarak hukuk çerçevesinde gereği yapılacaktır.” diyen bir açıklama yayınlandı.
Erdoğan’ın devlet kurumlarını “temizleme” çağrısı, yandaş medyanın başlattığı kampanya ve YÖK’ün açıklaması, AKP iktidarının savaş ve diktatörlük yönelimine karşı ses çıkaran herkese yönelik bir cadı avının başlangıcına işaret etmektedir.
Bütün bu gelişmeler, Ortadoğu’da yaşanan emperyalist yağma savaşının ayrılmaz bir parçasıdır ve her an, kapsamlı bir iç savaşa ya da Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesine yol açabilir. Bu, Suriye’deki savaş konusunda ABD ile Avrupalı emperyalistler arasında ve bizzat ABD yönetimi içinde ciddi anlaşmazlıkların yaşandığı; onun PKK ile çatışmalar üzerinden Türkiye’de bir iç savaşı tetikleyebilecek bir boyuta ulaştığı; Ankara’nın Riyad ve Tel Aviv ile birlikte Suriye’deki rejimin ve Rusya’nın müttefiki İran’a meydan okuduğu koşullarda, hiç de hafife alınmaması gereken bir olasılıktır.
Öte yandan, ABD emperyalizmi ve onun Ortadoğu’daki müttefikleri (en başta Türkiye) tarafından Suriye’de palazlandırılmış olan cihatçı terör, emperyalistler ve bölgesel güçler arasındaki değişen dengeler eşliğinde sürerken, her durumda, egemenlere hizmet etmeye devam ediyor. Egemen sınıf ve siyasi iktidar, elindeki devasa medya gücüyle kitlelerin kafasını bulandırıyor ve milyonlarca emekçiyi ve genci kendi savaş ve diktatörlük yönelimine yedeklemeye çalışıyor.
Böylesi yıkıcı bir gidişatı durdurma görevi, hepsi Ortadoğu’nun yağmasından pay kapmak için şu ya da bu emperyalist devlete ya da bölgesel güce yaslanan Türk ya da Kürt burjuvalarına; emekçileri ve gençliği on yıllardır etnik, mezhepsel vb. kimlikler üzerinden bölen ve düşmanlaştıran politikacılara ve onların sahte solcu destekleyicilerine atfedilemez. Zira onlar Ortadoğulu ve Türkiyeli emekçilerin içinde bulunduğu durumun yaratılmasında suç ortağı konumundadırlar.
Emperyalist devletler ve onların işbirlikçisi olan Türk, Kürt, Arap, Musevi vb. bütün egemenler, Ortadoğu’nun zengin kaynakları üzerinde söz sahibi olmak ve işçi sınıfını sömürmek için, emekçiler ve gençlik adına felaketten başka bir anlam taşımayan, şimdi sürdürülmekte olandan çok daha kapsamlı bir savaşa hazırlanıyorlar.
Bu doğrultuda, Alman emperyalizminin, bu saldırıyı, aynı Fransa’nın Paris katliamını bir fırsata çevirmesinde olduğu gibi, saldırıda ölenlerin çoğunun Alman vatandaşı olmasını gerekçe göstererek Ortadoğu’daki emperyalist saldırganlığını tırmandırmak için kullanacağı ne kadar açıksa, Türkiyeli egemenlerin de aynı yolu izleyeceği bir o kadar açıktır. Öyle ki, iktidarın Suriye’deki yağmacı ve yayılmacı politikasının bir uzantısı olarak Kürt illerinde aylardır sürdürdüğü operasyonlar, Suriye’ye yönelik savaş hazırlıklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır.
Bu koşullar altında, İslamcı, milliyetçi, “sol” vb. hangi maske altında sürdürülürse sürdürülsün, küçük-burjuva terör, yalnızca emperyalizme ve yerel egemenlere hizmet etmektedir. O, bir yandan içerideki ve dışarıdaki devlet terörünü (diktatörlük ve savaş) meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılırken, aynı zamanda, işçi sınıfını ve gençliği siyasi olarak felç etmekte ve egemen sınıfın şu ya da bu hizbine yedeklemeye yaramaktadır.
İşçi sınıfı ve gençlik, küçük-burjuva terörün her durumda egemen sınıflara hizmet eden bu karakterini bir an olsun unutmamalı; ona karşı çıkarken, onu gerekçe göstererek tırmandırılan devlet terörüne de en küçük bir destek vermemelidir.
Emperyalist devletlerin ve onların Türkiye gibi bölgesel müttefiklerinin yağmacı hedefleri doğrultusunda ete kemiğe büründürdükleri terörizm, yalnızca, onu besleyen kapitalist bataklığı sosyalist devrimler yoluyla kurutmayı amaçlayan bir uluslararası devrimci işçi sınıfı hareketiyle ortadan kaldırılabilir.