Ekonomik büyüme ve Merkez Bankası’nın yeni müdahalesi

Geçtiğimiz haftalarda ekonomi cephesinde iki gelişme dikkat çekti. Bunlardan ilki Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı 2010 yılı büyüme rakamları. İkincisi ise, Merkez Bankası’nın (MB) geçtiğimiz yılın Eylül ayında başlattığı zorunlu karşılık oranlarındaki artış eğilimini mart ayında da sürdürmesi.[1] Birbirlerinden farklı iki gelişme olarak karşımıza gelen ve üzerinde çok durulmayan bu konular, önümüzdeki dönem özellikle seçimlerden sonra gerek ekonomik gerekse siyasi gündemin merkezinde yer alacağa benziyor.

İzleyenler bilirler. TÜİK verilerine göre Türkiye, Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesi olarak açıklanırken, rakamlarda yıl bazında 8.2 son çeyrekte ise 9.2 büyüdü.[2] Büyümenin lokomotifinin inşaat sektörü ve imalat sanayi olduğunu belirtelim. Bu büyüme rakamlarının açıklandığı günün hemen öncesinde MB Para Kurulu, bankaların zorunlu karşılıklarında artış ısrarını sürdürdüğünü açıladı. Aynı kurulun daha önceki kararlarından da bilindiği üzere, esas amaç, öncelikle kısa vadeli sermaye girişiyle artan istikrarsızlığı aşmak, emtia fiyatlarında rekor artışın önünü kesmek ve enflasyondaki tırmanışı durdurmak olarak açıklandı. Bu defa zorunlu karşılık oranı ortalama 4 puan arttırılırken bankaların kredi faaliyetini yüzde 20 oranında azaltarak cari açığın daha fazla büyümesinin önüne geçilmek isteniyor.

Büyüme ve daralma adımları birlikte atılıyor

TÜİK verileriyle birlikte Merkez Bankası’nın bu kararı birbirinden bağımsız değerlendirildiğinde -ki fazlasıyla bu yöntem kullanılıyor- gerek AKP iktidarı gerekse patronlar açısından oldukça önemli çıkarsamalar yapılmaya devam ediliyor. Özellikle büyüme rakamları açılandığında iktidar kanadından ve patron örgütlerinden olumlu açıklamalar basında oldukça geniş yer tuttu. Açıklamalarda istikrar vurgusu yapılırken G-20 ülkeleriyle yapılan karşılaştırmalar öne çıkan değerlendirmelerdendi. Diğer yandan Merkez Bankası’nın son kararına baktığımızda önceki kararlarda olduğu gibi, çoğu kişide şaşkınlık yaratsa da eleştiriler cılız kaldı. MB’nin bu kararında iktidar etkisinin fazlasıyla görüldüğünü ekleyelim. Yaklaşık 6 aydır Ali Babacan’ın özellikle bankalara yaptığı uyarılar bu gelişmelerin habercisi niteliğindeydi.

Milli hasılanın 1.1 trilyon dolara, kişi başına düşen gelirin ise 10 bin dolara ulaşmasına rağmen, MB kararlarının arkasında hizaya geçilmesinin önemli bir anlamı var. Büyüme rakamları her ne kadar AKP tarafından seçim öncesi, hem içeride hem dışarıda propaganda olarak kullanılıyor olsa da iç talebe ve yaygın kredi genişlemesine dayalı bu büyüme, AKP iktidarıyla birlikte patronları ciddi önlemler almaya itiyor.

Politika faizinde düşüş, zorunlu karşılıklarda artış

Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde ekonomide yaşanan bu önemli kırılma (büyüme) başta AKP üyeleri tarafından çoğu kez dile getirildi. Ekonominin aşırı ısındığı ve soğutulması gerektiği yönündeki açıklamalar başta başbakan olmak üzere birçok kişi tarafından ifade edildi. TL’nin aşırı değerlenmesi ithalatı yaygınlaştırarak cari açıkta artışa yol açarken ihracatçıların zarar etmesi üzerine Başbakan Erdoğan MB’nin dolar rezervlerini arttırmasını talep etti. İthalata dayalı büyümenin yarattığı gerginlik MB’nin dolara müdahalesiyle aşılmaya çalışılmış fakat istenilen sonuçlar elde edilememişti.

Bu gelişmeler sonrasında Ali Babacan’ın mevcut bankalarının yöneticileriyle 2010’un son günlerinde yaptığı toplantılar, ısınan ekonomi, genişleyen kredi ağı ve sıcak para girişinde artan kaygıların bir sonucuydu. BBDK verilerine göre nakdi kredilerin, bir yılda yüzde 48,3 artarak 469,4 milyar liraya çıkması hükümeti harekete geçirdi. Bu rakamlarla birlikte sık sık TL’nin Dolar ve Euro karşısında değer kazanmasında payı büyük olan bu gelişmelerin, özellikle ihracatta düşüşe yol açması ve doğrudan sermaye yatırımlarının ve istihdamın önünde engel olarak görülmesi, Merkez Bankası’nın bu yönde karar almasına yol açtığını hatırlatalım. MB, kısa vadeli sermaye girişlerini engellemek için politika faiz [3] oranlarında indirime giderken, bankaların aynı kısa vadeli sermaye riski üzerinden kredibilitesini düşürmek için zorunlu karşılık oranlarında artışa giderek hükümetin uyarılarına karşılık vermiş oldu.

Merkez Bankası Para Kurulu geçtiğimiz yılın Mart’ından Aralık ayına kadar faizleri yüzde 7 seviyesinde tutmasına rağmen Aralık ayında 0.50 puanlık bir indirimle faizleri 6.50’a indirmişti. Bankaların mevduat faizlerinde indirim yaparak karşılık verdiği bu gelişmenin yeterli olmadığı tespitinden yola çıkan Para Kurulu Ocak 2011 toplantısında -uluslararası piyasalarda bazı ülkeler faiz artışı yapsalar da- 0.25 baz puanlık indirimde bulundu. Sıcak para girişini engellemek adına böylelikle iki ayda politika faiz oranında 0,75 puan indirime gidilmiş oldu.

Hükümetin yoğun müdahalesiyle politika faiz oranlarının düşürülmesinin tek başına yeterli olmayacağı tespitinden yola çıkılarak zorunlu karşılıklarda artış tekrar gündeme geldi. Kısa vadeli spekülatif sermaye girişlerinin doğrudan yatırıma dönüşmesi için uygulanan bu faiz indirimine zorunlu karşılıklar da eklendi. Bankaların vadeli vadesiz mevduatlarının bir kısmının MB bankasında tutulması anlamına gelen bu uygulama ile bankaların kaynak maliyetleri arttırılarak kredi piyasasının genişlemesi durdurulmak istendi.

Bankalar bir süre direndikten sonra teslim oldular

Geçtiğimiz yılın Eylül ayından Mart ayındaki müdahaleye kadar politika faiz oranlarındaki düşüş ve zorunlu karşılık oranlarındaki artış sonucu piyasadan 20 milyar dolar çekilmiş olsa da bankalar bu gelişmeyi kredi faiz oranlarına pek yansıtmamıştı. Bu ilk müdahalede çoğu banka kullandığı sendikasyon kredileriyle [4] bu maliyetten kurtulmaya çalışsa da ortaya çıkan bu maliyeti büyük ölçüde mevduat hesaplarında uygulanan faizlerde düşüşe giderek gidermeye çalıştı. Bu gelişmenin ardından AKP iktidarı ısrarını sürdürürken ocak ayındaki son düzenleme Garanti Bankası’nın ve Denizbank’ın faiz oranlarını yükseltmesiyle sonuçlandı. Ulaşılan sonuçtan ve genişlemesi durmayan kredi ağından rahatsız olan iktidar her türlü önlemin alınacağını açıkladıktan birkaç gün sonra Merkez Bankası zorunlu karşılık oranlarını birkaç puan daha arttırdı.

Bundan böyle bankalara yatırılan 1 aya kadar mevduatın yüzde 15’i, 3 aya kadar mevduatın ise yüzde 13’ü Merkez Bankası’na aktarılacak. Bankaların 4 Şubat’tan itibaren her 100 liralık vadesiz mevduatın 12 lirasını Merkez Bankası’na aktarılırken; bugün bu tutar 15 TL’ye çıkmış oldu.[5] Bu kararın ardından piyasadan toplam 41.3 milyar TL likidite çekilmesi planlanırken Nisan’ın 4’ü itibariyle bütün bankalar başta konut ve taşıt kredileri olmak üzere bireysel ve ticari kredi faiz oranlarında artırıma gitti.

Ekonomik daralma ve kriz algısı arttı

AKP her ne kadar büyüme rakamlarının “olumlu tablo”sunu fazlasıyla dillendirse de bu durum, zorunlu karşılıkla azaltılmaya çalışılan kredi genişlemesinin iç talepteki artışın zorunlu sonucuydu. Açıklanan bu büyüme rakamlarının en başında inşaat sektörünün (yüzde 17.1 büyüdü) gelmesi elbette şaşırtıcı değil. Kredi faiz oranlarında son yıllarda yaşanan düşüş özellikle konut kredilerinde yaygınlaşırken ekonomin can damarı olarak ifade edilen inşaat sektöründeki genişlemenin en önemli etkeni olmuştur. Otomotiv sektörü de dahil imalat sanayin büyüme rakamlarında ilk sıralarda yer alması aynı genişlemenin sonuçlarındandı. MB tarafından alınan son kararla birlikte bu genişlemede bir durgunluk olacağı kimse için sır olmazken bankalar Ali Babacan’ı inşaat sektörü ve otomotiv sanayinin yaşayacağı sorunlar üzerine uyardı. Zorunlu karşılıklarda yaşanacak artışın konut ve taşıt kredilerine yansıtılmaması gerektiği başta bankalar ve inşaat firmaları tarafından belirtilse de MB ve Ali Babacan bu uyarıları dikkate almadı. Özellikle dünya inşaat sektörünün büyüklüğünün 7.2 trilyon dolar olduğu ve rakamın 10 yıl içinde 12.7 trilyon olacağı tespitleri yapılırken bu sektörde bir daralmanın yaratacağı gerilim binlerce kişinin işsiz kalması anlamına geleceği ifade edildi.[6] Dahası başta Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerde son aylarda yaşanan gelişmeler üzerine faaliyetleri azalan inşaat firmaları bu daralmanın etkilerini daha fazla yaşayacak.

Zorunlu karşılıklardaki artış ve ek vergilerle kaynak maliyetleri arttırılan bankaların önümüzdeki dönemlerde vergi ve kaynak maliyetlerin daha uygun olduğu ülkelere sermaye ihraç etmeyi daha fazla düşünüleceği Bankalar Birliği’ndeki görevinden ayrılan Özince tarafından ifade edildi. Özellikle 135 milyar TL öz kaynağa sahip Türk bankacılığın önümüzdeki günlerde bölge ülkelerine daha fazla sermaye transferi yapacağı belirtiliyor. İşbankası, Ziraat Bankası ve Vakıfbank’ın özellikle Irak, Suriye, Balkanlar ve Kafkaslar’da faaliyetini arttırması, yeni şubeler açması bu yöndeki önemli bir eğilimi fazlasıyla ifade ediyor. [7]

Bitirirken…

2010 yılının son dönemlerinde Başbakan Erdoğan’ın ağzından sıcak para girişlerinin önlenmesi ve ısınan ekonomin soğutulması üzerine açıklamaları fazlasıyla dinledik. Bu açıklamaların, hisse senedi, iç borçlanma kağıtları, mevduat olarak Türkiye’de bulunan yabancı kaynaklı sıcak paranın Eylül 2010 itibarıyla 118 milyar dolara yükseldiği, dolayısıyla bir önceki yıla oranla yüzde 44 artığı bir döneme denk gelmesi oldukça önemli. Brezilya gibi birçok ülkenin Tobin vergisi olarak adlandırılan farklı enstrümanlarla sermaye girişlerini kontrol etmeye çalıştıklarını biliyoruz. Son dönemde özellikle kısa vadeli sermaye girişlerinde yaşanan artışa yapılan vurguların bizzat hükümet kanadından geliyor olması bu yönde karar alınacağı hakkında bir fikir veriyordu. Oysa kendisi hakkında sıcak para girişini desteklediği gerekçesiyle eleştirilen AKP hükümeti, bu eleştiriler karşısında, söylenenleri sermaye karşıtlığı olarak damgalayıp piyasayı küreselleşmeyi anlamayanların ekonomik statükoculukta ısrarlı olduklarını belirterek bu tutumun yanlışlığına dikkat çekiyordu.

Enflasyonla mücadele etmek amacıyla Çin, Rusya gibi birçok ülke 2010 yılında zorunlu karşılık oranlarını defalarca arttırdı. Son Davos zirvesinde özellikle 2011 yılında dünya çapında bir enflasyonist baskının yaşanacağı tespitleri Türkiye’de atılan adımları anlamak açısından önemli olduğunu eklemeliyiz.

AKP, kredi genişlemesinin bir sonucu olarak ekonomik büyüme rakamlarının önemine vurgu yaparken bir yandan daralma tedbirlerini almaya devam ediyor. Son altı ayda MB’nin döviz rezervleri başta olmak üzere ekonomiye defalarca yaptığı müdahale tek başına enflasyonist baskıyla elbette açıklanamaz. Özellikle kısa vadeli sermaye girişlerinin ortaya çıkardığı risk algısının olası bir ekonomik krizle bütün dengeleri ortadan kaldırmasından korkulmakta.

Bugün AKP ve patronlar kriz tespitlerini herkesten daha fazla yapıyorlar. Müdahalelerin anlamını bu minvalde değerlendirmek fazlasıyla önemli. Yalnız bu müdahaleler olası krizleri engellemeye yönelik adımlar olarak karşımıza çıksa da başta inşaat ve imalat sanayinde yaşanacak bir daralma içerde daha kapsamlı krizlerin sorumlusu olabilir. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin bölgede uzun vadede yaratacağı belirsizlik bu müdahalelerle birçok şirketin kapanmasını ve yüz binlerce kişinin işsiz kalmasına yol açabilecek dinamikleri taşımaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir