DİP’in yeni dip noktası

Devrimci İşçi Partisi (DİP), geçici seçim hükümeti üzerine yaptığı 31 Ağustos tarihli değerlendirme ile birlikte, reform-devrim, burjuva politikası-işçi sınıfı politikası, sınıf işbirlikçiliği-sınıf mücadelesi gibi bütün temel ayrım noktalarında birincilerden yana olduğunu, bir kez daha, açık bir şekilde ilan etti.

DİP’in, adındaki “devrimci” ve “işçi” sıfatlarının ne denli ikiyüzlü ve sahte olduğunu gözler önüne seren, “Partilerden bağımsız, Tayyip Erdoğan’a bağımlı hükümet”1 başlıklı bu değerlendirme, aynı zamanda, Pablocu oportünizmin, uluslararası işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin karşısında, geri dönülmez biçimde emperyalist-kapitalist sistemin yanında yer aldığına ilişkin bütün tespitlerimizin çarpıcı bir doğrulanmasıdır.

Öncelikle, DİP’in seçimlere ve geçici seçim hükümetine ilişkin değerlendirmesinin bütünüyle izlenimci, eklektik ve faydacı burjuva dünya görüşüyle damgalandığını belirtmek gerekiyor. Bu değerlendirmede, emperyalist sistemin derin krizine, dünya çapındaki savaş ve diktatörlük yönelimine, Ortadoğu’daki emperyalist müdahalelere, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve toplumsal çöküşe ya da bu maddi temeller üzerinde yükselen sınıf mücadelelerine ve meclisteki burjuva partilerinin, özellikle de HDP’nin tüm bunlara ilişkin yaklaşımına dair tek bir sözcük bile yer almamaktadır.

DİP’e göre, Türkiye, küresel kapitalist sistemden yalıtılmış, onun yapısal çelişkilerinin tetiklediği sınıf mücadelelerinden arınmış bir şekilde, “Başyaver Ahmet Davutoğlu eliyle” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın keyfine göre yönetilen bir ülkedir.

DİP, AKP iktidarının son dört yıldır yaşadığı derin krizin, 2008’deki küresel mali çöküşle, Mısır’da 2011’de yaşanan devrimci halk hareketiyle, ABD’nin “Asya’ya dönüş” adı altında başlattığı savaş yönelimiyle; Suriye’deki vekil savaşı ve genel olarak Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da tırmanan emperyalist müdahalelerle olan doğrudan bağlantısını ısrarla gizliyor. Bu bir rastlantı ya da unutkanlık değildir. DİP, bu yolla, siyasi varlığını yörüngesinde sürdürmeye çalıştığı burjuva Kürt hareketi ile Ortadoğu’nun ABD emperyalizmi eliyle yeniden biçimlendirilmesi arasındaki organik bağı gözlerden kaçırmaya çalışmaktadır. Ama atasözünde belirtildiği gibi, artık “mızrak çuvala sığmıyor.” Dünyada, PKK’nin ve onun Suriye kolu olan PYD/YPG’nin, sözde IŞİD’e karşı mücadele adı altında kurulmuş olan emperyalist koalisyonun yeni vekil gücü/müttefiki olarak savaştığını ve kendi burjuva hedefleri peşinde koştuğunu artık bilmeyen kalmamış durumda.

DİP, AKP iktidarının, son birkaç ay içinde, emperyalist müttefikleri ile arasında son yıllarda yaşanan gerilimi azaltma yönünde önemli bir adım atmış ve İncirlik üssünü ve bölgedeki diğer havaalanlarını onların kullanımına açıp, “IŞİD karşıtı koalisyon”da “daha aktif” bir rol oynamaya karar vermiş olduğundan da söz etmiyor. Ona göre, ordu ve kolluk güçleri ile PKK arasında patlayan çatışmalar, iktidar ile HDP arasındaki ilişkiler ve bir bütün olarak Türkiye iç politikası ile Suriye’deki ve Irak’taki yağmacı savaşlar arasında hiçbir bağlantı bulunmuyor.

Özetle, DİP, alttan alta yaşanmakta olan ekonomik krizin, yüzlerce insanın yaşamına mal olan çatışmaların ve olağanüstü hal uygulamalarının eşlik ettiği diktatörlük yöneliminin gerçek nedenleri hakkında tek söz etmeyerek ve meseleyi sadece HDP eksenli bir AKP karşıtlığı üzerinden ve bütünüyle ulusalcı bir gözlükle ele alarak işçi sınıfını perspektifsiz bırakmakta ve burjuvaziye hizmet etmektedir.

DİP, süreci şöyle özetliyor: “Bu hükümet, 7 Haziran’da halktan şamarı yedi ve istifa etti. Buna rağmen ülkeyi üç ay daha yönetti ve savaş çıkardı. Ama Erdoğan, 7 Haziran sonuçlarını kendi açısından kabul edilemez gördüğü için erken seçime gitmeye karar verdi.” Ne kadar basit değil mi? Bu basitlik boşuna değil. DİP, böylece, HDP’nin yedeğinde burjuva siyaset kurumuna dahil olma çabasını, her şeyin sorumlusu olarak gösterdiği Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidardan indirilmesi talebiyle meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Yanlış anlaşılmasın. DİP, mevcut iktidarın devrimci bir işçi sınıfı hareketi eliyle alaşağı edilmesini savunmuyor. DİP’in, “baş düşman” Erdoğan’ın ve AKP iktidarının bütünüyle mevcut anayasal sınırlar çerçevesinde, seçimler yoluyla devrilmesini savunduğunu ve bu işi de bir burjuva partisi olan HDP’ye havale ettiğini görmek için, HDP’ye parlamentoda bu yönde neler yapması gerektiği yönünde akıl vermek üzere yazılan makalelerine bakılması yeterli olacaktır. (Siyaset sahnesine çıktığı günden bu yana yaptığı tüm açıklamaları ve pratiği, DİP’in reformist/parlamentarist ve sınıf işbirlikçisi sicilini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.)

Ama DİP, 31 Ağustos tarihli değerlendirmesinde, geleneksel sınıf işbirlikçisi cephe/blok çizgisinin ötesine geçmekte ve tam bir siyasi ve entelektüel aldatmaya başvurarak, Marksistlerin hiçbir burjuva hükümete katılmayacaklarına ilişkin ilkesel pozisyonlarını çarpıtmaktadır.

II. Enternasyonal oportünistlerini aratmayan bir şekilde, Levent Tüzel’in geçici seçim hükümetinde bakanlık görevini kabul etmemesini eleştiren DİP, açıkça, sosyalistlerin, burjuva hükümete katılabileceğini savunmaktadır. DİP’e göre, Levent Tüzel’in, “demokratik olduğu için” değil ama “AKP savaş hükümeti kurmayı istediği için… oyunu bozmak için” bu geçici seçim hükümetinde “yer alması gerekirdi!”

DİP, bu “oyun”un nasıl bozulacağını da anlatıyor: “Bakanlar Kurulu kararnamelerini imzalamayarak. Bir bakan olarak mecliste ve medyada savaş aleyhine konuşarak. Kürt şehirleri ve kasabaları vahşice saldırıya uğradığında kırmızı plakalı araçla oraya giderek halkın yanında yer almakla!”

Burjuva devletin yönetim organında yapılacaklara ilişkin bu öneriler, sözde bir “sosyalist”in, emekçi kitleler içinde burjuva devletin karakterine ilişkin büyük yanılsamalar yaratmasını savunmaktan başka bir şey değildir. DİP’e göre, 6 milyon oy almış bir partinin kitlesini savaşa karşı seferber etmemesi o partinin açık sınıf karakterini göstermezken, burjuva hükümette yer alan bir burjuva bakanın “mecliste ve medyada savaş aleyhine konuşması” çok büyük bir önem taşımaktadır. Marksistlerin, neredeyse 150 yıldır savunduğu, savaş karşıtı mücadelenin temel öznesi olarak işçi sınıfının devrimci seferberliğinin yerine bir bakanı geçirmek! İşte oportünizm ve sahte sol budur.

İşin ilginç yanı, DİP önderlerinin, bir yandan HDP’nin, “oyunu bozmak” amacıyla burjuva geçici hükümete katılmasını desteklerken, aynı zamanda, başbakanın HDP’yi, “Kürde vebalıymış gibi davranan bir başbakana ‘evet’ demek zorunda bırakmış” olmasını “Utandırıcı!” bulmasıdır.

Ama hepsi bu değil. DİP, “Şimdi deneyimli ve ardında bir sosyalist örgüt olan Levent Tüzel çekilince, iki deneyimsiz bakan AKP’nin kurtlar sofrasında rehine olarak kalmıştır! Bir fırsat daha tepilmiş olmaktadır,” diye sızlanıyor ama aynı duyarlılığın milyonda birini, emperyalist kapitalist sistemin açlığa, sefalete ve savaşlara mahkum ettiği yüz milyonlarca emekçi karşısında sergilemiyor, sergileyemiyor.

DİP, hükümete katılma kararından vazgeçen Levent Tüzel’in, siyasi yaşamındaki muhtemelen tek doğru tavrından dolayı HDP’li iki burjuva politikacısının “AKP’nin kurtlar sofrasında rehine olarak kalmış” olduğundan yakınırken, aslında şunu söylemektedir: Biz, HDP’den ya da kendi partimizden milletvekili seçilerek mecliste olsaydık, bu burjuva hükümete katılır ve “iki deneyimsiz bakanı kurtlar sofrasına rehin bırakmazdık.” Elbette, “oyunu bozmak” için!

DİP’in bu tavrı, Marksist işçi hareketi içinde, 19. yüzyılın sonlarında Almanya’da ortaya çıkmış olan Bernsteincı revizyonizmin ve onun Fransa’daki ifadesi olan Millerandcılığın savunusudur. Millerand, 1899 yazında Fransa’da kurulan Waldeck-Rousseau’nun başkanlığındaki burjuva hükümete “sosyalist” sanayi ve ticaret bakanı olarak katılmıştı. Geçerken, Fransız İşçi Partisi içindeki oportünist eğilimin, Millerand’ın burjuva hükümete katılmış olmasını, “cumhuriyetin tehlikede olduğu olağanüstü koşullar”a gönderme yaparak gerekçelendirdiğini belirtelim. Dönemin sosyal demokrat partileri içindeki burjuva ideolojisinin ifadesi, uluslararası bir eğilim olan oportünizme Rusya’da bayrak açan Lenin’in, Ne Yapmalı?’da2 Millerandcılık hakkında yazdıkları, bugün DİP için de geçerlidir:

Gerçekten de, eğer Sosyal Demokrasi, özünde salt bir reform partisi ise ve bunu açıkça kabul etme cesaretine sahip olmak zorundaysa, bir sosyalist, yalnızca bir burjuva hükümete katılma hakkına sahip olmakla kalmaz, onun, her zaman bunu gerçekleştirmek için çaba harcaması da gerekir. Eğer demokrasi, özünde sınıf egemenliğinin ortadan kaldırılması anlamına geliyorsa, sosyalist bir bakan, neden tüm burjuva dünyasını sınıf işbirliği üzerine söylevlerle büyülemesin ki? O, [bu bakan –çev.], sınıfların demokratik işbirliğinin gerçek niteliği işçilerin jandarmalar tarafından kurşunlanarak öldürülmesi eliyle yüzlerce ve binlerce kez gözler önüne serildikten sonra bile, neden hükümette kalmasın? O, Fransız sosyalistlerinin şimdi darağaçlarının, kırbaçların ve sürgünlerin kahramanı dedikleri çarı kutlamaya neden kişisel olarak katılmasın? Ayrıca, sosyalizmin bütün dünyanın gözü önünde bu mutlak aşağılanmasının ve kendi kendini küçük düşürmesinin ödülü; emekçi kitlelerin sosyalist bilincinin –zaferimizi garanti altına alabilecek biricik temelin– yozlaştırılmasının ödülü, gerçekte burjuva hükümetlerden çok daha da fazlası elde edilmiş olan son derece sefil reformlara yönelik şatafatlı projelerdir!

Bernstein’ın ve Millerand’ın adlarıyla anılan bu oportünist eğilim, birkaç yıl içinde, II. Enternasyonal’in partilerinin neredeyse tamamını ele geçirecek ve onların I. Dünya Savaşı’nda “kendi” burjuvazilerinin emrine girmesinde belirleyici bir rol oynayacaktı. Bu oportünist eğilim, en başından itibaren, Lenin, Troçki, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gibi pek çok Marksist tarafından mahkum edilmişti. 1917 Ekim Devrimi’nin ardından kurulan, Lenin ve Troçki önderliğindeki Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre kararları, devlet, devrim, parlamento gibi konulara ilişkin bu Marksist yaklaşımı en berrak şekilde özetlemektedir.

DİP, uluslararası Marksist hareket içinde ortaya çıkan bu ilk önemli oportünist eğilimin sözcülüğünü, aradan yüz küsur yıl geçtikten sonra, insanlığın yeni bir emperyalist savaşın eşiğinde bulunduğu koşullarda ve akıl almayacak sığlıkta gerekçelerle yeniden diriltmektedir.

Bununla birlikte, DİP’in, Tüzel’in tavrı, EMEP ile HDP arasındaki ilişkiler konusunda yazdıkları ve “öngörü”lerine yaptığı göndermeler, onun önderliğinin teorik ya da siyasi “geriliğinin” ürünü bir “hata” değildir. Tersine, DİP önderliğinin Marksist teoriyi ve işçi hareketinin tarihini oldukça iyi bildiği şüphesizdir. Ancak onlar, savundukları politikanın, yani orta sınıfın toplumsal çıkarlarının sosyalist devrimde değil; kapitalist sömürünün devamında ve mevcut sistemi tehdit edecek her türlü bağımsız işçi hareketinin ezilmesinde yattığının farkındalar (DİP’in saf sendikalizmi için metal grevleri üzerine yazılarına bakılabilir).

Tüm oportünistlerde olduğu gibi, burjuva diktatörlüğünün kumanda organı olan hükümete katılma yönündeki bu coşkulu savunu, DİP’in sınıfsal yüzünü teşhir etmesinin yanı sıra, kapitalist sistemi meşrulaştırmaktan başka bir şeye hizmet etmemektedir.

Bununla birlikte, yazının başlığında kullandığımız “yeni dip noktası” ifadesi, DİP’in burjuva devlet karşısındaki oportünist tavrının ilk kez ortaya çıkmadığını ifade etmektedir. Bunların en uç örneklerinden biri, Mavi Marmara olayı üzerine ortaya çıkan Türkiye-İsrail gerginliği üzerine, o zamanki adıyla DİP-Girişimi’nden Levent Dölek’in, AKP hükümetine Türk donanmasını İsrail’e gönderme çağrısı yapan bir yazısıydı.3 Bu tavır, Toplumsal Eşitlik [o zamanki adıyla Sosyalizm] dışındaki bütün “sol” tarafından sessizlikle karşılanmıştı.

DİP’in son değerlendirmesinden anladığımız kadarıyla, geçici seçim hükümeti, bu sahte sol partiye, burjuva muhalefetin önüne yeni bir görev koyma (içeriden oyun bozma) fırsatı sunmuş durumda. DİP, HDP’li bakanlardan, “savaşa karşı muhalefeti bir an önce hükümetin içinden yükseltmelerini” talep ediyor! Bu, daha önce AKP iktidarına donanmayı İsrail’e gönderme çağrısı yapmış olan4 DİP’in, on yıllardır Stalinist bürokrasiye, sendikacılara ve burjuva Kürt hareketine devretmiş olduğu “muhalefeti yükseltme” işlevinde yeni bir adımdır. Bununla birlikte, onun Syriza’ya verdiği siyasi destek hatırlandığında, hiç de şaşırtıcı değildir.5

DİP ve bütün diğer sahte solcu çevreler, bir burjuva partisi olan HDP’ye verdikleri desteği, Lenin’in “Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır,” ifadesiyle özetlediği Marksist yaklaşımı açıkça reddederek, “savaşa karşı mücadele” ve kapitalist sistemi sorgulamayan bir “barış” söylemi ile destekliyorlar. Bu söylem, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki müdahalelerini destekleyen PKK ve HDP tarafından boşa çıkarılmaktadır.

DİP’in şu iki soruya yanıt vermesi gerekiyor: 1) Genel olarak emperyalizme ve ABD emperyalizminin şimdi sözde “IŞİD’e karşı mücadele” bahanesiyle Irak’ta ve Suriye’de sürdürdüğü yağmacı savaşa açıkça karşı çıkmadan; bu savaşta onun kara gücü işlevi gören güçlere (PKK/PYD-YPG dahil) yedeklenerek gerçek bir “barış” uğruna mücadele edilebilir mi? 2) Savaşa karşı mücadele, varlığını onun kaynağı olan –özellikle de Ortadoğu’daki felaketi yaratan– emperyalizme borçlu burjuva önderlikler altında verilebilir mi?

Marksistler, her iki soruya da açıkça “hayır” yanıtını verirler. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Temmuz 2014 tarihli açıklamasında belirtildiği gibi,

İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu bütün önemli konular (toplumsal eşitsizlikteki artış, otoriter egemenlik biçimlerine başvurma vb.) bu mücadelenin ayrılmaz bileşenleridir. Savaşa karşı mücadele olmaksızın sosyalizm uğruna; sosyalizm uğruna mücadele olmaksızın da savaşa karşı mücadele edilemez. İşçi sınıfı, savaşa, sosyalist bir program temelinde gençliğe ve ezilen kitlelere, yol göstererek karşı çıkmalıdır. Bu, siyasi iktidarı alma, bankaları ve büyük şirketleri mülksüzleştirme ve bir dünya sosyalist işçi devletleri federasyonunu inşa görevine girişme programıdır.6

DİP’in geçici seçim hükümetine ilişkin değerlendirmesi, HDP içindeki “bozuk düzen”e yönelik eleştiriler eşliğinde bir burjuva iktidara katılma savunusundan ibaret değil. DİP, değerlendirmesinin büyük bölümünde, koalisyon görüşmelerinden seçim hükümetine kadar atılan adımları anlatıyor ve Tayyip Erdoğan ile AKP’yi “1982 anayasasını bile demokrasi yönünden ihlal etmeyi başarmış bir ekip” olmakla suçluyor. DİP, Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun geçici seçim hükümetinde yer alan bakanları seçmesinin “tarihte görülmemiş” olduğunu ve onun “anayasanın 114. maddesinin öngördüğü hükümet formülü”nün bir koalisyon hükümeti şeklinde ele alınması gerektiğini vurguluyor. Ardından, diğer iki muhalefet partisini (CHP ve MHP), “Davutoğlu’nun bu şekilde yetki gaspına gitmesine ses çıkarmamış” olmakla eleştiriyor. DİP’e göre, bu, söz konusu partilerin “ne sefil muhalefet partileri olduklarını” göstermektedir.

DİP’in bütün bu değerlendirmeleri, bu düzenin, bir bütün olarak insanlığı felakete götüren kapitalist sistemi ve onun başlıca kurumlarından Avrupa Birliği’ni savunan, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki savaşlarının başlıca destekleyicisi olan, Yunanistan’daki Syriza’nın “kardeş partisi” HDP eliyle iyileştirilebileceği yanılgısını yaymaya hizmet etmektedir. Bu yüzden, DİP, bu kapitalist gericiliğin başını çeken devletlerden birinin hükümetine katılmayı, “Tayyip Erdoğan’ın, maslahatgüzarı Ahmet Davutoğlu eliyle yürüttüğü politikalara karşı, bakanlık konumunun yarattığı avantajları kullanarak savaşma koşulu ile anlamlı” bulmaktadır. Emperyalist sistemin ve Türkiye’deki rejimin, onun savunucusu bir parti eliyle iyileştirilebileceği yalanı bundan daha sinik bir şekilde ifade edilebilir mi?

DİP’in, bütünüyle mevcut siyaset kurumu çerçevesinde biçimlenmiş olan bu değerlendirmelerinde, onu herhangi bir liberal burjuva muhaliften ayırt eden tek bir nokta bile bulunmamaktadır. Bu durum, DİP’in 1.128 sözcükten oluşan yazısında kullanılan sözcüklerin basit bir dökümünde de görülüyor. Bu sahte solcu partinin değerlendirmesinde, işçi, işçi sınıfı, devrim, kapitalizm, emperyalizm ya da sosyalizm gibi sözcükler arayanlar boşuna uğraşacaklar. Yazıda, “devrimci” sözcüğü yalnızca partinin adında yer alırken, “burjuva” sözcüğü bir kez kullanılıyor.

Buna karşılık, geçici seçim hükümetine seçilmiş olan bakanların etnik kimliği, DİP’i fazlasıyla ilgilendiriyor. Daha önce ikiyüzlü bir şekilde de olsa arada kullandığı sınıf söylemini ve Marksist literatürden ödünç aldığı kavramları bütünüyle terk etmiş olan DİP önderliği, “Kürde vebalıymış gibi yaklaşan hükümet” ara başlığı altında, Davutoğlu’nun, “Kürt olmasın da sosyalist bile olabilir!” mantığıyla davrandığını iddia ediyor. DİP’e göre, Levent Tüzel’e bakanlık önerilmesinin nedeni, onun Kürt olmamasıdır! DİP’in bu yaklaşımı, yalnızca onun dünyaya burjuva kimlik politikaları ekseninden baktığını ve Kürt milliyetçiliğine yaltaklanmak için her şeyi yapabileceğini göstermiyor. DİP’in bu iddiası, aynı zamanda, asıl olarak sosyalizmin saygınlığını ortadan kaldırmak amacıyla söylenmiş açık bir yalandır.

Levent Tüzel, DİP’in iddia ettiğinin tersine, bir “sosyalist” değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. O, Stalinist bürokrasinin 1989-1991 sürecinde SSCB’de ve tüm Doğu Avrupa’da kapitalizmi restore etmesinin ardından işçi sınıfının devrimci kapasitesi ve sosyalizm konularındaki bütün umutlarını yitirmiş eski bir Stalinisttir. Tüzel ve sendika bürokrasilerinin ve sendikacılığın kararlı bir savunucusu olan EMEP, HDP’nin arkasında yürüyen ve aynı yazgıyı paylaştığı, DİP önderlerinin de dahil olduğu sahte solcu yol arkadaşları kadar “sosyalist”tir. Bu yüzden, EMEP’in, emperyalizmin işçi sınıfı içindeki ajanı olan Stalinizmin geleneğine uygun olarak, burjuva hükümete katılmaya ilkesel olarak karşı çıkmaması da bir tesadüf değildir.

Uluslararası alanda Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi, Türkiye’de ise Toplumsal Eşitlik, yıllardır, işçi sınıfını ve gençliği, sınıf perspektifinden bütünüyle uzaklaşmış ve devrim ve sosyalizm mücadelesi ile bağlarını kopartmış olan sahte solun, kapitalizmin çelişkilerinin doruk noktasına ulaştığı bu koşullarda, kaçınılmaz olarak emperyalizmin hizmetine girdiği konusunda uyarıyor.

Kapitalizmin krizi, artık, küçük burjuva soluna, emperyalizm ile işçi sınıfı ve kapitalist diktatörlük-savaş yönelimi ile sosyalist devrim seçeneği arasında sağa sola sallanma fırsatı tanımamaktadır. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm arayan herkes, işçi sınıfının uluslararası sosyalist devrim perspektifi ile çeşitli kılıklara bürünen ama her defasında kaçınılmaz olarak emperyalist sistemin ve burjuva egemenliğinin savunuculuğuna sürüklenen bir perspektif arasında tercih yapmak zorunda. Tarih, kendisine “sosyalist” diyen bütün çevreleri, bir kez daha safını belirlemeye zorlamaktadır: işçi sınıfı mı burjuvazi mi?

 

Dipnotlar:

2 V. İ. Lenin, Collected Works [Toplu Eserler], Moskova, Progress Publishers, Beşinci Baskı-1977, Cilt 5, s. 354.

3 Levent Dölek, “Siyonizmle Savaşmak”, 7 Haziran 2010. Erişim: https://gercekgazetesi.net/isci-mucadelesi-arsiv/siyonizmle-savasmak-levent-dolek-07-06-2010.

4 O zamanki adıyla DİP-Girişimi, 31 Mayıs 2010’da yayımladığı “Gemileri İsrail’den geri alın! Yardımı Gazze’ye çıkarın!” başlıklı bildirisinin sonunda, “Savaş gemilerini yollayın, yardım gemilerini İsrail’den geri alın!” çağrısı yapmıştı. Erişim: https://gercekgazetesi.net/isci-mucadelesi-arsiv/gemileri-israilden-geri-alin-yardimi-gazzeye-cikarin-dip-girisimi-bildirisi

6 DEUK, “Sosyalizm ve emperyalist savaşa karşı mücadele”, Temmuz 2014, Sosyalizm ve Savaşa Karşı Mücadele içinde, (İstanbul, Mehring Yayıncılık, 2017), s. 82.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir