Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Ekim Cuma günü, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin 2014-2015 öğretim yılı açılış töreninde yaptığı konuşmada, polisi ve askeri, protesto gösterileri karşısında “gereğini yapmaya” çağırdı.
Konuşmasında, hükümetin Irak ve Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) tavır almamasını kınamak ve Kobani ile dayanışmak amacıyla düzenlenen gösteriler sırasında yaşanan çatışmalara değinen Erdoğan, “Her şey ortada, bölücü terör örgütü baş sorumludur. Çocukların eline taş verenler, silahı verenler, polislerimizi şehit edenler ortada. Bütün bunlara karşı polisimiz ne yapacak? Hâlâ kalkan mı tutacak? Kusura bakmasınlar, kimse de bu konuda bize akıl vermesin. Artık ne polisimizin ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır.” dedi.
Erdoğan, kendisinden beklendiği üzere, göstericilere yönelik polis şiddetinden, silahlı dinci-faşist saldırganlardan ve provokatörlerden söz etmedi. O, bunun yerine, Kobani’nin “bahane” olduğu masalını yineledi ve eylemleri, “eski Türkiye’nin diriltilmesi gayreti” olarak tanımladı. Erdoğan, 2013 yazındaki Gezi Parkı eylemlerini ve Aralık 2013’teki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını da benzer şekilde, “darbe girişimi” ilan etmişti.
Erdoğan’ın her kitlesel protesto hareketini “darbe girişimi” ya da “eski Türkiye’nin diriltilmesine karşı gayret” sayması, “normal” koşullar altında, bir tür “Mursi sendromu” olarak görülebilirdi. Ama bu sözler, başını ABD’nin çektiği emperyalist devletlerin IŞİD’in Irak’ın önemli bir bölümünü ele geçirmesini bahane olarak kullanarak Ortadoğu’da yeni bir savaş başlattığı; Ankara’nın Suriye’nin işgali planlarında başrol oynama arzusunun kabardığı; Türkiye ile İsrail’in desteğiyle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık ilanının eşiğine geldiği; milliyetçi Kürt önderliklerinin emperyalist devletlerin vekil gücü olmaya soyunduğu ve nihayet, Türkiyeli emekçiler ile gençliğin işsizlik-yoksulluk-baskı çemberinde patlama noktasına geldiği bir dönemde söyleniyor.
Dolayısıyla, fiilen hem hükümetin hem de devletin “başında” olan Erdoğan’ın, “Yapılması gereken neyse devlet olarak bunları bütün kurumlarımızla şu anda yapmanın kararlılığı içindeyiz. Bedeli ne olursa olsun, anladıkları dil neyse o dille onlara yaklaşacağız, konuşacağız.” sözleri, yeni bir terör döneminin başladığının işaretidir ve ciddiye alınmalıdır.
IŞİD’in Kobani’ye saldırmasından yararlanarak, “tampon bölge” adı altında Suriye’ye yönelik askeri harekata hazırlanan AKP iktidarı, içeride, olası her türlü protesto gösterisini kanlı bir şekilde ezmeye ve gerekirse sıkıyönetim ilan etmeye hazırlanıyor.
Devletin en yetkili temsilcisinin işçilere ve gençlere yönelik bu tehditlerinin, büyük patronlar tarafından memnuniyetle karşılandığı ortada. Onlar, AKP iktidarının Suriye’ye savaş yöneliminin, burjuva medyanın estireceği propaganda rüzgarı eşliğinde, işçi sınıfı ve gençlik içinde birikmiş toplumsal öfkeyi yapay bir “dış düşman”a yönelteceğini; işçi sınıfını savaş koşullarında çok daha azgın bir sömürüye tabi tutacaklarını ve savaş ortamında patlayacak bir işçi hareketini ezmenin daha kolay olacağını çok iyi biliyorlar.
Erdoğan’ın tehditlerinin hedeflerinden biri de, günlerdir protesto gösterileri düzenleyen ve hem devlet terörüne hem de faşist saldırılara maruz kalan Kürt emekçileri ve gençliğiydi. Buna karşılık, Kürt önderliklerinin Erdoğan’a ve AKP iktidarına ciddi bir tepki göstermesini bekleyenler yanıldılar. HDP’nin, Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) ve Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) eş genel başkanları ile Halkların Demokratik Kongresi’nin eş sözcüleri, Erdoğan’ın tehditler yağdırdığı gün yaptıkları ortak açıklamada, Öcalan’ın çağrısına uygun olarak, “KCK yönetiminin… tansiyonu düşürecek bir gayret içinde olmasını” diledi. “Bizler hem ülke içinde, hem de dışında halklarımıza yönelen tehdidi Hükümet ile birlikte çalışarak bertaraf etmek istiyoruz.” denilen açıklamada, hükümetin “Kobani’ye insani yardımların geçişine izin veriyor olması… önemli ve olumlu bir tutum olarak” değerlendirildi.
Geçen haftaki protesto gösterilerinde yaşananların “provokasyon” olarak değerlendirildiği açıklamada, iktidarın ve faşist çetelerin estirdiği teröre değinilmezken, AKP iktidarının “Kobani konusunda attığı olumlu adımlara (sınırdan yaralı ve insani yardım geçişinin kolaylaştırılmasına ek olarak) devam etmesi” istendi. Ortak açıklamaya göre, HDP, DTK ve DBP, “güvenlik güçlerinin göstericilere dönük şiddet kullanmasının önüne geçilmesini, provokatörlerin örgütlediği sivil grupların halka dönük saldırılarının mutlaka önlenmesini ve tansiyonu düşürecek mesajların verilmesi hususlarında daha özverili davranmasını bekliyor.”
Kürt milliyetçileri (ve onların kuyruğunda politika yapan sahte sol), AKP iktidarı ile işbirliğini bozmamaya kararlı olduklarını, HDP’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ın bir önceki gün Diyarbakır’da düzenledikleri basın toplantısında ortaya koymuştu. Onlara göre, Kürt halkının yaşadığı “kırılmalar”ın nedeni, IŞİD’in saldırıları karşısında “Arkalarında güçlü devletlerin, Türkiye devletinin olmadığını hissetmiş” olmasıydı.
O “güçlü devletler”, yani emperyalist güçler Kobani’deki IŞİD mevzilerini bombalıyor ve “Türkiye devleti”, bu terörist örgüte karşı mücadele bahanesiyle Suriye’ye girmek üzere askeri müdahale için sınıra yığınak yapıyor.
HDP ve onun kuyruğundaki sahte sol, bir yandan AKP iktidarının ve emperyalist devletlerin önünde yerlere kapanır ve kitlesel protestolara son vermek için elinden geleni yaparken, aynı zamanda, sahte bir emperyalizm ve savaş karşıtı söylemden de vazgeçmiyor. Onlar, DİSK, KESK, kimi meslek örgütleri ve derneklerle birlikte 10 Ekim günü yaptıkları ortak açıklamada, “Hükümet Suriye’ye ve Rojava bölgesine yönelik savaş siyasetine son vermelidir. Sınır ötesi harekat, tampon bölge, uçuşa yasak bölge gibi müdahaleci planlardan vazgeçilmelidir.” dediler ve “AKP hükümetinin kışkırtmaya çalıştığı Suriye’ye dönük olası bir emperyalist müdahalenin de karşısında” olacaklarını açıkladılar.
Onlar, Ankara’nın “Kobanê’nin düşmesine ve bunu izleyecek bir katliama seyirci kalmaması” gerektiğini söylüyor ve iktidardan, “direnişin ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli yardımların yapılabileceği bir yaşam koridoru açmasını” istiyorlar.
Öte yandan, Irak’taki ve Suriye’deki Kürt önderliklerin, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerle son derece sıkı ilişki içinde olduğu, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (KBY) yüzlerce Amerikalı “askeri danışman”ın bulunduğu, emperyalist devletlerden KBY’ye silah ve lojistik sevkiyatı yapıldığı bir sır değil. Dahası, KBY yetkilileri ile Öcalan, HDP ve Suriye’deki Demokratik Birlik Partisi (PYD), AKP iktidarı ile sürekli dirsek teması içinde.
Bütün bunlar, Türkiye burjuvazisi ve AKP iktidarı ile Kürt önderlikleri ve sendikalar arasında, Ortadoğu’nun hızla ivme kazanan emperyalist yeniden paylaşımından pay kapma konusunda bir uzlaşma sürecine işaret etmektedir.
Sahte bir “barış ve demokratikleşme” adı altında yıllardır biçimlenen ve taraflardan her biri daha fazlasını elde etmek istediği için kaçınılmaz iniş-çıkışlar yaşanan bu süreç, ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya askeri olarak yeniden dönmesiyle birlikte iyice hız kazanmış durumda.
Dahası, geniş emekçi kitlelerin ve gençliğin IŞİD gibi barbarlıkta sınır tanımayan bir örgütün estirdiği terör karşısında duyduğu haklı öfke, yoğun medya bombardımanı ve kimlik politikacısı küçük burjuva solu sayesinde, emperyalist güçlerin ve yerel egemenlerin elini büyük ölçüde güçlendiriyor. Büyük şirketlerin ve hükümetin denetimindeki medya, IŞİD’in, ABD emperyalizmi ile Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletlerin Suriye’deki BAAS yönetimine karşı finanse ettiği ve silahlandırdığı onlarca Sünni İslamcı örgütten biri olduğu gerçeğini gizlemek için elinden geleni yapıyor. Medya, ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin IŞİD’e karşı mücadele maskesi altında, Ortadoğu’nun zengin enerji kaynakları ve ucuz işgücü üzerinde egemenlik peşinde koştuğunu; bu müdahalenin, ABD’nin Rusya’ya ve Çin’e yönelik küresel stratejisinin bir parçası olduğunu da anlatmıyor.
Kapitalist çıkarlar uğruna tırmandırılan militarizmi ve savaşları “insani” gerekçelerle işçi sınıfına ve gençliğe pazarlamakla görevli medyada boy gösteren burjuva politikacıları ve akademisyenler, gerçekleri gizlemek ve çarpıtmak için en pervasız yalanları söylemeye hazır olduklarını her gün yeniden kanıtlıyorlar.
Toplumsal Eşitlik, yıllardır, küresel krizin, başta ABD olmak üzere, emperyalist devletleri hızla savaşa ve diktatörlüğe sürüklediğini; Ortadoğu’daki emperyalist müdahalelerin kalıcı olduğunu ve kaçınılmaz bir şekilde bölgesel (hatta küresel) bir savaşa yol açacağını; başta Türkiye olmak üzere, bölgedeki hiçbir devletin bu savaşın dışında kalamayacağını yazıyor.
Türkiye’deki gelişmelere küresel kapitalist sistemin ekonomik dinamiklerinden hareketle, uluslararası ve tarihsel bir perspektifle yaklaşan Toplumsal Eşitlik, AKP iktidarı ile Kürt önderlikleri arasında başlatılmış olan “barış süreci”ni de, ilk günden, emperyalizm yanlısı, yayılmacı ve gerici, işçi sınıfı düşmanı bir politika olarak mahkum etmişti. Yıllardır, hele de son bir yıldır Ortadoğu’da ve Türkiye’de yaşananlar, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde ve Toplumsal Eşitlik’te bu konuda yayımlanan makalelerin ardında yatan Troçkist perspektifi çarpıcı bir biçimde doğruluyor.
Bütün küçük burjuva akımların, “insan hakları”, “demokrasi” ve “kendi kaderini tayin hakkı” adına doğrudan ya da dolaylı olarak destek verdiği emperyalist müdahaleler eşliğinde tırmanan militarizm, burjuva anlamda bile olsa, demokrasi ile bağdaşmamaktadır. Gençleri ölmek ve öldürmek için cepheye göndermenin tek yolu, işçi sınıfına boyun eğdirmek, mülk sahibi sınıflardan bağımsız her türlü muhalif işçi hareketini, öncelikle de enternasyonalist sosyalist hareketi ezmektir.