Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından: Toplumsal çalkantılara ve siyasi krize doğru

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçiminin geçtiğimiz Pazar günü yapılan ilk turunda elde ettiği yüzde 51,8’lik bir oy oranıyla T.C’nin 12. cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) adayı Ekmeleddin İhsanoğlu oyların yüzde 38,5’ini, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) adayı Selahattin Demirtaş ise yüzde 9,8’ini aldı.

Seçimlere başbakan konumunda katılan Erdoğan’ın, seçim kampanyası sürecinde iktidar olmanın avantajlarından sonuna kadar yararlandığı ve devlet kaynaklarından rakipleri aleyhine yararlandığı sır değil. Buna karşılık, ne Erdoğan, beklediği bir seçmen desteği ile cumhurbaşkanı seçildi, ne de onun başlıca rakibi olan İhsanoğlu da umduğunu buldu. İhsanoğlu’nun elde ettiği oy, onu destekleyeceğini ilan etmiş olan diğer küçük burjuva partiler bir yana, CHP ile MHP’nin 30 Mart’taki yerel seçimlerde il genel meclisleri için almış olduğu toplam oyun bile çok gerisinde kaldı. Araştırmacıların basına yansıyan yorumlarına göre, MHP’nin bir ile birbuçuk milyon arasında oyu Erdoğan’a gitmiş; CHP seçmenleri ise ya seçimlere katılmamış ya da -daha küçük bir oranda da olsa- Demirtaş’a oy vermiş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmen desteğini hem batıda hem de Kürt illerinde arttıran tek aday, HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş oldu. Demirtaş, partisinin oylarını yüzde 10 sınırına yükseltmeyi başardı.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin en önemli özelliği, seçmen sayısındaki keskin düşüştür. 10 Ağustos’taki seçime, 55.764.412 kayıtlı seçmenden 14,668,054’ü katılmadı ki bu, son 12 yıl içinde gerçekleşen en düşük seçimlere katılma oranıdır. Başka şekilde ifade edersek, seçime katılan insan sayısı, dört buçuk ay önce yapılan yerel seçimler ile karşılaştırıldığında, seçmen sayısında 5 milyona yakın artış olmasına rağmen, 46.709.000’den (yüzde 89,4) 41.088.358’e (yüzde 73,7) geriledi.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasi bir yorumunu yapabilmek için, oy oranlarını bir yana bırakıp alınan oy sayısına bakmakta yarar var. Bunu yaptığımızda, Erdoğan’ın, 20.878.078 oy alarak cumhurbaşkanı seçildiğini görüyoruz ki bu, onun, AKP’nin dörtbuçuk ay önceki yerel seçimlerde il genel meclisleri için aldığı oydan (20.520.000) yalnızca 358.078 fazlasını elde ettiğini gösteriyor. Bu da, Erdoğan’ın yüzde 52’ye yakın orandaki oyunun, AKP’nin 30 Mart yerel seçimlerinde elde etmiş olduğu yüzde 43’e neredeyse eşit olduğu anlamına gelir.

Özetle, Erdoğan, bir “seçim zaferi” elde etmiş değildir. Dahası, Erdoğan, toplam seçmenlerin yalnızca yüzde 37,43’ünün; yani üçte birden biraz fazlasının oyu ile cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Buna karşılık, CHP ile MHP’nin adayı İhsanoğlu, onu destekleyen diğer küçük partiler bir yana, yalnızca bu iki partinin 30 Mart yerel seçimlerinde il genel meclisleri için almış olduğu oyun (19.337.000) çok gerisinde, 15.537.844 oy almış durumda. Buna, beş milyon dolayındaki yeni seçmen kitlesini eklersek, en büyük iki burjuva muhalefet partisinin uğramış olduğu ağır yenilgi hakkında daha yalın bir fikir sahibi olabiliriz. CHP-MHP’nin cumhurbaşkanı adayı İhsanoğlu, toplam seçmenlerin, yalnızca yüzde 27,86’sının desteğini almıştır.

HDP’nin cumhurbaşkanı adayı Demirtaş ise, partisinin 30 Mart yerel seçimlerindeki 2.895.000 olan oyunu 3.945.362’ye yükseltti. Yüzde 36 dolayında bir oy artışına işaret eden bu tablonun, HDP’yi yüzde 10 seçim barajının sınırına getirmesi açısından taşıdığı önem, bizzat Demirtaş tarafından ifade edildi. Bununla birlikte, HDP yöneticileri, en azından basına yansıyan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, bu başarının, büyük ölçüde CHP-MHP ittifakına duyulan tepkinin ve yüksek katılmama oranının bir sonucu olduğunun da farkındalar.

Erdoğan ile AKP kurmaylarının, seçim sonuçlarını, görece ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamasının arkasında bu tablo yatmaktadır. Zira AKP’nin kurmayları, Erdoğan’ın elde ettiği seçmen desteğinin, onun cumhurbaşkanlığı makamında sürdüreceği siyasi macerasını dilediğince sürdürmesine yetecek kadar güçlü olmadığının farkındalar. AKP’nin, başında Erdoğan gibi baskın bir önderin olmadığı koşullarda gireceği 2015 seçimlerinde, örneğin, başkanlık sistemine geçiş için gerekli anayasa değişikliğini yapmasına yetecek seçmen desteğini alması hiç de mümkün görünmüyor. Öte yandan, derin bir ekonomik durgunluğun ortasında, hem Ortadoğu’da hem de içeride ciddi siyasi sorunlarla karşılaşacak olan AKP’nin, Erdoğan gibi “despot” bir önderin yokluğunda, bunları “birlik ve beraberlik içinde” çözmesi giderek zorlaşacaktır.

“Erdoğan sonrası” döneme hazırlanan AKP, şimdi, yeni hükümeti kuracak ve partiyi Haziran 2015’te yapılması beklenen genel seçimlere götürecek olan yönetimini belirlemek üzere kongreye gidecek. Bununla birlikte, kongre için belirlenen tarih, Erdoğan’ın partiyi ve kurulacak olan hükümeti bütünüyle kontrol altında tutmaya kararlı olduğunu gösteriyor ki bu, AKP içinde yeni bir çatışmanın habercisidir. AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, partisinin yeni genel başkanı seçecek olan kongrenin 27 Ağustos’ta toplanacağını açıkladı. Bu, cumhurbaşkanlığı makamını 28 Ağustos’ta Başbakan Erdoğan’a devredecek olan Abdullah Gül’ün kongreye katılamayacağı ve partinin yönetiminde yeralamayacağı anlamına geliyor. Bu kararın, Gül’ün ekibinin “tasfiyesi” anlamına gelip gelmediğini şimdiden söylemek mümkün değil ama AKP içindeki hizipler arasında sürmekte olan mücadelenin Erdoğan’ın “Köşk”e çıkmasının ardından keskinleşeceğini öngörebiliriz.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde uğranan yenilginin CHP ile MHP’nin önderlikleri içindeki karşılığı, seçimin eşit olmayan koşullarda yapıldığı konusunda sızlanmak ve oy kullanmayan seçmenlere saldırmak oldu. MHP bir yana, baştan sona kibir, siniklik ve ikiyüzlülük kokan bu sızlanmalar ve saldırılar, yalnızca, emperyalist merkezlere ve egemen sınıflara yaranmak için her şeyi yapmaya hazır olan Kemalist siyasi seçkinlerin ve onların başlıca destekleyicisi olan DİSK bürokrasisinin siyaseten sefil durumunu gözler önüne sermektedir.

Bütün aşırı-sağ partiler gibi güçlü bir şef kültüne sahip olan MHP’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan siyasi fiyaskonun ürünü olan bu krizi aşması görece kolay olabilir ama aynı durum, ana muhalefet partisi CHP için pek söz konusu olmayacak. CHP içindeki laik-ulusalcı kanat, önderliğe yönelik eleştirilerini giderek sertleştiriyor ve bu saldırı, oy vermeyen seçmenlere yüklenerek püskürtülecek türden değil. Öyle görünüyor ki, bu burjuva partisinin bir kanadı, partiden “tıpış tıpış gidecek”.

Özetle, cumhurbaşkanlığı seçimleri, hem iktidardaki AKP hem de ana muhalefet CHP içinde yeni bir çatışmalar sürecini başlatmış durumda. Burjuvazinin farklı hizipleri arasında uzunca süredir yaşanmakta olan mücadelelerin yansıması olan bu hizip mücadeleleri, önümüzdeki süreçte keskinleşerek sürecektir.

Önümüzdeki dönemde artacak olan siyasi gerilimler, kaçınılmaz biçimde, küçük-burjuva solunun geniş bir kesiminin desteğiyle “liberal-sol” bir “Türkiye partisi” haline gelme yolunda ilerleyen Kürt milliyetçisi HDP’yi de etkisi altına alacaktır. Bunun nedeni, bütünüyle kimlik politikaları üzerine kurulan bu partinin yaydığı burjuva reformist ve hümanist hayallerin maddi temellerinin olmamasıdır.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo, HDP hariç, hiçbir burjuva partisini memnun etmiş değil. Dahası, cumhurbaşkanlığı seçiminden çıkan sonuç, Ortadoğu’da yeni bir doğrudan emperyalist müdahale ve açık savaş tehlikesinin yükseldiği bir ortamda, Ankara’nın konumu üzerine kafa yoran egemen çevreler açısından da rahatlatıcı olmadı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından Istanbul borsasında yaşanan düşüş ve doların yeniden yükselme eğilimine girmesi, emperyalist merkezlerin ve büyük sermayenin duyduğu kaygının ifadesi olarak okunmalı.

Bu, Türkiye’nin, şimdiden bir savaş alanına dönüşmüş olan Ortadoğu’da, bir ABD-NATO müttefiki olarak üzerine düşen rolü oynamasını önleyecek ekonomik ve siyasi bir istikrarsızlığa saplanmasından duyulan, oldukça gerçek bir korkudur. Küresel sermaye ve Türkiyeli ortakları, giderek güçsüzleşen ve daha fazla baskıcı yöntemlere başvuran AKP iktidarının, güçlü bir burjuva alternatif yaratılmadan, kitlesel işçi sınıfı muhalefeti ile karşı karşıya kalmasını istemiyorlar.

Burjuva partilerinin, sendikaların ipliğinin bütünüyle pazara çıktığı koşullarda, işçi sınıfının sermayeden bağımsız siyasi bir güç olarak ortaya çıkmasını önlemede etkili bir silah olarak kimlik politikalarına başvurmasının nedeni budur. Zira ikiyüzlü bir “barış” ve “kardeşlik” söylemi eşliğinde bütün burjuva partileri tarafından sürdürülen etnik, dinsel, mezhepsel vb. kimlik politikaları, işçi sınıfını bölmenin ve sermayeye yedeklemenin başlıca aracıdır. Küçük-burjuva solcularının sahte bir “enternasyonalizm” ya da “sosyalizm” makyajı yaparak işçi sınıfına ve gençliğe pazarlamaya çalıştığı kimlik politikaları, içinde bulunduğumuz türde derin kriz dönemlerinde, emekçilerin birbirini boğazladığı savaşların ve iç savaşların -yine egemenler yararına- haklı gösterilmesini sağlayabilecek öldürücü bir silaha dönüşür.

Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları, alttan alta sürmekte olan ekonomik ve siyasi krizlere yenilerinin ekleneceğini gösteriyor. Küresel ekonomik krizin ve Ortadoğu ile Ukrayna’da yükselen emperyalist militarizmin gölgesi altında gerçekleşen bu seçim, emperyalist merkezlerin ve onların Türkiyeli ortaklarının hiçbir talebini karşılamadığı gibi, bütün burjuva siyaset kurumunu altüst edecek çalkantılı bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir.

Önümüzdeki aylarda, seçim kampanyası sürecinde ikiyüzlü kimlik politikaları ve ucuz polemikler ile gözlerden kaçırılmaya çalışılan küresel temel ekonomik dinamiklerin bütün güçleriyle yeniden ön plana çıkacağına tanık olacağız.

Kaçınılmaz olarak şiddetli sınıf mücadeleleriyle ve toplumsal çalkantılarla damgalanacak olan bu sürece ilerici yönde müdahale edebilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfının bütün kimlik politikalarından arınmış, diğer sınıflardan bağımsız, enternasyonalist sosyalist bir perspektifle donatılması, yaşamsal bir önem taşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir