Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 7 Şubat’ta The Guardian gazetesine verdiği röportaj, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki gerilimleri açığa vurdu. Gerilimler, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervleri üzerine emperyalist devletler ve bölge ülkeleri arasında tırmanan çıkar çatışmalarıyla tetiklenmiş görünüyor.
Britanya’da yayımlanan The Guardian gazetesinden Luke Harding, Rusya’nın Kırım’da yaptığının benzeri şekilde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etme olasılığını sorunca, Akıncı, “Umarım böyle bir şey kimsenin aklında yoktur. Bu korkunç bir senaryo,” yanıtını verdi.
Akıncı röportaj sırasında başka bir soruya verdiği yanıtta, “İkinci bir Tayfur Sökmen olmayacağım şeklindeki söylemim kayıtlardadır. Tayfur Sökmen, Hatay’ı Türkiye’ye bağlayan kişidir. Bu benim vizyonuma tamamen terstir,” diyor ve şunları ekliyordu: “Fakat kesin olan bir şey var ki bir dönüm noktasına geldik. Bu kadar yıldan sonra belirleyici bir andayız diyebilirim. Ya federal bir yapı altında yeniden birleşme olacak – çünkü her iki tarafın da kabul edeceği ve uluslararası desteği alabileceğimiz başka bir seçenek görmüyorum – ya da Türkiye’ye daha çok bağımlı hale geleceğiz.”
Akıncı’nın Türkiye’ye bağlanma olasılığı karşısındaki sözleri ve Türkiye ile “ana-yavru vatan” ilişkisini reddetmesi Türkiye egemenlerinin hem iktidardaki hem de muhalefetteki temsilcileri tarafından şiddetli tepki ve kınamalarla karşılaştı.
Akıncı’yı özür dilemeye çağıran Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Sözcüsü Ömer Çelik, “Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Kıbrıs Türk’ünün haklı davasına yapılan bu saldırıyı kınıyoruz…” ifadelerini kullandı. Çelik ayrıca Akıncı’yı Kıbrıs Rum yönetiminin “sözcüsü gibi davranmakla” suçladı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise, “başka konuları malzeme ederek Türkiye’ye saldırmayı tercih ediyor. Biz müzakere sürecinde çok şey yaşadık. Ben böylesine dürüst olmayan bir siyasetçiyle hiçbir yerde çalışmadım,” dedi.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, “Akıncı’nın Cumhurbaşkanlığından derhal istifa ederek emaneti Kıbrıs Türklüğünün iradesine tevdi etmesi kaçınılmaz bir sorumluluktur. Mustafa Akıncı’nın onurlu ve şerefli hareket ederek görevinden affını istemesi yegane beklentimiz ve temennimizdir” diyor ve Akıncı’nın “Enosis’in yörüngesine çoktan girmiş” olduğu suçlamasında bulunuyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Türk egemen sınıfının çıkarlarını ilgilendiren her önemli gelişmede yaptığı gibi, Akıncı’ya karşı iktidar partileri tarafından yürütülen kınama korosuna katıldı. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanının sözleri büyük talihsizliktir ve son derece vahimdir. Hele hele konuşmasının içinde yersiz ve anlamsız bir biçimde Sayın Tayfur Sökmen’in adını geçirmesi kabul edilebilir bir husus değildir.”
Öztrak, Akıncı’nın açıklamasının “Olsa olsa içerideki seçim baskısı nedeniyle tarih bilincinden yoksun sarf edilmiş” sözler olduğunu düşünse de, gerçekte gerek Akıncı’nın açıklaması gerekse Türkiye egemen sınıfının bir bütün olarak tepkisi, günlük değil stratejik çıkarların belirleyici olduğunu gösteriyor. 1974’te bir iç savaş ile bölünen ada şimdi Akdeniz’de artan kapitalist paylaşım mücadelesi nedeniyle büyük bir savaşın merkezi olmaya doğru ilerliyor.
Kıbrıs’ın bölünmesi
Yunanistan’da 1967’de yapılan darbeyle “albaylar cuntası” kurulmuş ve Kasım 1973’te Tuğgeneral Dimitrios Yuannides ikinci bir darbe yaparak ülkenin yönetimine el koymuştu. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başpiskoposu ve Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan III. Makarios, Yunanistan’daki cunta tarafından desteklenen EOKA-B’nin darbe yapacağına ilişkin istihbarat raporları üzerine 25 Nisan 1974’te bu örgütü yasadışı ilan etti ve 2.000’e yakın EOKA üyesini tutukladı. “Bağlantısızlar Hareketi”nin önderlerinden olan ve bir süredir “Doğu Bloku”na yakınlaşan III. Makarios, bununla da yetinmedi ve Temmuz 1974’ün başında Yunanistan cumhurbaşkanından, Yunan askerlerini adadan çekilmesini istedi. Bu arada, Kıbrıs’ta askerler ile polisler arasında çatışmalar başladı.
III. Makarios’un açıkça tavır aldığı Yunanistan’daki ABD yanlısı cunta, 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs Ulusal Muhafız Birliği’nin komutanının değiştirilmesini talep etti. Muhafız Birliği, aynı gün Lefkoşa’daki Başkanlık Sarayı’nı basacak, Cumhurbaşkanı III. Makarios ise önce Baf’a ardından da Akrotiri’deki Britanya üssü üzerinden Londra’ya kaçacaktı. III. Makarios, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 16-17 Temmuz tarihlerindeki toplantılarına cumhurbaşkanı olarak katıldı ve “Kıbrıs’ın bağımsızlığının ortadan kalktığını ve halkının tehlike altına olduğunu” belirterek, Yunanistan’daki cuntanın kınanmasını talep etti. Aynı gün NATO yayımladığı bir bildiriyle Yunanistan’daki cunta yönetimini uyardı.
Başbakan Bülent Ecevit’in diplomatik görüşmeler yapmak üzere Londra’ya gittiği sırada acil olarak toplanan TBMM, 20 Temmuz 1974 günü hükümete genel savaş açma yetkisi verdi; aynı gün 14 ilde sıkıyönetim ilan eden hükümet, Kıbrıs’a askeri birlikler sevk etti. Türk ordusu Lefkoşa’nın bir bölümünü ve Girne gibi Türklerin yaşadığı kentleri işgal ederken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 21 Temmuz tarihli 353 sayılı kararının 5. maddesi gereği, 22 Temmuz 1974 tarihinde ateşkes ilan edildi. 23 Temmuz günü, büyük bir toplumsal muhalefetle karşı karşıya kalan ve arkasındaki NATO-ABD desteğini yitiren Yunanistan’daki cunta, iktidarı Karamanlis’e bırakırken, Kıbrıs’ta da Sampson’un yerine Klerides geçti. 25 Temmuz’da Cenevre’de başlayan görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanınca, Türk ordusu 13 Ağustos’ta ikinci bir harekat başlatarak, üç gün içinde Lefke ve Magosa’yı ele geçirdi. Bu ikinci harekat, Yunanistan’ın, “üyesi olan iki ülke arasındaki çatışmayı durduramadığı” gerekçesiyle NATO’nun askeri kanadından ayrılmasına yol açtı.
Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta gerçekleşen darbeler ile Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgali, Vietnam’da yenilgiye uğrayan ABD’nin, aynı süreçte hızla Moskova ile yakınlaşan ve NATO’nun baskılarına karşı direnen III. Makarios yönetimini devirerek Doğu Akdeniz’de elini güçlendirmeyi amaçlayan planları çerçevesinde gerçek anlamını kazanmaktadır.
Kıbrıs’ın Türkler ve Rumlar arasında bölünmesiyle ve Türkiye’nin gözetiminde uydu bir Türk devletinin (KKTC) kurulmasıyla sonuçlanan yaklaşık 45 yıllık gelişmeler, SSCB ile “Doğu Bloku”ndaki bürokratik diktatörlüklerin çökmesinin ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (güneydeki Rum yönetimi) Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin ardından, emperyalistler açısından oldukça karmaşık, Türkiye devleti açısından ise son derece stratejik bir karakter kazandı. Son yıllarda Doğu Akdeniz’de bulunan enerji kaynakları ise Kıbrıs üzerine var olan çatışmaları yalnızca daha da derinleştirmiştir.
Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynakları
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki gerilimler, Doğu Akdeniz’deki gerilimlerin hızla tırmandığı ve bölgenin yeni bir dünya savaşı için parlama noktasına dönüştüğü koşullarda ortaya çıktı.
Geçtiğimiz yıllarda Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs çevresinde bol miktarda enerji kaynağının varlığının keşfiyle birlikte bu bölgedeki gerilimler şiddetlendi. Güney Kıbrıs yönetimi, İsrail, Mısır, Britanya, Fransa, ABD, Rusya, Katar, Güney Kore, İtalya, Yunanistan gibi çok sayıda ülkeden şirketlere hidrokarbon arama lisansı verdi ve komşularıyla doğalgaz hatları projelerine imza attı.
Türkiye ise Kuzey Kıbrıs ile hidrokarbon arama çalışmaları başlatırken Güney Kıbrıs’ın imzaladığı anlaşmaların geçersiz olduğunu ilan etti. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında, Akdeniz’in güneyindeki Libya’da bulunan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı devreden çıkarmayı umduğu bir münhasır ekonomik bölge antlaşması imzaladı. Aynı anda Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni, Fransa, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi güçler tarafından desteklenen rakip Libya hükümetine bağlı Halife Hafter güçlerine karşı açıkça destekledi ve geçtiğimiz ay ülkeye asker gönderdi.
Stratejik açıdan da büyük önem taşıyan Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına sahip olma mücadelesi ve emperyalist devletlerin elde edeceği kazançtan kırıntılar kapma yönündeki çabalar bu bölgeyi bir patlama noktasına dönüştürdü ve bütün taraflar askeri yığınağa başladılar. ABD ve Fransa gibi emperyalist güçlerin yanı sıra Rusya da bölgede deniz kuvvetlerine sahipken, Britanya’nın da Kıbrıs’ta askeri üsleri bulunuyor. Türkiye de donanmasını takviye ediyor. (Bkz. Deniz Kurdu 2019 ve Doğu Akdeniz’deki savaş tehlikesi)
Akıncı’nın sözlerinin anlamı
Tüm bu gerilimlerin ortasında kalan Kuzey Kıbrıs yönetiminin başındaki Mustafa Akıncı, ülkesinin mevcut durumunun artık sürdürülemez hale geldiğinin bilincinde görünüyor. Kuzey Kıbrıs’ın ya Türkiye tarafından ilhak edileceği ya da Güney Kıbrıs’ın içinde bir azınlığa dönüşeceği yönündeki endişelerini sıralarken, adanın kuzeyindeki zayıf burjuvazinin Kıbrıs’ın iki devletli bir federasyon içinde birleşmesinden ve olabildiğinde bağımsız çıkarlarını ileri sürebilmesinden yana olan kesimlerinin sözcülüğünü yapıyor.
Akıncı çözüm olarak AB’yi işaret ediyor: “Teorik olarak tüm adanın AB’ye ait olduğu bir yerden bahsediyoruz. Gerçekte ve fiziksel olarak yarısı öyle ama bizim vizyonumuz federal çatı altında yeniden birleşme ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’de olmasıdır. Buna karşı olacak her şey bizim vizyonumuza terstir. Ve bizim ana çıkarlarımıza da terstir.”
Akıncı’nın önerdiği ve yıllardır Kıbrıs Türklerinin önemli bir kesiminin tezi olan emperyalistler garantörlüğünde bir federasyona 2004 yılında oldukça yaklaşılmıştı. Annan Planı olarak anılan bu Birleşmiş Milletler çözümü, Türk ve Rum kesimleri arasında bölünmüş Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneriyordu.
Plana göre adanın Britanya üsleri dışında kalan kısımları bağımsız ve federal bir devlet biçiminde birleştirilecekti. Bakanlıkların en az üçte biri Türklerden oluşurken, devlet başkanlığı ve başbakanlık makamları Türkler ile Rumlar arasında 10 ayda bir el değiştirecekti. Nisan 2004’te adanın her iki tarafında yapılan referandumlar ile oylamaya sunulan plan, Türk tarafından yüzde 64,91 oranında kabul gördüğü halde Rum kesimi oylarının yüzde 75,38’i hayır şeklinde olduğundan hayata geçirilememişti.
Türkiye egemen sınıfının AKP liderliğinde AB’ye üyelik peşinde koştuğu, dünya çapında göreli ekonomik büyümenin devam ettiği, Ortadoğu’daki emperyalist savaş katliamının bugünkünün çok gerisinde olduğu ve Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerine bir kapışmanın söz konusu olmadığı bir dönemde gerçekleşmeyen planın, kapitalizmin dünya çapında krizinin derinleştiği, emperyalistler arası kaynak ve pazarlar uğruna çatışmaların tırmandığı, Afrika’dan Asya’ya kadar olan bir bölgenin savaş alanına çekildiği bir dönemde gerçekleşmesini ummak ne anlama geliyor?
Akıncı ve onun temsil ettiği Kıbrıs Türk burjuvazisinin önemli bir kesimi Kıbrıs’ın gerginleşen Doğu Akdeniz krizinin, yani çatışmanın merkezinde kalacağını, Türkiye’nin politikasının da bu durumu sadece hızlandırdığını görüyor. Rakip devletlerin birbiri aleyhine kaynaklardan daha fazla pay alma rekabetinin doğuracağı bir savaş yerine, tarafların emperyalistler garantörlüğünde anlaşarak pastayı paylaşmasını ve böylece savaş ihtimalinin uzaklaştırılacağı yönünde hayaller kuruyor. Ancak kesin olan şey, bir zamanlar Türkiye tarafından da desteklenen, Avrupalı emperyalist güçlerin Kıbrıs’ın AB içinde birleşmesini içeren liberal burjuva çözümünün artık masada olmadığıdır. Bugün ABD ve onun Avrupalı müttefikleri başta olmak üzere emperyalist güçlerin tek çözümü, kaynaklar uğruna savaş hazırlığıdır.
İşçi sınıfının Kıbrıs sorununa çözümü
Bugün Kıbrıs’ın iki gerici kapitalist yönetim ve arkalarındaki güçler arasında bölünmüşlüğünün çözümü, Doğu Akdeniz’de, Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı sosyalizm mücadelesi ile doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm ve ulus devlet sistemi içinde bugüne kadar ileri sürülen tüm çözüm önerileri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kıbrıs’ı yeniden birleştirebilecek ve Doğu Akdeniz’de ve dünyanın herhangi bir yerinde savaş tehlikesini ortadan kaldırabilecek tek güç, emperyalist savaşa karşı sosyalist bir program uğruna mücadele eden uluslararası işçi sınıfıdır.
Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin karşı karşıya oldukları sorunlar için tek ilerici ve kalıcı çözüm, sadece Kıbrıs’taki değil ama Türkiye’deki ve Yunanistan’daki burjuva rejimlerin de yıkılmasından ve bölgede tüm sınırları ortadan kaldıran, emperyalist güçlere ve savaşa karşı dünya işçilerine başvuran sosyalist bir federasyonun kurulmasından geçmektedir.