İşçi sınıfı daha sert saldırılara hazırlanmalı

15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşturulan ve bütün burjuva partileri ile onların işçi hareketi içindeki temsilcileri olan sendikaların da dahil olduğu “ulusal uzlaşma” kampı, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu derin krizin faturasını işçi sınıfına çıkartma yönünde önemli adımlar attı.

Bu ayın başında TBMM’ye sunulan torba yasayla, teşvik sisteminde, bankalara ve şirketlere milyarlarca liralık kaynak yaratacak köklü bir değişiklik yapıldı. Buna göre, teşvik verilmesi kararlaştırılan bir yatırım, “yer ve sektör kısıtlaması olmaksızın normal teşvik sistemi dışında” desteklenebilecek. Böylece, bir şirket, yatırımını süresi içinde tamamladığında ve 5 yıl istihdam garantisi sağladığında, kendisine 49 yıllığına verilmiş olan araziye bedelsiz olarak sahip olabilecek. Patronlara ayrıca, devlet tarafından “özel altyapı”, “kamu alım garantisi”, “kredi faizi karşılığı hibe desteği”, “gümrük muafiyeti”, “yüzde 100’e kadar kurumlar vergisi indirimi” (yani bu vergiyi ödememe), “nitelikli personele 5 yıl süreyle brüt asgari ücretin 20 katına kadar ücret desteği” gibi ayrıcalıklar tanınacak.

Türkiye Varlık Fonu

Bu torba yasa ile birlikte, Başbakanlığa bağlı olarak, 50 milyon lira sermayeli bir “Türkiye Varlık Fonu” kuruluyor. Türkiye Varlık Fonu ile oluşturacağı alt şirketler ve fonlar, Sayıştay’ın denetimine tabi olmayacak; ayrıca, gelir ve kurumlar vergisinden de muaf tutulacaklar.

Devletlerin resmi rezervleri dışındaki birikimlerinden oluşturulan bu tür fonlar (Sovereign Wealth Fund), asıl olarak cari fazla veren ya da emtia zengini olan ülkeler tarafından kullanılıyor. Örneğin ABD, 2008 mali çöküşünün ardından, otomotiv devi General Motors’u kurtarmak için, bu tür bir fon üzerinden 49,5 milyar dolarlık bir hisse alımı yapmıştı. Kamusal servetten şirketin kasasına aktarılan bu paranın bir bütün olarak ABD işçi sınıfından çıkarıldığını söylemeye gerek yok. Ama hepsi bu değil. ABD yönetimi, söz konusu paranın GM patronlarının cebine indirilmesi için, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarında büyük bir gerileme anlamıına gelen ağır koşullar dayatmış ve bu koşullar, sendika bürokrasisinin işbirliğiyle yerine getirilmişti.

Oysa Türkiye’nin ne herhangi bir emtia geliri var ne de cari fazlası. Tam tersine, Türkiye, neredeyse tüm temel emtiaları ithal eden ve büyük cari açıkları olan bir ülke. Peki, bu durumda, banka ve şirket patronlarına devasa bir servet aktaracak olan bu fonun kaynağı nereden gelecek? Siyasi iktidar, bu soruya, “kamu kurumlarının ihtiyaç fazlası gelirlerinden, varlıklarından ve kaynaklarından” gibi, ilk bakışta anlaşılmaz bir yanıt veriyor. Bunun Türkçesi, söz konusu fonun kaynağının, başta işsizlik fonu olmak üzere, işçi sınıfından sağlanacağıdır.

İlk kez Mart 2002’de oluşturulmuş olan ve ne amaçla kullanıldığı bilinmeyen işsizlik fonunda bu yılın mayıs ayına kadar biriken para neredeyse 100 milyar lirayı buluyor. Öte yandan, gerçeğin çok altında olduğu bilinen resmi rakamlara göre, işsiz sayısı 3 milyonu bulmuş durumda ve bu işsizlerin ezici kesimi, herhangi bir işsizlik yardımı almıyor. Özetle, iktidar, 15 Temmuz darbe girişimini izleyen hengame içinde, yıllardır yaptığı işi (işçilerden kesilen paraların resmen açıklanmış amacına aykırı olarak patronlara akıtılması) yasallaştırmaktadır.

Türkiye Varlık Fonu adı altında yasallaştırılan, işçi sınıfından patronlara akıl almaz servet aktarımına kaynak olarak gösterilen ve bu yılsonuna kadar 10,8 milyar lira olması beklenen “özelleştirme gelirleri”ne gelince… Bu, asıl olarak işçi sınıfının ödediği vergilerle on yıllar içinde yaratılmış olan kamusal varlıkların bankalara ve şirketlere peşkeş çekilmesinden başka bir anlam taşımayan özelleştirmelerden edinilen “gelirler”in, patronlara geri verilmesinin yasallaştırılmasıdır.

Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi

Geçtiğimiz hafta TBMM’den geçerek yasalaşan bir diğer soygun tasarısı, bütün işçilerin Bireysel Emeklilik Sistemi’ne (BES) dahil edilmesini amaçlıyor. Sözde “tasarrufları arttırmak” amacıyla çıkartılan bu yasaya göre, 45 yaşın altındaki tüm çalışanlar, otomatik olarak BES’in emeklilik planına dahil edilmektedir. İşçilerin ücretinden yüzde 3 oranında yapılması öngörülen BES kesintisi, hükümet tarafından iki katına çıkarabilecek.

Patronların, işçiler adına, Hazine Müsteşarlığı’nca belirlenen BES şirketlerinin hesaplarına yatıracakları primlerden oluşan bu sözde emeklilik fonuna hiçbir katkısı olmayacak. Bütün işçilerin 2 ay boyunca kalmak zorunda olduğu bu sistemin, sefalet içinde yaşayan işçilerin “bireysel” istekleri ile hiçbir ilişkisinin olmadığı ortada. İktidar, tam bir keyfilik ve zorbalık örneği sergileyerek, milyonlarca emekçiden milyarlarca lirayı gaspetmekte ve patronlara aktarmaktadır.

Türkiye’de 2001 yılında uygulamaya konan BES, tanımı gereği, gönüllü bir özel emeklilik sistemi (daha doğrusu, bu yasa çıkana kadar öyleydi). Bankalara ve şirketlere nakit aktarmanın bir aracı olarak, son birkaç on yıl içinde tüm dünyada yayılan BES, Türkiye’de, yoğun reklam kampanyasına ve devlet teşviklerine rağmen, geçtiğimiz yıl, yalnızca 6 milyon dolayında insanı kapsıyordu. Çalışanların sisteme dahil olanlar içindeki oranı -kabaca- yüzde 10-12, fon içindeki payları ise 8-9 idi. Özetle, BES, devasa bir servet eşitsizliğinin, işsizliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü koşullarda, asıl olarak orta sınıfın hali vakti yerinde kesimlerine hitap eden bir sistemdir.

Akıl almaz karlar elde etmelerine rağmen çöküşün eşiğinde olan bankalara ve şirketlere daha fazla sermaye aktarmak için harekete geçen AKP iktidarı, BES’i çalışanlar için zorunlu hale getirerek, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin sözleriyle, “10 yıllık dönemde 90 milyar liralık bir tasarruf oluşturulması”nı hesaplıyor (onlar, işçi sınıfından bankalara ve şirketlere aktarılan servete “tasarruf” diyorlar).

Zorunlu BES uygulaması, işverenlerin sigorta primlerine olan (büyük ölçüde ödemedikleri) katkısını bütünüyle ortadan kaldırmayı; dolayısıyla, patronların üretim maliyetlerini düşürmeyi (farklı biçimde ifade edersek, sömürü oranını arttırmayı) amaçlamaktadır. Devletin, bir defalığına 1.000 lira katkıda bulunacak ve 10 yılın sonunda yüzde 5’lik bir katkı sağlayacak olması, bu gerçeği örtbas etmeye yönelik bir göz boyamadır.

Bu uygulama, aynı zamanda, sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi; yani sosyal devletten elde kalan son kırıntıların da tasfiyesi yönünde atılmış bir adımdır. AKP iktidarı, uluslararası mali oligarşinin 35-40 yıldır tüm dünyada yerleştirmeye çalıştığı özel emeklilik sistemini zorunlu kılma yönünde adım atarak, tam da bu yönde ilerlemektedir. Bu noktada, 2008 çöküşünün ardından işsiz kalan milyonlarca emekçinin, başta ABD olmak üzere birçok ülkede yaygın olan BES primlerini ödeyemediğini anımsatalım.

Mali oligarşiye “rüşvet”

AKP iktidarının, burjuva muhalefetin de onayıyla işçi sınıfına karşı başlattığı bu saldırı, onun, Batılı müttefikleri ile açıkça karşı karşıya geldiği ve Rusya’ya yanaşma yönelimini ilerlettiği 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, başta uluslararası bankalar ve şirketler olmak üzere holding patronlarına verdiği bir “rüşvet” olarak da okunabilir.

Bilindiği gibi, Türkiye büyük burjuvazisinin örgütü TÜSİAD, uluslararası ve yerel ortakları gibi, CIA-Pentagon onaylı 15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığı kesinleştikten sonra “gecikmeli” bir kınama açıklaması yapmış; bir hafta sonra da önemli uluslararası gazetelere “Türkiye’de Demokratik Anayasal Düzeni Korumak” başlıklı bir ilan vermişti. İngilizce, Almanca ve Fransızca ilanlarda Türkiye’de tüm toplum kesimlerinin ve kurumların demokrasiye bağlılığı ile Türkiye ekonomisinin gücü vurgulanıyordu.

TÜSİAD’ın uluslararası alandaki bu ilan kampanyasını, Türkiye’de 150 milyar doların üstünde yatırımı olan 200 uluslararası şirketin yöneticilerinin Ağustos ayı başında, Ankara’da, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile buluşması izledi. BOSCH, BP, Coca-Cola, Cisco, Citibank, Ford, General Elektrik, Google, Huawei, ING Bank, Intel, Mazda, Microsoft, Nestle, Samsung, Novartis, SOCAR ve Vodafone gibi dünya devlerinin temsilcileri, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun daveti üzerine bir araya gelmişti. Toplantıya katılanlar arasında, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay ile Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan da vardı.

Bu toplantıdan bir gün sonra, 4 Ağustos günü basında yer alan haberlere göre, İstanbul Ticaret Odası (İTO), 47 ülkeden 69 temsilcisini (büyükelçi, konsolos ve ataşe) ağırladı. İTO Başkanı İbrahim Çağlar’ın, diğer ülkelerin temsilcilerine yabancı sermayeye yönelik teşviklerde geri adım atılmayacağını anlattığı toplantıda, Türkiye’de uygulanmakta olan olağanüstü halin ekonomiye “olumlu” yansıdığını belirtti.

Türkiyeli kapitalistlerin hem AKP iktidarına hem de Batılı ortaklarına güvenceler vermeye yönelik adımları, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) genişletilmiş başkanlar kurulu toplantısıyla sürdü. TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi, yaptığı açılış konuşmasında, “Ortaya çıkan istişare atmosferinin hem ihracatımıza hem de ekonomimize önemli katkılar sağlayacağından şüphemiz yok.” dedi.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan burjuva “birlik ve beraberlik” ortamının önemini vurgulayan Büyükekşi, ardından, TİM üyeleri ile birlikte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaret etti. Erdoğan, ziyarette yaptığı konuşmada, “Zaten milletin parasıyla çalışıyorsunuz. Milletin parasıyla çalıştığınız böyle bir dönemde eğer kalkıp da bu ülkede yatırımcımızın önünü açmaz, onu daha da daraltır ve hemen basit bir olayda geriye çağırma gibi bir anlayışın, mantığın içerisine girerse kusura bakmasınlar, açık ve net söylüyorum, ben bunu ‘ihanet’ diye değerlendiririm.” sözleriyle, bankalara ve şirketlere bir yandan aba altından sopa göstermeyi ihmal etmedi. Bununla birlikte, o, “ulusal uzlaşma” vurgusu yaparak, “Şu andan itibaren tüm bankalarımızdan ülkemizin ve milletimizin içinde bulunduğu birlik ve beraberlik ruhuna uygun adımlar atmasını bekliyorum… Bunun için devletin, hükümetin üzerine ne düşüyorsa, Cumhurbaşkanı olarak hepsinin takipçisi olacağım.” diye de ekledi.

Saldırılar sürecek

Yukarıda ana hatlarıyla sergilemeye çalıştığımız yasalar, 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan AKP önderliğindeki “ulusal uzlaşma” koalisyonun işçi sınıfına yönelik ilk ve en çarpıcı saldırılarıdır.

Yeni yasal düzenlemelerle hayata geçirilen bu saldırılar, darbe girişimi sonrası “FETÖ operasyonları” kamsamında gerçekleşen yoğun işyeri kapanmaları ile işten çıkarmalar biçimindeki daha doğrudan saldırılardan farklı olarak, çok daha uzun vadeli ve kapsamlı sonuçlara sahiptir.

Dibe vurmuş bir ekonomiyi işçi sınıfının elindeki son ekmek kırıntılarını yağmalayarak aşmaya çalışan bankalar ve şirketler ile onların emrindeki siyasi iktidar, bütün önceki pratiklerinde olduğu gibi, uluslararası sermayenin ve onun yerli uzantılarının ekonomik programını yaşama geçirmektedir.

Kimi siyaset ve medya borazanlarının sözde “emperyalizm karşıtı” makyaj yapmaya çalıştığı yoğun bir milliyetçi söylem eşliğinde sürdürülen bu saldırılar, mevcut siyaset kurumunun, bütün partileriyle, işçi sınıfına karşı, uluslararası mali oligarşinin programını ilerletmeye hazır olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

İktidardaki AKP’den ana muhalefet CHP’ye, faşist MHP’ye ve bu fiili “ulusal uzlaşma” koalisyonundan dışlanmış olmaktan şikayet eden, hükümete “demokratik yol haritaları” sunan ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilere yönelik bu saldırılara karşı her zaman olduğu gibi hiçbir şey yapmayan HDP’ye kadar bütün düzen partileri ve onların işçi kolu işlevi gören sendikalar, bu işçi sınıfı karşıtı gündemin birer parçasıdır.

İşçi sınıfı kendi siyasi alternatifini yükseltmeli

Bütün bu güçler, mevcut burjuva “ulusal uzlaşma” atmosferinden yararlanarak, yeni rejimin çerçevesini çizecek bir anayasa üzerinde çalışıyorlar. Onların tamamı, “demokratik” bir anayasa masalı anlatıyor ve “parlak bir gelecek”ten söz ediyor. Bütün bu söylem, şu basit gerçekliği gizlemeye yöneliktir:

İşçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını daha da kötüleştirecek ve toplumsal eşitsizliği katlanılmaz düzeylere çıkartacak olan bu saldırıların sürdürülmesi ve krizin faturasının işçi sınıfına çıkartılması gündemi ile demokratik egemenlik biçimleri birbiriyle uzlaşmaz. Uluslararası mali oligarşinin programı, yalnızca savaşlar ve diktatörlükler eliyle uygulanabilir.

İşçi sınıfının, söz konusu saldırılara başarıyla karşı koyabilmek için, öncelikle, kapitalist sömürü sisteminin kaçınılmaz ürünü olan bu gerçekliği kavraması gerekmektedir.

Demokrasinin ve toplumsal eşitliğin tek gerçek savunucusu uluslararası bir sınıfının parçası olan Türkiyeli işçiler, 15 Temmuz darbe girişimine karşı duran en kararlı güçtü. Bununla birlikte onlar, darbe karşıtı direnişi, kendi bağımsız sosyalist programlarıyla ve sınıfsal yöntemleriyle (genel grev, fabrikaları işgal vb.) değil; ağırlıklı olarak, doğrudan ya da diğer partileri izleyerek, darbenin hedefi olan burjuva hükümete yedeklenerek gerçekleştirdiler.

Kesin olan şu ki, işçi sınıfının 15 Temmuz darbe girişimine karşı kendi sosyalist önderliği altında harekete geçmiş olması durumunda, AKP iktidarının -diğer burjuva partilerin ve sendikaların desteğiyle- uygulamaya koyduğu bu saldırılar gerçekleşemeyecek; dahası, işçiler, kendi sınıfsal çıkarları yönünde kararlılıkla ilerleyebileceklerdi.

Ancak işçiler, böylesi bir konumda olmadıkları için eleştirilemez ya da suçlanamazlar. Bu, işçi sınıfını ideolojik ve siyasi olarak felç etmiş olan onlarca yıllık Stalinist ve sosyal demokrat ihanetlerin ve emperyalizmin sahte solcu avukatlarının yol açtığı tahribatın kaçınılmaz sonucudur.

İşçi sınıfı, önümüzdeki dönemde katlanarak artacak olan saldırılara karşı koyabilmek için, bütün burjuva partilerden ve küçük-burjuva akımlardan kopmak; kar ve özel mülkiyet üzerine kurulu bu sisteme karşı, kendi sosyalist alternatifini yükseltmek zorundadır.

Yalnızca Türkiyeli işçilerin değil ama bir bütün olarak insanlığın geleceği, işçilerin uluslararası bir sınıfın bilinçli üyeleri olarak, sosyalist bir program temelinde, üretimin kapitalist kar yerine insani-toplumsal gereksinimleri karşılayacak şekilde uluslararası ölçekte örgütlendiği bir dünya toplumunu, sosyalizmi kurmak üzere harekete geçme becerisine bağlıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir