Türkiye burjuvazisinin en büyük örgütü TÜSİAD’ın başkanı Muharrem Yılmaz’ın iki gün önce başbakanla görüşmesinin arından hükümete verdiği tam destekten sonra, dün (19 Haziran Çarşamba), ulusal basında, “Türkiye’nin gücünü ve imajını korumak için sorumlu davranma zamanı” başlıklı tam sayfa bir ilan yayınlandı. İlanın konusu, Gezi Parkı eylemleri ile başlayıp tüm yurda yayılan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerdi. İlanı verenler, “Samimi vatandaşlarımızın taleplerini diyalog yolu ile ve demokratik çerçevede yetkililere iletmesi olumludur” diyor ve ekliyorlardı: “Herkes sözünü söyledi. Bugünden sonra sokakta atılacak her adım, sadece Türkiye’nin imajını ve gücünü zedelemek isteyenlere fırsat verecektir.”
19 gün boyunca tüm ülkeyi sarsan ve iktidarın ülke çapında estirdiği polis terörüne ve yoğun gözaltılara rağmen farklı biçimler altında devam eden protesto hareketini “yakma, yıkma ve hakaret hak kullanımı olarak değerlendirilemez” sözleriyle suç gibi göstermeye çalışan ilanda, “vatandaşlar, … gündelik hayatlarına geri dönmeye” çağrıldı. Çünkü bu, “Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu diyalog ortamının ve ilerlemenin sürdürülebilir kılınması açısından önemli” idi.
AKP iktidarının gösterilerin başından bu yana kullandığı yalan ve çarpıtmalarla dolu ilanda, kitlesel gösterilerin “farklı mecralara çekilmek istendiği” vurgulanıyor ve onları kullanmak isteyen “marjinal gruplar” ile “ülkemiz üzerinde kötü emelleri olan” dış odaklar masalı yineleniyor. Ama ilanda, yüz binlerce insanın iktidara karşı sokaklara dökülmesinden, protesto gösterilerinin olduğu günlerde İstanbul’da fiili sıkıyönetim ilan edilmiş olmasından, estirilen polis teröründen, polis tarafından öldürülen, gözünü kaybeden ve yaralanan göstericilerden, kimyasal maddelerin halka karşı silah olarak kullanılmasından, kitlesel gözaltılardan ve sola yönelik cadı avından hiç bahsedilmiyor.
AKP’nin “devletle milleti kaynaştırma” ve “2023 hedeflerine hızla ilerleme” gibi temel savlarını yineleyen ilanın sahipleri, iktidarın arkasında olduklarını şu sözlerle duyurdular: “Ülkemizi anti-demokratik bir ülke gibi göstermek, imajımızı zedelemek ve ekonomik kalkınmamızı yavaşlatmak isteyenlere karşı ortak tavır almak … hepimizin sorumluluğudur.”
Kitlesel protestolar karşısında halkın geniş bir çoğunluğunun gözünde bütün meşruiyetini yitiren AKP iktidarını desteklemek amacıyla kaleme alınmış olan bu ilanın altında, tamamı AKP iktidarının iş dünyasındaki destekleyicisi ve sözcüsü olan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD), Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜMSİAD), Türkiye Bankalar Birliği (TBB), Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK), Türkiye Genç İşadamları Derneği (TGİAD), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye Katılım Bankaları Birliği (TKBB) gibi örgütlerin imzası vardı.
Ama hepsi bu değil! İlanın altında, çok sayıda bankayı, şirketi ve burjuvayı bir araya getiren bu kuruluşlar ile birlikte, Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen gibi sendikal örgütlenmelerin de imzaları yer alıyor.
Türkiye’deki en büyük üç sendikal örgütün, bankalar ve şirketler ile birlikte böylesi ikiyüzlü ve alçakça bir ilanın altına imza atmış olması, sendikacılığın içine batmış olduğu çukurun derinliğini göstermektedir.
Bu durum, söz konusu sendikal örgütlerin Gezi Parkı eylemleri karşısındaki tavrını bilenler için hiç şaşırtıcı değildir.
AKP iktidarının işçi kolu konumundaki Hak-İş’in genel başkanı Mahmut Arslan, 4 Haziran tarihli “Güçlü Türkiye bugünleri sağduyu ile aşacaktır” başlıklı basın açıklamasında, “Taksim Gezi Parkında çevre duyarlılığı nedeniyle 31 Mayıs 2013 tarihinde başlayan demokratik tepkiler, art niyetli kişi ve grupların dahil olmasıyla bugün amacını aşan bir hal kazanarak, ülkemizin huzurunu hedef alan bir boyuta gelmiştir.” demiş ve eklemişti: “Provokasyonlara açık bir hal kazanan böyle bir ortam hiçbir kesime fayda ve kazanım getirmeyecektir.”
Hak-İş bürokrasisinin şefi Arslan, söz konusu açıklamasında, gösterilerin “amacını aşarak, kamu düzenini bozmuş, milletimizin mal ve can güvenliğini tehlikeye sokmuş, kamu alanlarının ağır şekilde tahrip edilmesiyle vatandaşlarımızı ve esnafımızı mağdur etmiş” olduğunu anlatmış ama estirilen polis teröründen, polisin öldürdüğü, yaraladığı ve gözaltına aldığı insanlardan hiç söz etmemişti. O, söz konusu basın açıklamasını, iktidar karşıtı gösterilere katılan emekçiler ve gençler adına değil ama iktidar ve sermaye sahipleri adına kaleme almıştı. Arslan’ın iktidarın uygulamalarına yönelik ifadesi, “emniyet teşkilatının aşırı güç kullanımını tasvip etmiyoruz” idi.
Türk-İş, 5 Haziran günü yaptığı basın açıklamasında, Hak-İş bürokrasisine göre hükümet karşısında biraz daha “mesafeli” bir tavır sergilemişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Vekili Bülent Arınç tarafından kullanılan dili “barış ve uzlaşma dili” olarak tanımlayan Türk-İş, polisin tavrını, “şuursuz şiddet” sözcükleriyle “eleştiriyordu”. “Sürecin itidalle yönetilmesi, hem hükümetin, hem de özgürlük yanlısı bütün sivil güçlerin tarihi sorumluluğudur” diyerek, burjuva devletin çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttuğunu göstermek isteyen Türk-İş bürokrasisi, söz konusu açıklamada, her iki tarafa da eşit uzaklıkta duruyor izlenimi vererek durumu kurtarmaya çalıştı: “Türk-İş … tüm toplumsal kesimlerin demokrasi içinde istikrara hassasiyet göstermesi; hükümetin de sağduyulu yaklaşımı benimseyen bir sorumluluğu kamuoyuna yansıtması gerektiğine inanmaktadır.”
AKP’nin kamu çalışanları için bir hapishane olarak kullandığı Memur-Sen’in, 7 Haziran tarihli açıklaması ise, AKP sözcülerinin açıklamalarını aratmıyordu. Memur-Sen, “Emek örgütleri emperyalist güçlerin ve faiz lobisinin oyununa gelmemelidir” başlıklı açıklamasında, “emek örgütlerinin destek vermesini anlamakta güçlük çekiyoruz” diye yazdı.
Memur-Sen, gösterilere, gerçekte bütünüyle ikiyüzlü ve göstermelik bir destek sunmuş olan KESK, DİSK, TMMOB, TTB ve TDB gibi “solcu” sendikaları ve meslek kuruluşlarını, açıkça, “uluslararası darbecilerin değirmenine su taşımak”la suçladı. Memur-Sen, bu açıklamasıyla, “rotasından çıkan, ülkemize ve milletimize ciddi maliyet oluşturan eylemlerin daha fazla zarar oluşturmadan biran önce durdurulması” çağrısında bulunarak, AKP’nin kamu çalışanları kolu konumunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermişti.
Memur-Sen’in, işçi sınıfı düşmanı yüzü, genel başkanı Ahmet Gündoğdu’nun 11 Haziran günü TRT Haber adlı TV kanalına verdiği söyleşide de görüldü. Kanalın “Gündem Özel” adlı programının konuğu olan Gündoğdu, orada iktidarın sözcüsü gibi konuştu. “Ülke ve millet olarak silkelenip kendimize gelmeliyiz” diyen Gündoğdu, aynı başbakan Erdoğan gibi, uluslararası komplo masalına başvurdu ve Türkiye’nin, “çözüm sürecini de beraberinde getiren mükemmel bir noktada” olduğunu vurguladı.
Türkiye’deki en büyük sendikal örgütlerin sermayenin temsilcileriyle birlikte yayınladığı tam sayfa gazete ilanları ve Gezi Parkı direnişi ile başlayan kitlesel eylemler boyunca sergiledikleri tavır, onların, şirketler ve siyasi iktidar ile ne denli bütünleşmiş olduklarının en son kanıtıdır. Bu tavır, aynı zamanda, sendika bürokrasisinin bu en gerici ve en yoz kesiminin, işçi sınıfına sunabileceği tek alternatifin bankalar ve şirketler ile onların emrindeki siyasi iktidara mutlak kölelik olduğunu göstermektedir.
AKP iktidarının gerici ve baskıcı yüzünün Taksim / Gezi Parkı protestoları gibi son derece açık bir şekilde sergilendiği olaylar karşısında bile iktidarın önünde yerlere kapanan bu örgütlerin yönetim değişikliği yoluyla düzeltilebileceğinden / reforme edilebileceğinden söz etmek, işçi sınıfını azgın kapitalist sömürüye ve baskıya mahkûm etmeye çalışan bankalara ve şirketlere destek vermekten başka bir anlam taşımamaktadır. İşçi sınıfının bu gardiyanları aşmasının tek yolu tüm işçi ve emekçileri tabanda birleştirecek yeni türde kitlesel örgütlenmelerini yaratmak ve tüm mülk sahibi sınıflardan bağımsız, enternasyonalist ve devrimci partisini inşa etmektir.