İktidar HDP’li vekilleri tutukluyor: Diktatörlük ve savaş yönelimini yalnızca işçi sınıfı durdurabilir

Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyonun hemen ardından, aralarında eş genel başkanlar Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu HDP’li 12 milletvekili, gece yarısı gözaltına alındı. Bu satırların yazıldığı sırada, Demirtaş ve Yüksekdağ ile altı milletvekili tutuklanmıştı.

Milyonlarca kişinin oyuyla seçilmiş milletvekillerine yönelik bu gayrimeşru saldırı, savaş ve diktatörlük yöneliminin ayrılmaz bir parçası olarak tırmanan demokratik haklara yönelik saldırıların ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir.

Emekçilerin ve gençlerin gerçekleri öğrenmesinden ve örgütlü tepkisinden korkan iktidar sosyal medyaya erişimi engeller ve interneti kısıtlarken, iktidarın borazanlığını yapan medya, gelişmelere ilişkin gönüllü bir sansür uyguluyor.

Buna karşılık, başta Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında kitlesel protestolar düzenleniyor ve polis güçleri ile göstericiler arasında çatışmalar yaşanıyor. İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da, Mersin’de ve Aydın’da düzenlenen protesto gösterilerinde çok sayıda insan polisin saldırısıyla yaralandı, onlarca kişi gözaltına alındı. İstanbul Esenyurt’taki protestoda polisin “silah kullanmaktan çekinmeyin” dediği duyuluyordu. İktidarın HDP’ye yönelik saldırısını protesto amacıyla, Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler de gösteriler düzenliyorlar.

Bununla birlikte, sabah saatlerinde Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde 2’si polis 9 kişinin öldüğü, yüzden fazla kişinin yaralandığı ve PKK’nin üstlendiği iddia edilen, sonra IŞİD’in üstlendiği saldırı, daha önceki benzeri saldırılarda olduğu gibi yalnızca hükümetin ekmeğine yağ sürmüştür.

HDP’ye yönelik saldırıya, hem Ankara’nın bölgedeki tek müttefiki Barzani’den hem de Türkiye’nin NATO müttefiklerinden sert tepki geldi.

AKP iktidarı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere en yetkili ağızlardan defalarca tanımadığını ilan ettiği anayasaya ve yasalara açıkça aykırı olan bu son saldırı ile birlikte, savaş ve diktatörlük yönelimindeki pervasızlığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.

HDP’ye yönelik bu son hamlenin Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyon ile aynı zamana denk gelmesi, kesinlikle rastlantı değildir. AKP, “Yenikapı ruhu” üzerinden oluşturmaya çalıştığı “milli mutabakat”ın CHP tabanından gelen baskı nedeniyle çökmesinin ardından Cumhuriyet gazetesi üzerinden CHP’ye “mesaj” verirken, eşzamanlı olarak, zaten bir süredir hedef tahtasına yerleştirmiş olduğu HDP’yi susturmanın hesabını yapmaktadır.

Diktatörlük ve savaş yöneliminde MHP ile sıkı işbirliği içinde olan iktidar, bu gerici işbirliği sayesinde, sürmekte olan derin ekonomik krizin kaçınılmaz şekilde bir çöküşe yol açacağı önümüzdeki haftalarda ya da aylarda harekete geçecek olan işçi sınıfına karşı önlemler aldığını varsayıyor olabilir. Ancak yanılıyor!

Artan baskılar, 14 yıllık iktidarı boyunca, kamuya ait neredeyse her şeyi büyük bankalara ve şirketlere peşkeş çekmiş ve emekçilerden zenginlere devasa bir servet aktarımını yönetmiş olan AKP’nin gücünün değil, güçsüzlüğünün ifadesidir. İşçi sınıfını ve gençliği daha fazla kandıramayacağını gören iktidar, artık kendisini geniş emekçi kitlelere karşı savunabileceği hiçbir geçerli argümana sahip değil.

2008’deki küresel mali çöküş ve onu izleyen emperyalist saldırganlık dalgası ile birlikte, AKP iktidarının üzerine kaplanmış olan bütün “demokrasi ve barış” örtüsü de paramparça olmuştu. Bu gerçek, en çarpıcı biçimde, geçtiğimiz yıllarda işçi sınıfına, gençliğe ve Kürt halkına yönelik saldırıların tırmandırılmasında görüldü.

İçerideki kapsamlı saldırılara, Ankara’nın Suriye’deki ve Irak’taki İslamcı vekil güçler üzerinden izlediği yayılmacı politika eşlik etti. Bir yıl önce NATO ile Rusya arasında bir savaşı tetikleyecek şekilde bir Rus savaş uçağını düşüren Türkiye, Moskova ile ilişkilerini –görünüşe göre– yeniden iyileştirdikten sonra, “Fırat Kalkanı” operasyonu adı altında, Suriye’ye asker gönderdi. Ankara şimdi, Irak sınırına yoğun bir tank ve asker sevkiyatı gerçekleştiriyor.

AKP iktidarının işçi sınıfına ve diğer halklara karşı içeride ve dışarıda sürdürdüğü saldırı, 15 Temmuz’daki darbe girişiminin yenilgiye uğratılmasının ardından, kelimenin tam anlamıyla dizginlerinden boşalmış durumda. Erdoğan ve ekibi, NATO’lu müttefiklerinin pek de örtülü olmayan bir şekilde onay verdiği darbe girişiminin asıl olarak sokağa dökülen kitleler eliyle yenilgiye uğratılmasının ardından, farklı siyasi görüşlerden on binlerce muhalifin “FETÖ bağlantılı” olduğu gerekçesiyle işten atıldığı ve binlercesinin tutuklandığı kapsamlı bir sindirme operasyonu başlattı.

AKP iktidarının içeride muhalefet üzerinde estirdiği terör ile Suriye’ye ve Irak’a yönelik istila hazırlıkları bir bütünün iki parçasıdır. Ankara, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Misak-ı Milli” üzerine yaptığı üst perdeden çıkışlar eşliğinde, yayılmacı “yeni Osmanlıcı” gündemini yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu, öncelikle, İran’ın desteklediği Şii milislerle, topraklarındaki Türk askeri varlığını “işgalci” olarak tanımlayan Irak’la ve ABD’nin Suriye ve Irak’taki başlıca vekil güçlerinden biri olan Kürt savaşçılarıyla savaşmak anlamına gelmektedir. Ancak hepsi bu değil! Türkiye’nin Suriye ve Irak topraklarına yönelik saldırısı, bizzat oradaki ABD güçleri ile de çatışma potansiyeli taşıyor.

AKP iktidarı, Irak’ın ve Suriye’nin yağmalanmasından pay kapmak için Washington ve Berlin ile Moskova arasındaki çatışmadan yararlanmayı ve ikincisinin desteğini (en azından sessiz onayını) almayı umuyor olabilir. Ancak bu, hiç de sağlam bir hesap değil. Zira Moskova, “Kürt kartını” ABD’ye bırakmaya niyeti olmadığını gösterir şekilde, Eylül ayında, Suriye’de, PYD ile Esad yönetiminin temsilcilerini bir araya getirdiği bir toplantı düzenledi. Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı bu toplantıda, Kürtlerin federal özerk yönetim hakkı edineceği federal bir Suriye üzerinde durulduğu bildirildi. Kısacası, Ankara, Kürtler konusunda Rusya ile de karşı karşıya gelebilir.

Özetle, içeride açık bir diktatörlüğe yönelen AKP iktidarının dış politikada izlediği yol, yalnızca Türkiye’nin üç komşu ülke (Irak, Suriye ve İran) ile savaşması tehlikesi oluşturmakla kalmamakta; aynı zamanda, NATO ile Rusya arasında nükleer bir savaşı tetikleyecek dinamikler taşımaktadır.

MHP destekli AKP iktidarının hızla tırmandırdığı diktatörlük ve savaş yönelimi, cumhuriyet tarihinin en büyük vurgununu gerçekleştiren asalak bir burjuva azınlığa sunduğu hizmet karşılığında boğazına kadar rüşvete ve yolsuzluğa batmış olan yönetici seçkinlerin neler yapabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. En büyük korkusu iktidarları ile birlikte tüm ayrıcalıklarını yitirmek ve işlemiş oldukları suçların hesabını vermek olan AKP’li yönetici seçkinler, hem bunu önlemek için hem de arkalarındaki egemen sınıfın yayılmacı hedefleri doğrultusunda, içeride iç savaşa, dışarıda ise Irak’ı istilaya hazırlanıyorlar.

CHP, HDP ve onların arkasındaki sendikalar, Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğindeki yönetici seçkinlerin bu pervasız yönelimini engelleme becerisine ve iradesine sahip değildir. AKP iktidarının işçi düşmanı sermaye yanlısı politikalarına karşı çıkmayan bu sözde “sol” burjuva partileri, yıllardır, sahte bir “barış” ve “demokrasi” örtüsü altında onunla uzlaşma peşinde koştular.

Daha birkaç ay önce, CHP –sözde darbe karşıtlığı (demokrasi) adına– “Yenikapı ruhu”na biat ederken, HDP, oradan dışlanmış olmaktan yakınıyordu. Bu partiler, şimdi, işçi sınıfına ve Kürtlere yönelik yoğun saldırılarla geçen 14 yıl içinde her fırsatta uzlaşma aradıkları o “ruh”un gazabı ile karşı karşıyalar. Bununla birlikte CHP ve HDP ile onların işçi kolu işlevi gören sendikalar, bu durumda bile, yüzlerini geniş emekçi kitlelere dönmüyor; bunun yerine, uzun süredir bir yalandan ibaret olan “hukuk devleti”ne bağlılıktan söz ediyor ve Batılı başkentlerden destek bekliyorlar.

Özetle, şimdi hedef tahtasına yerleştirilmiş olan burjuva “sol” muhalefet, AKP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine karşı koyamaz. Bunun nedeni, söz konusu partilerin ve sendikaların, bu yönelimin kaynağı olan emperyalist sistemi savunuyor olmalarıdır.

Dolayısıyla, işçi sınıfının ve gençliğin, egemen sınıfın diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadelede bu partilerden bekleyebileceği hiçbir şey yoktur. Bu yönelimi durdurabilecek tek toplumsal gücün sosyalist bir program etrafında harekete geçecek uluslararası işçi sınıfı olduğu, hem teorik olarak (Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi) hem de 100 yılı aşkın süredir uluslararası deneyimler eliyle kanıtlanmış durumdadır.

İşçi sınıfı ve gençlik, milletvekillerinin ve diğer seçilmişlerin tutuklanmasından, diğer operasyonlara kadar, demokratik haklara yönelik tüm saldırılara kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Savaşa ve diktatörlüğe karşı mücadele ile demokratik hakların savunusu uğruna mücadele birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Türkiye’de, Ortadoğu’da ve tüm dünyada, acil ihtiyaç, savaşa ve diktatörlüğe karşı sosyalist bir program ekseninde ve işçi sınıfına dayanan uluslararası bir hareketin inşasıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir