Kamuoyuna malolan adıyla “Ergenekon soruşturması”na ilişkin iddianame 14 Temmuz günü açıklandı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin tarafından düzenlenen basın toplantısında açıklanan ve kabaca 2.500 sayfa tutan iddianamede, 48’i tutuklu toplam 86 kişinin, “silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak veya görev yapmasını engellemeye teşebbüs, hükümete karşı halkı isyana tahrik” suçlarından cezalandırılması isteniyor.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin iddianameyi kabul etmesi durumunda, dava açılacak ve bir ihbar üzerine, 12 Haziran 2007 tarihinde İstanbul Ümraniye’de ele geçirilen el bombalarıyla başlayan süreçte yeni bir aşamaya geçilmiş olacak. Yargı aşamasında, varolan hukuk kurallarına göre “gizli” olması gereken soruşturmayı yürütenlerin (polis ve savcılık) seçilmiş basın yayın organlarına sızdırdıkları “bilgi”lerin yol açtığı kirliliğin –kısmen de olsa- ortadan kalkacağını söylemek mümkün. Ancak aynı “iyi niyet”li yaklaşımı, yakın siyasi tarihe ilişkin bütün karanlık noktaların, “savcının iddialarının kamuoyu önünde tartışılmasıyla” açığa çıkacağı konusunda sürdürmek için pek fazla neden bulunmuyor.
Neden mi?
“Ergenekon Davası”nın bir yılı aşkın süredir medyada en fazla ön plana çıkan yanı, kuşkusuz, darbe iddialarıydı. Soruşturma boyunca, AKP’nin kimi burjuva muhaliflerinin -ki bunların başında CHP ve “solcu” ulusalcılar yer alıyor, “yurtseverler, aydınlar hapise atılıyor” diye haykırdığını biliyoruz (Baykal’ın, “Cumhuriyet kurulurken saltanatçılar tutuklanırdı, şimdi cumhuriyetçiler tutuklanıyor! Nereden nereye geldik!” sözlerini anımsayın). Onların karşısında ise –kuşkusuz kontollü olarak- sızdırılan soruşturma bilgileriyle beslenen ve “demokrasi” söylemini ön plana çıkartan hükümet yanlısı medya yer alıyor. Üçüncü bir kesim olarak da, AKP’yi desteklememekle birlikte, “Ergenekon Davası”na fazlasıyla demokratik işlev yükleyen ve ulusalcılar tarafından “AKP destekçisi” olarak sunulan “sol” liberallerden söz edebiliriz.
Bilindiği gibi, bir yılı aşkın süredir basın yayın organlarında “Sarıkız”, “Ayışığı” vb. adlar altındaki ”darbe planları” işleniyor; burjuva medyası da aylardır Nokta Dergisi’nde yayımlanmış olan ve Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükleri tartışıyordu. Yine, asker – sivil kimi ulusalcıların, 28 Şubat 1997’de ulusalcı-İslamcı Erbakan’ı hükümetten düşüren başarılı “postmodern darbe”den sonra, 2001 ve 2002 yıllarında Ecevit başbakanlığı döneminde ve AKP hükümetine karşı -kimileri başarılı- siyasi müdahalelerde bulunduğu da günlük basında yeterince yeraldı. Özetle, “Ergenekon soruşturması” boyunca yaygın olan kanı, “darbeciler” ile “demokratlar” arasında ciddi bir kapışmanın yaşanacağıydı -ki her iki tarafın medyadaki militan sözcüleri bu kapışmayı zaten başlatmıştı.
Derken, Cumhuriyet Başsavcısı Engin’in iddianameye ilişkin açıklaması geldi. Engin, bizzat kendisi tarafından doğru olduğu kabul edilmiş olan “darbe günlükleri”ni dava kapsamının dışında tutacaktı. Bu durumda, başta dönemin Jandarma Komutanı Orgeneral Şener Eruygur ile Genelkurmay eski başkanı Hilmi Özkök olmak üzere bir çok yüksek rütbeli subayın dava dışında tutulması söz konusuydu.
Yoksa, hükümet ile ordu arasında bir uzlaşma mı sağlanmıştı?
Özkök’ün, 2003 sonu – 2004 başında, yüksek rütbeli subaylar arasında yapılan darbe – muhtıra görüşmelerine bizzat başkanlık ettiği yollu haber ve yorumların medyada yer aldığını ve bunların tekzip edilmediğini biliyoruz. Kimilerine göre Özkök, söz konusu dönemde, biri imam-hatip liselerine üniversite sınavlarında uygulanan katsayıyı kaldırılması, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin sivil olması ve yetkilerinin kısıtlanması (2003 sonu), diğeri ise hükümetin “Kıbrıs politikası”yla (2004 başı) bağlantılı olarak gündeme gelen iki darbe girişimini önlemişti. Dolayısıyla, Özkök “demokrasi sevdalısı” olarak alkışlanabilirdi. İyi de, artık hiç kimsenin reddetmediği, Özkök’ün de “var da demem yok da” sözleriyle teyit ettiği aynı olgudan hareketle, bu darbe-muhtıra toplantılarına katılan –ve bir kısmı hala görevde olan- üst düzey subayların, “tanık” değil ama “zanlı” olarak görülmesi gerekmez mi?
Ancak, her iki kanatta da, hemen hiç kimse, “demokrasi şampiyonu” AKP’nin bu toplantılara katılanları derhal ve açıkça karşısına almasını, “bağımsız yargı”nın da Özkök dahil hepsini “darbe girişimcileri” olarak tutuklayıp yargılamasını beklemiyor. Çünkü hiç kimse –Özkök’ün sözleriyle- “kasaptaki ete soğan doğramak”, yani varolan kurumları yıpratmak istemiyor. “Yıpranmaması” gereken kurumların başında da, elbette, parlamento, yargı ve “demokratik, laik cumhuriyetin koruyucusu Türk ordusu” geliyor. Çünkü sermaye, egemenliğini bu kurumlar aracılığıyla sürdürmektedir ve onlara ihtiyacı vardır. 18. ve 19. yüzyıllardaki burjuva (demokratik) devrimleri çağı çoktan kapandığına ve söz konusu değişiklikler o tür bir devrimi gerektirmediğine göre, varolan kurumların yeni koşullara uyarlanmasının yavaş yavaş; mümkün olduğu kadar, onların işleyişini aksatmadan gerçekleşmesi gerekiyor. Bu çerçevede, Özkök, Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmenin ardından dile getirdiği, “ceza da varsa cezayı çekmek insanı rahatlatır” vecizesiyle, ordunun kendi içinde bu yönde adımlar atacağının işaretini vermektedir. Ama bunun, kitleler tarafından, “İslamcılar karşısında atılmış geri bir adım” olarak değil; tersine, “demokrasiye katkı” olarak algılanması gerekiyor.
Akıl almaz bir bilgi kirliliğinin söz konusu olduğu ve çoğu insanın ayrıntılara takıldığı bir ortamda, soruşturmaların ve davanın nereye varacağına ilişkin şimdiden kesin yargılarda bulunmak mümkün değil. “Ergenekon soruşturması”nın nereye varacağını; darbecilere gerçekten ulaşıp ulaşmayacağını, kimilerinin iddia ettiği gibi “fare doğurup” doğurmayacağını vb., tarafların ABD-AB ile ilişkileri ve bölgedeki gelişmeler çerçevesinde izleyeceği politikalar belirleyecek. Özetle, siyasi temsile sahip olmayan işçi sınıfının sendikal önderlikleri eliyle taraflardan birine yedeklendiği ve süreci bağımsız bir aktör olarak etkileyemediği verili koşullarda, herşey sermayenin farklı kesimlerinin iradesine bağlanmış durumda.
Ancak bu “irade”nin, verili maddi koşullardan bağımsız olmadığını; yani kapitalizmin küresel krizi ve dünya çapındaki sınıflar mücadelesi eliyle belirlendiğini de unutmamak gerek. Hızla derinleşen ekonomik kriz ile onun kaçınılmaz biçimde yol açacağı uluslararası ve ulusal altüst oluşlar, bugün sürdürülen bütün politikalarda ve AKP’de temsil edilen küreselleşmeciler ile ulusalcılar arasındaki güçler ilişkisini kökten değiştirebilir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, “Ergenekon soruşturması” sürecini değerlendirirken, ayrıntılara “takılmayacak”, işçi sınıfının bağımsız bir siyasi özne olmasına katkıda bulunacak bir çözümlemeyle yetineceğiz. Ama önce gelişmeleri özetleyelim:
“Ergenekon” operasyonları
Toplam altı “operasyon” biçiminde sürdürülen “Ergenekon soruşturması”na, 2007 Mayısı’nda Ümraniye’deki bir gecekonduda bir kasa el bombası bulunmasıyla başlanmış; ardından, Eskişehir’de düzenlenen bir operasyonda ikinci bir cephanelik bulunmuş ve aralarında emekli subayların da bulunduğu 15 kişi tutuklanmıştı. Başlangıçta kimi emekli subay ve astsubaylarla sınırlı kalan operasyon, Başbakan Erdoğan ve eşiyle ilgili kitaplar yazan Ergun Poyraz’ın 2007 Temmuzu’nda tutuklanması, Ağustos ayında ise Genç Parti’den Emin Şirin’in gözaltına alınmasıyla, sıradan bir “çete” operasyonu olmaktan çıkıp, farklı bir boyut kazanacaktı. O günlerde, emekli tuğgeneral Veli Küçük’ün, emekli astsubay Oktay Yıldırım’ın, emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in ve onun avukatı Kemal Kerinçsiz’in adları medyada sıkça anılmaya başlandı.
Beş ay sonra, 22 Ocak 2008’de, aralarında bu isimlerin yanı sıra Türk Ortodoks Patrikhanesi basın Sözcüsü Sevgi Erenerol’un, emekli Binbaşı Zekeriya Öztürk’ün, gazeteci Güler Kömürcü’nün ve Susurluk hükümlüsü Sami Hoştan’ın da bulunduğu 33 kişi daha gözaltına alınacaktı. “Ergenekon Terör Örgütü” adı, resmi olarak, ilk kez bu üçüncü operasyonda geçti. Gözaltına alınanlardan Küçük, Kerinçsiz, Erenerol, emekli Albay Fikri Karadağ, Zekeriya Öztürk, Sami Hoştan ve 14 kişi, “halkı hükümete karşı silahlı isyana tahrik, silahlı terör örgütü kurmak, yönetmek, bu örgüte üye olmak, ruhsatsız silah ve mermi bulundurmak” suçlamasıyla tutuklandı. “Ergenekon”, devlet içinde örgütlenmiş bir yapılanmaydı ve “bir darbe ortamı yaratmak için, toplumda kargaşa yaratacak eylemler planlamış, tetikçiler vb. ayarlamış”tı.
Bu operasyondan bir kaç hafta sonra, örgütün akademik kanadı olduğu öne sürülen gözaltına alınıp tutuklananların arasına, İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ümit Sayın, Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Emin Gürses, sosyetik kuyumcu olarak bilinen Hayrettin Ertekin, gazeteci Vedat Yenerer, yazar Orhan Tunç ve kapatılan Noel Baba Vakfı’nın kurucusu Muammer Karabulut katıldı. Operasyonun beşinci adımı, aralarında Cumhuriyet Gazetesi’nin İmtiyaz Sahibi ve gazeteci İlhan Selçuk’un, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun ve İşçi Partisi genel başkanı Doğu Perinçek’in de bulunduğu 13 kişinin 21 Mart 2008’de gözaltına alınmasıyla atıldı. “Örgütün bildirgesini yazdığı” iddia edilen Perinçek’le birlikte beş kişi tutuklanırken, Selçuk ve Alemdaroğlu, yurt dışına çıkışları yasaklanarak serbest bırakıldı.
Bu tutuklamaların ardından, herkesin “artık iddianame açıklanır” dediği bir sırada, 1 Temmuz günü, emekli orgeneraller Şener Eruygur ile Hurşit Tolon’u, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ü, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ı ve yazar Erol Mütercimler’i de kapsayan son operasyon gerçekleşti. Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklere göre, 2003-2004 yıllarında hazırlanmış olan “Ayışığı” ve “Sarıkız” adlı darbelerin planları Eruygur’a aitti. Eruygur ve Tolon, “şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs” ile ‘terör örgütü kurmak ve yönetmek’ten tutuklandı. Mahkeme, ATO Başkanı Aygün’ü tutukladı, Balbay ile Mütercimler’i ise serbest bıraktı (Aygün de iki hafta kadar cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı). Bu arada, örgütün finansörü olduğu iddiasıyla gözaltına alınmış olan Kuddusi Okkır ölüm döşeğinde tahliye edilecek; bir kaç gün sonra da ölecekti.
Anımsanacağı üzere, Ümraniye’de başlatılan ilk operasyonlar, asıl olarak AKP’nin kendi içinden bir cumhurbaşkanı seçmesini önlemek için düzenlenen “Cumhuriyet Mitingleri”nin ve Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine açıkça darbe tehditi yapan bir bildirinin konmasının hemen ardından başlatılmıştı. Hükümet, laik ulusalcıların darbe tehditine boyun eğmedi ve erken genel seçimin ve cumhurbaşkanını halkın seçmesinin önünü açan yasal düzenlemelere girişti. Sonuçta, AKP, Ümraniye’de başlatılan ilk operasyon sürerken, hem 22 Temmuz seçimlerinde –üstelik oylarını arttırarak- yeniden iktidara geldi hem de Anayasa Mahkemesi’nin koyduğu “367 engeli”ni aşarak Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçti.
Kemalist seçkinler karşısında elde ettiği bu ilk “zafer”in rüzgarını arkasına alan AKP, 21 Ekim’de düzenlediği referandumda ona bir yenisini ekleyecekti. Referandumda, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi; cumhurbaşkanı görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi; cumhurbaşkanının iki kez arka arkaya seçilebilmesi; milletvekili seçim döneminin beş yıldan dört yıla indirilmesi ve TBMM tarafından yapılacak bütün işlerde tamsayının üçte birinin toplantı için yeterli sayılması, katılanların yüzde 69’unun oyuyla kabul edildi. AKP’nin referandum “zafer”i, geleneksel seçkinlerin saflarında bir bölünmeye yol açmış; başta ordunun üst kademesi olmak üzere, Kemalist bürokrasinin bir kanadı, hükümetin küreselleşmeci, yeni liberal ekonomik politikalarına karşı direnmekten vazgeçmişti.
Yine anımsanacağı gibi, PKK’nin tam da referandum günü, Hakkari Yüksekova’da bir askeri birliğe düzenlediği saldırı, anayasa değişikliği ve rejim tartışmalarını ikinci plana itecek, gündeme “Irak’a müdahale”yi yerleşecekti. Kuzey Irak’taki sınır ötesi operasyonu içeride işçi sınıfına yönelik kapsamlı bir saldırıyla tamamlayan AKP, bu dönemde, başta sosyal güvenlik yasası olmak üzere bir çok yasayı, küresel sermayenin talepleri doğrultusunda değiştirdi. Hükümet bu arada, 2007 yazı ve sonbaharı boyunca sendika bürokrasileriyle de anlaşmış ve havacılık, tekstil, gıda ve iletişim sektörlerindeki bütün “sorun”larını çözdü.
AKP, “Ergenekon soruşturması”nın 2007’nin son ayları ile 2008’in ilk aylarındaki aşamasında, “yarım yüzyıllık gizli NATO örgütlenmesine (daha doğrusu onun ırkçı – faşist kanadına) ilk ciddi darbeyi indirdi; neredeyse eşzamanlı olarak da bir ‘El Kaide operasyonu’ düzenledi. ‘Laik –ve de darbeci- terörist’ Ergenekoncular’ın derdest edilmesinin yanı sıra ‘dinci teröristlere karşı mücadeledeki kararlılığın’ da sergilenmesi, AKP hükümetinin elini bir hayli güçlendirdi: İslamcı AKP, ister laik ister İslamcı bütün ‘terörist’ örgütlerle ve ‘demokrasi düşmanları’yla mücadelede kararlıydı!
”ABD ile Türk Genelkurmayı‘nın onayı ve desteğiyle “iç güvenlik”le ilgili olarak düzenlenen bu operasyonlar sayesinde kamuoyu desteği artan AKP, bu durumdan, hiç zaman geçirmeden ikinci ve asıl operasyona girişebileceği sonucunu çıkardı. Hükümet, “üniversitelerde türban kullanımını serbest bırakma” vaadini, daha önce açıklanmış olan “yeni anayasa” çerçevesinden ayırdı ve yalnız bu konuyla ilgili küçük bir anayasa değişikliğini gündeme getirdi.” (bkz: http://sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/turban_neyi_ortuyor.asp). Ancak, darbeci ulusalcılar karşısında ardı ardına elde ettiği bu kısmi “zafer”lerin etkisi altında olan AKP, “türban” konusunda acele etmişti. Bu konuda anayasanın 10. ve 42. maddelerinde MHP’nin desteğiyle yapılan değişiklik Anayasa Mahkemesi’nden dönecekti.
Türk Ortodoks Patrikhanesi basın Sözcüsü Sevgi Erenerol’dan, gazeteci Güler Kömürcü’ye ve Vedat Yenerer’e, İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ümit Sayın’a, Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Emin Gürses’e, “sosyetik kuyumcu” Hayrettin Ertekin, gazeteci, yazar Orhan Tunç ve kapatılan Noel Baba Vakfı’nın kurucusu Muammer Karabulut’a, Cumhuriyet Gazetesi’nin İmtiyaz Sahibi ve gazeteci İlhan Selçuk’a ve İşçi Partisi genel başkanı Doğu Perinçek’e kadar çok sayıda “ulusalcı”, işte, ordu üst kademesinin sivil Kemalistleri giderek “yalnız” bıraktığı o süreçte tutuklandı.
“Ergenekon soruşturması” kapsamında gözaltına alınan ve tutuklanan emekli askerlere yukarıda değindik… Onları –ki önümüzdeki günlerde yenileri eklenebilir- geleneksel bürokratik seçkinlerin, Türkiye’deki siyasi sistemin kapitalist küreselleşme sürecine uygun biçimde yeniden düzenlenmesinde ödemeyi göze aldıkları “bedel” olarak görebiliriz.
Özetle, “Ergenekon soruşturması”, bir yanıyla, AKP hükümeti ile Genelkurmay’ın, her ikisinin de kendi evini -laik ya da dinci- ulusalcı “gelenekçi”lerden temizlediği; yani, siyasi sistemin küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda daha esnek ve hızlı işlemesine yönelik adımları atarken –ve de bu adımların bir parçası olarak- kendisine “çekidüzen vermek” zorunda kaldığı sürecin bir parçasıdır.
Ulusalcı “Sosyalist”ler
Bir yılı aşkın süredir –kısa aralar hariç- Türkiye’nin gündemini belirleyen bütün bu gelişmeler karşısında “sosyalist” solda iki temel yaklaşımın egemen olduğunu görüyoruz. Bunları, “emperyalizmin oyunu” ve “bizim sorunumuz değil” biçiminde özetleyebiliriz.
“Ergenekon soruşturması”nın ardında “ulusal bağımsızlığımızı tümüyle (sahi, yüzde kaç?!) ortadan kaldırmak isteyen emperyalizm”i gören ulusalcı “sol” için çok fazla söyleyecek bir şey yok. Çünkü, AKP’de küresel sermayenin ve kapitalizmin siyasi temsilini değil ama “emperyalizm uşaklığı”nı ve “şeriat”ı gören; dolayısıyla, ona karşı mücadeleyi kapitalizm karşıtlığı ve işçi sınıfı ekseni yerine “yurtsever”, “anti-emperyalist”, “demokratik”, “laik” vb. cepheler üzerine kuran bu “sol”, “şeriat karşıtı” ulusalcıların potansiyel müttefiki konumunda. Dahası, onların, sahip oldukları tek ülkede sosyalizm programlarıyla, “emperyalizm karşıtlığı”nın en radikal noktasında, en fazlasından, bir zamanların Arnavutluk’una ya da günümüzdeki son Stalinist diktatörlük olan Kuzey Kore türü bir modele varabilirler (onların, bu ve benzeri Stalinist diktatörlükleri, iplikleri fazlasıyla pazara çıkmış olduğu için, artık açıkça savunamamaları söz konusu gerçeği değiştirmiyor).
Çoğu “eski resmi” Stalinistlerden oluşan bu önderlikler, eski Arnavutluk ya da bugünkü Kuzey Kore örneklerinin ne işçi sınıfı ne de gençlik için “çekici” olmadığını bildikleri için, bütün siyasi faaliyetlerini, “emperyalizm ve şeriat karşıtlığı” kuru bir “AKP karşıtlığı” üzerine kuruyorlar. Onların, iktidardaki bu burjuva partisinin küresel sermaye yanlısı politikalarından kopacak kitleleri kazanıp AKP’ye alternatif olacakları hayalini kurduklarını sanmıyoruz. Ama kapitalizmin kronikleşmiş krizinin yol açacağı kaçınılmaz yıkımın ardından, işçi sınıfının sosyalist programının gerçekleşmemesi durumunda, ister istemez içe kapanacak bir toplumda kendi zamanlarının geleceğini düşünüyor olmaları mümkün.
Şimdi de ulusalcıları kendi planlarıyla baş başa bırakarak, küçük burjuva sosyalistlerinin, “Ergenekon bizim sorunumuz değil” havasında olan kanadına değinelim.
Ergenekon “bizim sorunumuz”dur
İşçi sınıfının sınıflar mücadelesinde bağımsız siyasi bir özne olarak yerini alması için, bütün diğer mülk sahibi sınıflardan ideolojik kopuşunu sağlaması, kuşkusuz, belirleyici öneme sahip. Ancak “ideolojik bağımsızlık”, yalnızca mülk sahibi sınıflardan bağımsız politika yapmanın ve iktidarı alarak üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının önkoşuludur. Yani bağımsız politik tutumla tamamlanmamış bir “ideolojik bağımsızlık”, onu formüle eden “önderlik”ler açısından entelektüel bir tatminden, emekçi kitleler için ise gevezelikten ibaret kalmaya mahkumdur.
Bu yüzden, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığını gerçekleştirme; yani somut duruma uygun talepleri ve onlara uygun örgütsel biçimleri üretme yönünde adımlar atmayan/atamayanlar, kendilerine ne tür etiketler yapıştırırlarsa yapıştırsınlar, bilerek ya da bilmeyerek, toplumsal gelişmeler karşısında duyarsız kalıyor, işçi sınıfının toplumsal gelişmelere müdahale yeteneğini daha baştan kırıyor ve onu mülk sahibi sınıflardan birine yedekliyorlar demektir. Böylesi bir tutum, özellikle de egemen sınıfların içinde bulunduğu siyasi kriz ortamında, telafisi son derece güç sonuçlara yol açabilir.
“Ergenekon soruşturması”nın işçi sınıfının çıkarları adına başlatıldığını yalnızca deliler söyleyebilir. Ancak, küresel sermayenin çıkarlarının savunucusu AKP ile ulusalcı – darbeci seçkinler arasındaki bu çatışmaya “hangi tarafın kazanacağı önemli değil” tavrıyla yaklaşmak da, daha “akıllı” bir tutum olmayacaktır.
Dolayısıyla, biz, “Ergenekon soruşturması”nı, eski dönemin kurumsal çerçevesinin tümüyle değiştirilmesi ve ABD-AB eksenli küreselleşmeci stratejilere uyumlu hale getirilmesi konusunda sermayenin farklı kesimleri arasında yaşanan mücadelede bir “mevzi savaşı” olarak ele alıyoruz. Ancak, ısrarla yineliyoruz: İşçi sınıfı ve öncelikle onun sosyalist önderliği olma iddiasındaki çevreler de, sonuçları yalnızca TC Devleti sınırları içinde kalmayacak olan bu “çatışma” karşısında, “bu bizim savaşımız değil; bizi ilgilendirmez” deme lüksüne sahip değildir.
“Ergenekon soruşturması” sürecinde açığa çıkan ulusalcı-darbeci çete, daha önce 12 Mart’ta, 1 Mayıs 1977’de, K. Maraş’ta, Çorum’da, 12 Eylül’de, 1990’ların Kürtlere yönelik “kirli savaş”ında, “faili meçhul” cinayetlerde, Azerbaycan’daki darbe girişiminde, Sivas’ta, Susurluk’ta, Şemdinli’de vb. onlarca kez karşılaştığımız, kontrgerilla, süper NATO, derin devlet vb. adlarla anılan gizli NATO örgütlenmesinin bir parçasıdır. Bu örgütlenmenin Stalinist diktatörlüklerin çökmesi, Soğuk Savaş’ın bitmesi vb. nedenlerle, “dağılmış”, “yeniden biçimlenmiş”, “hedeflerini çeşitlendirmiş ve farklılaştırmış” … olması, onun en başta işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı olduğu gerçeği değiştirmiyor.
AKP hükümeti, “Ergenekon soruşturması”nı, elbette, bu örgütlenmeyi ortadan kaldırmak için başlatmadı. Ancak Marksistler, ilk olarak, siyasi önderliklerin -iktidarlar da dahil- attıkları adımların ya da aldıkları kararların ardında maddi dinamiklerin (son tahlilde üretici güçler ile üretim ilişkilerinin) yattığını; onların –farkında olsunlar ya da olmasınlar- bu adımları kafalarına göre atmadıklarını / atamadıklarını bilirler. Bu, “Ergenekon soruşturması”nın AKP’nin demokrasi aşkından ya da Başsavcı’nın kahramanlığından kaynaklanmadığı; maddi bir gereksinime denk düştüğü anlamına gelir.
Yine, tarihin, yönetimlerin bambaşka “niyet”lerle attıkları bir adımın hiç ummadıkları sonuçlara yol açtığının sayısız örneğiyle dolu olduğunu unutmamalıyız (örneğin, Sırp Prensini vuran terörist, bu eylemi, I. Dünya Savaşı’nı çıkartmak için yapmamıştı). Özetle, bambaşka gerekçelerle de olsa, atılan her bir adım, maddi koşulları var olduğunda, diğer aktörlerin sürece katılımıyla, kaçınılmaz biçimde o koşulların gerektirdiği bambaşka sonuçlara yol açar. Bu da, “Ergenekon soruşturması” açısından şu anlama gelir: İşçi sınıfının ve sosyalistlerin müdahalesi, özellikle de içinden geçmekte olduğumuz derin kriz ortamında, bu davayı, soruşturmayı başlatanlarının hayal bile edemeyeceği noktalara ulaştırabilir.
AKP iktidarı, hangi öznel niyetlerle olursa olsun bir adım atmış ve Türk devleti içinde onyıllardır hüküm süren faşizan ulusalcı bir kanadın varlığını –bir kez daha- gözler önüne sermiştir. Bu noktada sosyalistleri ilgilendiren, AKP’nin “gizli gündem”i değil; varolan somut durum ve bu durumdan işçi sınıfının tarihsel çıkarları yönünde nasıl yararlanacağıdır.
Örneğin sosyalistler, “küresel sermayenin gerici temsilcisi ve de İslamcı AKP’ye karşıyız” diyerek, ulusalcı-laik darbecilerden yana tavır alıp onları “ilerici ve emperyalizm karşıtı” mı ilan etmeli? İyi ama, bu durumda, tam da egemenlerin dayattığı “ulusalcı laik diktatörlük – küreselleşmeci demokrasi” ikilemine düşülmüş olmaz mı?
Bize göre, “Ergenekon soruşturması”nda –gizliden gizliye ya da açıkça bu tavrı alıp- darbecilere açıkça karşı çıkmayanların, örneğin, 12 Eylül askeri darbesinden hesap sorması mümkün değildir. Bu “sosyalist”lere, CHP lideri Baykal’ın açıkça ortaya koyduğu “milletimizin gözbebeği kahraman Türk ordusunun” darbeci generallerini savunma tavrını anımsatıyoruz. Var olan çizgilerini gözden geçirmemeleri durumunda, ister istemez, Baykal’la aynı noktaya gelecek olan bu “sosyalist”ler, işçi sınıfını, küçük burjuvazinin bu ulusalcı faşizan temsilcilerine yedeklemektedirler. Bu çizginin ayrılmaz ve tanımlayıcı bileşeni, bu küçük burjuva sosyalistlerinin bugüne kadarki bütün söyleminde ve eyleminde açıkça görüldüğü üzere ulusalcılıktır. Ulusalcılığın da işçi sınıfının ne tarihsel ya da “güncel” çıkarlarıyla ne de sosyalizmle bir ilişkisi vardır.
Peki, bütün bu söylenenler, sosyalistlerin, küresel sermayenin gerici temsilcisi AKP’nin ardında hizaya geçmesi gerektiği anlamına mı geliyor? İnsanın bu tespitlerden böyle bir sonuç çıkarması için, ya işçi sınıfının bağımsız siyasi önderliğinin inşasına ve tarihsel rolü konusunda iflah olmaz bir güvensizlik taşıması ya da art niyetli olması gerekir.
Bizim, AKP’nin küresel sermayenin bu topraklardaki siyasi temsilcisi olduğu konusunda hiç bir kuşkumuz yok. Ancak, Marksistlerin, bunu söylemekle yetinmeyip; işçi sınıfının geniş kesimini bu burjuva partisine yedeklenmekten kurtaracak politikalar üretmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu politikalar da ulusalcı değil enternasyonalist olmak zorundadır!
Marksist tavır
Bu nedenle, Marksist solun sahip olduğu bütün sınırlılıkların bilincinde olarak, “Ergenekon Davası”na ilişkin şu taleplerin yükseltilmesini öneriyoruz:
1) “Ergenekon”da adı geçen, başta Genelkurmay eski başkanı Özkök olmak üzere emekli ve görev başındaki bütün askerlerle siviller soruşturmaya dahil edilmelidir.
2) “Ergenekon”, 1 Mayıs 1977’den Susurluk ve Şemdinli’ye kadar, işçi sınıfına, sosyalistlere ve Kürtler’e yönelik bütün cinayetler, provokasyonlar ve katliamlarla bağlantılıdır; bunlara ilişkin dosyalar da soruşturma kapsamına alınmalıdır.
3) Bütün bu davaların mağduru olan kişi ve kurumlardan bir komisyon oluşturulmalı; bu komisyon TBMM tarafından kabul edilmeli; onun içinden seçilecek bir başka komisyonla işbirliği içinde ve bütün çalışmaları halka açık olacak şekilde, “Ergenekon davası”na “müdahil” olmalı.
4) “Ergenekon soruşturması” siyasi bir davadır; dolayısıyla, TBMM devreye girmeli, anayasanın geçici 15. Maddesini kaldırarak, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açmalı; başta Kenan Evren olmak üzere, 12 Eylül’ün yaşayan bütün generalleri ve polis şefleri tutuklanmalıdır.
5) “İşçi sınıfının önderi” olduğunu iddia eden, gerçekte ise sermayenin gardiyanlığını yapan sendika bürokrasileri de, iddia ettikleri gibi işçi sınıfının çıkarlarını savunan “demokrat”lar iseler, “12 Eylül anayasası”ndan ve yasalarından sızlanma ikiyüzlülüğünü bırakıp, hükümeti ve Meclis’i bu yönde zorlayacak adım atmak zorundalar.
Bütün bunları önerirken, ne Meclis’in ve oradaki burjuva partilerinin ve sendika bürokrasilerinin gerici karakterini göz ardı ediyoruz. AKP’nin, aynı önceki hükümetler gibi, istemesi durumunda gerekli değişiklikleri şimdiye kadar çoktan yapmış olabileceğini ve 12 Eylül darbecilerini yargılamış olabileceğini biliyoruz. 12 Eylül darbecilerinin savunucusu olan Meclis’in sözde “İnsan Hakları İnceleme Komisyonu”nun, 2007 baharında, “Ayışığı” ve “Sarıkız” adlı darbe girişimi iddialarını araştırmaya karşı çıktığını da unutmuyoruz.
Okurlarımız, bir kesimi AKP hükümetinin ve küresel sermayenin hizmetçiliğini yapan, diğer kesimi de “laik” ulusalcı çığlıklar eşliğinde darbecilere yedeklenmiş olan sendika bürokrasilerine ilişkin en küçük bir hayal kırıntısı bile taşımadığımızı bilirler. Bütün bu talepleri önermekteki amacımız, başta AKP olmak üzere, burjuva partilerinin ve sermayenin “sosyalist” ya da “demokrat” maskeli hizmetçilerinin gerçek yüzünün açığa çıkmasını sağlamaktır. İşçi sınıfının bağımsız (enternasyonalist sosyalist) siyasi önderliğini inşaya giden yolun taşlarının, yalnızca, sosyalistlerin bu tür talepleri yükseltmesiyle ve güçleri oranında savunmasıyla döşeneceğini düşünüyoruz.