Yazıya, son Ergenekon operasyonlarına dair birkaç noktayı anımsatarak başlamakta yarar var. Temmuz ayındaki açıklamamızda [1], Ergenekon’a yönelik başlayan bu operasyonların, ne AKP’nin demokratlığından ileri geldiğini ne de kimi ulusalcıların iddia ettiği gibi “ABD’nin bir oyunu” olmadığını belirtmiştik. Bu, tam da içinden geçmekte olduğumuz üretimin küreselleşmesi olgusu ve onun üst yapısal kurumlarda dayattığı dönüşümlerin bir sonucudur. Öyle ki, Ergenekon tipi faşizan-ulusalcı örgütlenmeler dünya ve Türkiye büyük sermayesinin önünde bir engel haline gelmişlerdir ve yüzden budanmaları gerekmektedir. Yani bu, AKP’nin devletin gizli örgütlenmelerini ortadan kaldırdığı anlamına gelmez, yalnızca sermayenin önünde engel olmaya başlayanlar ortadan kaldırılmakta ve bu temizlik üniversitelerde ve AKP içerisinde olduğu kadar bizzat küreselleşmeci ordu içerisinde de yürütülmektedir (Bunun ordu üst yönetiminden bağımsız atılabilecek bir adım olmadığını görmekse zor değil). Son olarak bu tespitlerin ardından, operasyonlara “karşı çıkanlar” ve “demokrasi mücadelesi” olarak gören sol ile aramıza net bir sınır çizerek, işçi sınıfının sermayeden bağımsız yükselteceği talepler etrafında “dava”nın tarafı olduğunu belirtmiştik. Geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen operasyonun tam da “Kürt açılımı”yla aynı günlere gelmesi tesadüf değildir. Devletin, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda bu adımları atmasının önündeki engeller birer birer temizlenmektedir (TÜSİAD yıllardır bu tip bir açılımı, hatta daha ötesini savunuyordu). Bu, Türkiye’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ve Ortadoğu’ya dair emellerine ulaşması için bir anlamda zorunluydu.
Hükümetin 7 ocak günü Ergenekon operasyonunu sürdürmesi ve 33 kişiyi daha gözaltına almasının ardından Türkiye’de gündem -Gazze işgaliyle birlikte- yeniden bu davaya kilitlenmiş durumda. Gözaltına alınan 33 kişiden 16’sı serbest bırakıldı, bunlar arasında Emekli Tümgeneral Erdal Şenel, Emekli Orgeneral Kemal Yavuz ve eski YÖK Başkanı Prof. Gürüz de var. Yalçın Küçük, Eski Özel Harekât Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in de içinde olduğu 16 kişi ise tutuklandı. Bu isimlere son olarak eski Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz de eklendi.
“ABD’nin Oyunu!”
Dava sürecinde bu gelişmeler yaşanırken TKP’nin Ergenekon operasyonlarına dair ilk açıklamasında şunlar belirtiliyordu: “Ergenekon operasyonu ABD’nin Türkiye siyasetini AKP eliyle kendi hedefleri doğrultusunda yeniden şekillendirme girişimlerinin parçası olarak gündeme gelmiştir. Devlet bürokrasisinde bu hedeflere itirazı ya da çekincesi olanlar tasfiye edilmekte, onlarla yakın ya da uzak teması olan, hatta temas kuracağı varsayılan herkes “suçlu” ilan edilmektedir.” [2] Tarihsel maddeci yöntemden bihaber olan Stalinistler, on yıllardır “Amerikan oyunu”, “ülkemiz tehdit altında” edebiyatını sürdürüyorlar. Onlar, Türkiye büyük sermayesinin tam da bu operasyonlardan yana olduğunu, bunun da onların sınıfsal karakterlerinden ileri geldiğini ve hükümetin bu adımları atmak zorunda olduğunu gizlerler. Öyle ki, sanki AKP gökten zembille inmiş ya da Amerikalılar’ın oylarıyla iktidara gelmiştir. Oysa biliyoruz ki, üretimdeki değişiklikler toplumsal hayatı ve siyasal iktidar biçimini değiştirmekte ve ona uygun özneleri tarih sahnesine çıkarmaktadır. Bu süreçte bunun ardından yaşanan ve yaşanacak siyasal gelişmeler elbette özellikle bu topraklarda sancısız olmayacaktır. Ulus-devletler, üretimin ulaştığı dünya-toplumsal seviye karşısında bir engel halindedirler ve sermaye “elinden geldiği kadar” burjuva devletleri bu altyapısal dönüşüme uyarlamaktadır, bu düz bir çizgi değil kırılmalarla ilerler. İşçi sınıfının bir politik özne olarak herhangi bir müdahale ve karşı saldırıda bulunamadığı koşullarda burjuvazinin adımlarını çok daha rahat atmakta olduğu ve olacağını da vurgulamak gerekir.
Devam edelim: “Türkiye Komünist Partisi, bu tabloda herkesi Ergenekon operasyonunun kendisinden çok, bu operasyonun parçası olan süreçle yakından ilgilenmeye, bu sürece karşı aktif bir karşı koyuş geliştirmeye çağırmaktadır. Ülkemiz tehdit altındadır. Emperyalizm, tarikatlar, tekelci sermaye hep beraber Türkiye’yi mutlak karanlığa ve yıkıma götürmektedir.” [3] Her zamanki edebiyat sürdürülmekte. “Ülkemiz” (egemen sınıfın ülkesi!) yedi cihan tarafından kuşatılmış; bundan çıkış ise Türk milliyetçileri önderliğinde bir mücadele vermekten geçer! Söylenenlerin özü bu, ve bu Türkiye’de egemen sınıfların ilkokuldan mezara kadar işçi sınıfına içirdiği zehire çok benziyor! TKP’nin bu açıklamasının yanında, onun haber portalı sol.org.tr’de birçok yazar bu tutumu sürdürdü ve daha da ileri taşıdı. Sonuçta, yazarların arasına katılan ‘farklı’ bir gazeteci, daha önce TKP’nin açıklamasında “solcu aydın” denilen Yalçın Küçük’ü –ki o da en az bu gazeteci kadar ‘farklı’ biri- “sosyalist aydın”a dönüştürme başarısını bile gösterdi!
Ulusalcılığın Sonu
Küçük burjuvazinin sözcülüğünü yapan yurtsever TKP’nin bu operasyona karşı çıkmasının altında onun sınıfsal karakteri yatmaktadır. Onlar, üretimin küreselleşmesi süreciyle birlikte hızla tasfiye olan ulusal-korumacılık ve onun siyasi temsilcilerinin yanında, vatan-millet edebiyatı yaparak “eski güzel günler”e dönme gerici hayallerini yayıyorlar. Bu duruşlarını, karşı çıkmayanları AKP yandaşı olarak suçlayarak meşrulaştırma çabasındalar (On yıllardır binlerce insanın ölümüne yolaçan darbeci gizli devlet örgütlenmelerine karşı mücadele etmeyi “AKP’ye yedeklenme” olarak sunuyorlar). Kusura bakmayın, köylülüğün hızla yokoluşu karşısında çığlıklar atan küçük burjuva solcularını anımsatıyorsunuz ve çabanız tarihin tekerleğini geri çevirmeye çalışmaktan ibaret.
Adındaki “komünist” ibaresiyle yakından uzaktan alakası olmayan bu parti, bugün ulus-devlete en tutarlı biçimde sarılan Stalinist siyasetin en yalın savunucusu konumunda. Emperyalizmi “ABD” olarak okuyan, onu kapitalist üretimin yüz yılı aşkın süre önce ulaşmış olduğu bir düzey değil de bir politik istek / tercih olarak gören, üretim biçimindeki değişimleri hiçe sayan bu yaklaşım Kautsky’den Stalin’e miras kalan gelenekten başka bir şey değildir. Üretimin küreselleşmesi sonucu yıkıma uğrayıp hızla gericileşen ulusalcı güçlerin ve küçük mülk sahiplerinin “sol”daki sözcüsü TKP’nin asla yalnız olmadığını vurgulamak gerekir. (Geçtiğimiz günlerde Türksolu dergisi ve ardından İşçi Partisi gençliği tarafından TKP’nin övülmesi ve “ulusal cephe”ye çağrılması elbette bir tesadüf değildir). Elbette bugün en uçta görünen TKP’dir ve yurtsever (ulusalcı / milliyetçi) politikaları onun kadar açık şekilde izleme cesaretini tüm Stalinist “sol”da göremediğimiz doğru. Ancak son tahlilde, bu akımların herbiri karşı-devrimci Stalinizm ideolojisine bağlı ulusalcı (yurtsever) örgütlerdir. Yerel seçimlerde onları -ulusalcılığını küreselleşmenin dinamikleri üzerine oturtan- DTP’nin arkasında traji-komik biçimde yanyana getiren tam da bu temeldir. Adı geçen “seçim bloğu”nda yer alan tüm örgütler ulusal sınırları aşmayan perspektifleri ve sınıfsal temelleri nedeniyle giderek sağa kayacaklardır. Yaşam öğretir; küçük burjuvazinin siyasi temsilcilerinin ulusalcı karakterlerinin açığa çıkması yaşananlar eliyle doğrulanmaktadır. Öyle ki, bu ulusalcılık Ergenekon tipi örgütlenmeleri savunmaya kadar varmış durumda. Bugün, “milletimiz insanlık, ülkemiz dünyadır” şiarıyla yola çıkmış olan Mustafa Suphiler’in TKP’sinin bu topraklara taşıdığı proleter enternasyonalizmine sarılmak; her türden sınıf işbirlikçiliğinin üzerinde yükseldiği ulusalcı politikaları cepheden reddetmek Troçkistlerin başlıca görevi olmalıdır.