HDP’ye polis baskını ve demokrasi uğruna mücadele

11 Ağustos günü sabaha karşı saat 03.00’te polis ve özel harekat timleri HDP İstanbul İl Örgütü binasına kapsamlı bir operasyon düzenledi. Binanın bulunduğu sokağın kapatıldığı ve helikopter destekli gerçekleşen operasyonda il binasının kapıları kırıldı, saatler süren aramada kitaplar ve çiçekler dahil tüm eşyalar altüst edildi. Kimi ilçe örgütlerine de operasyon yapıldığı belirtilirken, haberlere göre en az 15 kişi gözaltına alınmış durumda.

Bu baskın, tüm işçi sınıfına yönelik, hazırlanmakta olanlara ilişkin bir uyarı olarak görülmelidir. 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından biçimlenmeye başlayan ve Yenikapı’daki 7 Ağustos “Demokrasi ve Şehitler Mitingi” ile bir üst aşamaya ulaştırılan, CHP ile MHP’nin katılımıyla AKP önderliğinde oluşturulan “milli mutabakat”ın ardından gelen bu operasyona ve demokratik haklara yönelik tüm saldırılara kararlılıkla karşı çıkılmalıdır.

HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, baskına ilişkin yaptığı açıklamada, “Dün gece saatlerinde İstanbul binamız polis tarafından basılıyor. Talan ediliyor. Parlamentonun üçüncü büyük partisinin en büyük teşkilatlarından birine gangster gibi giremezsiniz. Kapıyı kırarak, eşyaları parçalayarak böyle davranamazsınız. İstanbul Valisi’nden, Emniyet Müdürü’nden derhal açıklama bekliyoruz.” diye konuştu.

HDP’ye yönelik baskının yanı sıra, DTK ve DBP genel merkezlerinin resmi Twitter hesapları da TİB tarafından erişime kapatıldı.

HDP’ye ve genel olarak yasal Kürt hareketine yönelik saldırı, başarısız darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerinin son derece kötüleşmesinin; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ile gerçekleştirdiği görüşmenin ve dün Mardin ve Diyarbakır’da gerçekleşen PKK saldırılarının ardından geliyor. Aynı zamanda, Suriye’deki YPG önderliğindeki ABD destekli güçlerin Menbic operasyonu da devam ediyor.

Darbe girişimi sonrasında meclisteki HDP dahil dört partinin darbeye karşı ortak açıklama yapmasını izleyen HDP’yi dışlama politikasının bir devamı olan bu baskını, muhtemelen, HDP’li milletvekillerine yönelik bir süredir bekletilen kovuşturmaların yürürlüğe konması izleyecektir.

Dün, PKK’nin Mardin Kızıltepe’de ve Diyarbakır Sur’da gerçekleştirdiği saldırılarda, açıklamalara göre 7’si sivil biri polis sekiz kişi ölürken, çoğunluğu sivil 30’dan fazla kişi de yaralandı. Öğle saatlerinde, Türk Hava Kuvvetleri, Irak’taki Sinath-Haftanin bölgesine hava saldırısı düzenledi. KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık’ın “Kuşkusuz Türk devletinin şehirleri yakıp yıkması, savaşı çok kirli hale getirmesi karşısında bir tarz değişikliğine gidildi. Artık savaş dağ, ova, şehir demeden her tarafta yürütülecektir” açıklamasını izleyen bu saldırılarda ölenlerin ezici çoğunluğunu siviller oluşturuyor.

Bayık, “yeni bir aşama”dan söz etse de, AKP hükümetinin Kürt il ve ilçe merkezlerinde bir yılı aşkın süredir yürüttüğü operasyonlarda, önemli bir kısmı sivil, binlerce insan öldürüldü. Şırnak kent merkezinin tamamında, Diyarbakır’ın Sur ve Mardin’in Nusaybin ilçelerinde sokağa çıkma yasakları devam ediyor. Yasak, Şırnak’ta 250; Sur ve Nusaybin’de ise 150 günü geride bıraktı. Suriye ve Irak kentlerini aratmayacak şekilde harap edilen bölgeden yüz binlerce insan göçe zorlandı.

Bununla birlikte, HDP Merkez Yürütme Kurulu, PKK saldırılarının ardından dün akşam yaptığı açıklamada saldırıları kınamış ve “Bir an önce akan kanın durması, şiddetin sona ermesi ve sorunlarımızı konuşarak, müzakere ederek çözme konusunda adımlar atılması çağrımızı yineliyoruz.” diye belirtmişti.

Aynı şekilde, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, kısa süre önce Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatta, Cemil Bayık’a atıfla, “PKK’nin savaşı şehirlere yayacağız açıklamasını doğru bulmuyoruz, kabul de etmiyoruz. PKK’nin bu dönemde yapması gereken barış ihtimallerini büyütecek çabadır, çağrılardır. HDP olarak bunu istiyoruz.” diye konuşmuştu.

Demirtaş aynı mülakatta, HDP’nin dışlandığı bir “milli cephe”nin oluşturulmasına sert eleştiriler getirirken, “çözüm” konusunda umutlarının zayıfladığını belirtmekle birlikte, “çözüm süreci” adı verilen aldatmacaya dönüş çağrısını yineledi. Darbe girişiminin ardından ortamın “Ya Türk milliyetçiliğine ya da iç barışa evrilmesi konusunda eşit fırsat” olduğunu iddia eden Demirtaş, çok büyük bir fırsatın kaçtığını belirtti. Devlet kademesinde “Erdoğan hariç” yeni bir heyecanın olduğunu söyleyen Demirtaş, “Türk devlet aklı devreye girse; ‘Önümüzde yüzyılın fırsatı var, bunu kaçırmayalım’ diye bir siyaset geliştirse bambaşka bir Türkiye yaratılırdı. Erdoğan resmen bunu çarçur etti.” iddiasında bulundu. Erdoğan’ın “faşizmi kurumsallaştırmak” istediğini belirten Demirtaş, HDP’nin “çok sert bir muhalefet” yürüteceğini söylemesinin ardından, burjuva politikasının ulaşabileceği sınırları özetlemişti: “Erdoğan ilkeli ve ahlaklı bir uzlaşmaya açık olursa da bizim kapımız ona her zaman açık olacak.”

Darbe girişiminin ardından AKP’nin ve MHP’nin rızasıyla mecliste oluşan “ulusal birlik” görünümünün yeni bir “barış süreci”nin başlangıcı olacağını ummuş ve ona dahil edilmemesini kınamış olan HDP, sürece yön veren uluslararası dinamikler duvarına çarpmış durumda. Zira Türkiye’nin bugünkü politikasını Erdoğan’ın “keyfi” değil, ama asıl olarak, ABD ile Almanya’nın darbe girişimine verdikleri su götürmez destek; Rusya ile yakınlaşma ve Suriye savaşının gidişatı belirlemektedir. Hükümet, şimdi, Rusya ile yeniden yakınlaşmayı, Suriye’deki PYD önderliğindeki Kürt oluşumunu ezmek üzere kullanma hesabı içinde.

Demirtaş’ın sözünü ettiği “ilkeli ve ahlaklı uzlaşma”nın, “barış süreci” adı verilen ve Türkiye burjuvazisinin bölgedeki yayılmacı hedefleri doğrultusunda yeni savaşlara hazırlık anlamına gelen bir aldatmaca olduğu -ki Toplumsal Eşitlik, ilk günden itibaren bunu vurguluyordu- başta Kürtler olmak üzere milyonlarca insanın hayatını mahvedecek şekilde ortaya çıkmış durumda. Sonuçta, Ortadoğu’nun her etnik ve dini kimlikten emekçi halkları zararına yağmalanması uğruna savaşta pay kapma mücadelesinin organik bir parçası olan bu süreç, “barış” ve “demokrasi” bir yana, son bir yıldır gördüğümüz üzere, büyük bir yıkıma dönüşmüştür. HDP’nin bu “ilkeli ve ahlaklı uzlaşma”sının ne anlama geldiği, bu partinin geçtiğimiz yılki seçimler öncesinde AKP ile koalisyon hükümetini dışlamadığını açıkladığı hatırlandığında, daha iyi anlaşılacaktır.

Milliyetçi Kürt burjuvazisi dahil, Türkiye burjuvazisinin büyük umutlar bağladığı ve sahte solun da sahte “barış ve demokrasi” umutlarını körükleyerek suç ortaklığı yaptığı o süreç, Erdoğan öyle istedi diye değil; kapitalizmin, ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik stratejisine temel oluşturan uluslararası krizi eliyle çökmüştü. Ortadoğu’nun ve dünyanın büyük savaşlara ve katliamlara sürüklendiği ve egemen sınıfların tüm dünyada polis devleti aygıtlarını geliştirdiği koşullarda Türkiye içinde “barış ve demokrasi”nin geliştirileceğini iddia etmek, gerçekte, ikiyüzlü bir yalandan başka bir şey değildi.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından, ona yönelik geniş halk muhalefetini kullanarak ve sarsılan burjuva siyasi düzeni yeniden istikrara kavuşturmak üzere oluşturulan “milli mutabakat”ın amacı da, işçi sınıfının ve başta Kürtler olmak üzere ezilen toplum kesimlerinin demokratik ve sosyal haklarını ortadan kaldırmaktır. Bu gün gibi açıkken, HDP’nin “çözüm masası”na dönme üzerine kurulu burjuva politikası, başta temsilcisi olduğunu iddia ettiği Kürtler olmak üzere işçi sınıfı ve gençler içinde kafa karışıklığı yaratılmasına ve onların çok daha ağır yeni saldırılar karşısında siyasi olarak silahsızlanmasına hizmet etmektedir. Bu burjuva politikaya en büyük destek, geçmişte de olduğu gibi, “muhalif” sendikalardan ve sahte soldan geliyor.

AKP’nin CHP ve MHP ile şimdilik oluşturduğu “ulusal birlik”e karşı “Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği” adı altında, asıl olarak HDP ile DİSK, KESK, TMMOB ve TTB önderliğinde bir araya gelen sahte sol güçler, bir kez daha, burjuva düzen içi hayaller yayan bir girişim oluşturmuş durumdalar. Bu girişim, HDP’ye (milliyetçi Kürt burjuvazisine) daha önceki seçim blokları üzerinden hayata geçirilen tabiiyetin bir devamıdır. Bu girişimin, işçi sınıfının askeri darbelere, diktatörlük ve savaş yönelimine karşı gerçek demokrasi (sosyalizm) uğruna mücadelesi ile yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır.

Bu “Güç Birliği”nin bütünüyle burjuva reformist yalanlar üzerine kurulu hedeflerini ifade eden açıklaması, katılımcılarının on yıllardır savundukları ve yıkımdan başka bir sonuca yol açmayan sahte sol politikaların bir tekrarını oluşturuyor. Onlar, burjuva kimlik politikaları üzerine kurulu açıklamalarında, “Emperyalizmin ortak geleceğimize karşı bölge ve ülkemizdeki müdahalelerine, faşizme ve darbelere karşı ortak ve birlikte mücadele”den söz ederken, ABD emperyalizmin Suriye’deki milliyetçi Kürt hareketi ile kurduğu açık ittifakı, PYD’nin Pentagon’un vekil gücü olarak işlevini ve kendilerinin bu ittifaka verdikleri desteği gizlemeye çalışıyorlar

Başlıca sahte sol güçleri içeren bu “birlik”, aynı geçmişteki öncelleri gibi, Ortadoğu’daki emperyalist müdahalelere haklılık kazandırmaya yönelik ikiyüzlü bir “barış ve demokrasi” söylemi geliştiren burjuva bir muhalefettir. Çoğu CHP’nin ve HDP’nin “işçi kolu” konumundaki sendika bürokratlarından meslek odalarına ve sahte sol partilere kadar geniş bir yelpazeyi bir araya getiren bu “güç birliği”, diğer ülkelerdeki benzerleri gibi, patlaması kaçınılmaz olan işçi sınıfı mücadelelerini mümkünse engellemenin ve bunu başaramadığında ise düzen içi kanallara akıtmanın bir aracı olacaktır.

Demokrasinin savunusu, TBMM’deki dört burjuva partisine ve onların emir eri sendikalara bırakılamaz. 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana yaşananlar, bu partilerin “demokrasi” uğruna değil ama darbecileri geri püskürten geniş emekçi kitlelere karşı nasıl apar topar bir araya geldiklerini gösterdi. Onların üçü (AKP, CHP ve MHP) polis devleti önlemlerinin tüm Türkiye’ye yayılması ve işçi sınıfının sömürüsünün arttırılması için açık bir cephe oluştururken, HDP, “bizi neden dışta tutuyorsunuz?” diye hayıflanıyor ve bu gerici “uzlaşma”ya katılmak için can atıyor.

Demokratik hakların ve barışın, emperyalist sistemi ve Avrupa Birliği’ni savunan, AKP ile koalisyon kurmaya açık olduğunu gizlememiş olan ve Ortadoğu’nun emperyalist paylaşımı üzerine kurulu “barış süreci”nde masaya geri dönmeye hazır olduğunu ilan eden bir burjuva partisinin önderliğinde savunulabileceğini iddia etmek, açık bir yalandır.

15 Temmuz darbe girişimi, demokrasiyi savunabilecek ve geliştirebilecek tek toplumsal gücün, kapitalist sistemden ve onun ürünü olan savaşlardan, askeri darbelerden ve diktatörlük yöneliminden hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bununla birlikte, işçi sınıfının, gerçek demokrasiyi ve barışı hayata geçirebilmesi için, burjuva “milli mutabakat” koalisyonunun yanı sıra, onun düzen içi burjuva ve küçük-burjuva muhaliflerinden de kopması gerekmektedir. Barış ve demokrasi, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, Türkiyeli işçilerin müttefiki, mülk sahibi sınıfların -her biri emperyalist güçlerin, büyük bankaların ve şirketlerin gözüne girmeye çalışan- muhalif kesimleri değil; uluslararası işçi sınıfıdır.

7 Ağustos mitingleri üzerine değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi:

“15 Temmuz sonrasında burjuva partiler arasında şimdilik sağlanan ‘uzlaşma’, Türkiyeli işçiler ve gençler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Askeri darbelere karşı demokrasiyi savunabilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfının bu tehdidin üstesinden gelebilmesinin yolu, bu burjuva ‘koalisyon’dan bağımsız, sosyalist bir perspektif geliştirmesinden geçmektedir. Bunun için, onun, yalnızca burjuva partilerinden değil; aynı zamanda, sahte solun -biri CHP’nin, diğeri ise milliyetçi Kürt burjuvazisinin kuyruğunda ilerleyen- her iki kanadından da kopması ve kendi siyasi bağımsızlığını ilan etmesi gerekiyor. Bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşası anlamına gelmektedir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir