Ankara Valiliği’nin, birinci Meclis önünde yapılmak istenen “Büyük Cumhuriyet Buluşması”na ilişkin yasaklama kararı hem AKP hem de CHP cephesinde kılıçların yeniden çekilmesine neden oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Valiliğin yasaklama kararı ile ilgili olarak, “valilik gelen istihbarattan dolayı üzerine düşeni yaptı” derken, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “yasak nedeniyle resmi 29 Ekim kutlamalarında değil, halkın arasında olacağım” açıklamasını yaptı.
Erdoğan’ın basına yansıyan “Valilik istihbarat aldı” sözlerine, “Gerekirse Valiliğin yasağını yırtıp atarız” şeklinde cevap veren CHP sözcüleri, ilk bakışta popülist bir “tehdit” biçiminde algılanabilecek bu çıkışlarıyla, gerçekte hükümet ile muhalefet arasındaki çatışmanın ne derece gergin bir zeminde ilerlediğini de göstermiş oldular.
CHP sözcülerinin kullandığı dilin sertliği, kuşkusuz, AKP’nin valilik eliyle yasaklama girişimine yönelik duyulan açık öfkenin de bir ifadesidir.
Başbakan, İstanbul Ataşehir Mimar Sinan Camii’nde kıldığı bayram namazı sonrasında yaptığı açıklamada, 29 Ekim restleşmesine değinmeyi de ihmal etmedi. Ankara Valiliği’nin aldığı istihbaratla üzerine düşeni yaptığını yineleyen Erdoğan, “O gün hep birlikte Anıtkabir’de görevimizi yapacağız. Bu iş çirkin bir istikamete taşınırsa valilik buna izin vermez” dedi.
İktidar yetkilileri tarafından nereden ve ne şekilde alındığı açıklanmayan bir “istihbarat” üzerinden kamuoyunu yanıltmaya çalışan Erdoğan’ın bu hamlesi, elbette onun, 29 Ekim’de kendisine ve partisine yönelik olası laik-ulusalcı tepkiden duyduğu endişeden kaynaklanmaktadır. Onun, bu amacına ulaşmak için, emrindeki devlet görevlilerine, trajikomik bir biçimde Kemalist-Atatürkçü kesimlerin sokağa çıkmasını engelleme görevi verdiği anlaşılıyor. Bu durum AKP’nin sinizminin ve korkaklığının bir ifadesidir.
Ancak AKP iktidarı, bu tavrıyla, kendisine yönelik laik-ulusalcı tepkiyi daha fazla kışkırtmaktan başka “somut bir başarı” elde edemedi. Zira 29 Ekim günü valiliğin yasak kararına karşı binlerce insanın Ankara’daki eyleme katılacağı gün gibi ortada.
Bu yasak sayesinde Kemalist-Atatürkçü kesimler için daha da “önemli” hale getirilen yürüyüş, bir devlet-polis müdahalesi olmaması halinde, AKP karşıtı kitlesel bir gövde gösterisine dönüşme potansiyeline sahiptir. 29 Ekim günü Ankara’da gerçekleştirilecek olan “Cumhuriyet yürüyüşü” laik-ulusalcı kesimler için kendi güçlerini test etme gününe dönüşebilir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kurban bayramının ilk gününde Silivri Cezaevi’nde “darbecilik” suçlamasıyla tutuklu bulunan milletvekilleri Mustafa Balbay ile Mehmet Haberal’ı ziyaret etti. Ziyaretin ardından basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamaların hatırlatılması üzerine şöyle konuştu: “Türkiye Cumhuriyeti istihbaratlarla yönetilen bir devlet değildir. Demokrasi var mı var, özgürlük var mı var, Anayasasında ne yazıyor; toplantı ve gösteri yapma hakkı var her yurttaşın. “İstihbarat geldi, biz yasaklıyoruz”. Böyle bir anlayış olabilir mi? Bayram kutlaması yapıyorsunuz siz. Yasak geldiği için ben zaten 29 Ekim törenlerinde değil, halkın arasında olacağım.”
Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları, Valiliğin yasaklama kararına karşın CHP’nin yürüyüşü örgütleme noktasındaki ısrarının ve direncinin hangi boyutlara vardığına da işaret etmektedir. CHP’nin bu kararlı duruşu, AKP’nin yasaklama hamlesini büyük oranda boşa düşürmüş gözüküyor. Kılıçdaroğlu’nun, iktidarı en zayıf noktasından, yani “demokrasi ve özgürlük” meselesinden vurmayı başarmış olması, sadece laik-ulusalcı kesimler arasında değil, bugüne kadar AKP’yi desteklemiş olan liberal kesimler arasında bile belirli bir ölçüde sempati toplamıştır. Sünni-İslamcı AKP despotizminden iyice bunalmış olan liberal kesimlerin CHP’ye destek çıkması elbette bir rastlantı değil. Bu, iç siyasi dengelerden ve sorunlardan kaynaklanan bir durumdur.
Erdoğan’ın “Valilik gerekeni yaptı” açıklamalarını takiben “soldan” ve sağdan çeşitli burjuva yazarların hükümetin bu anti-demokratik uygulamasını kınaması ve yürüyüşün engellenmek istemesinin “çağdaş demokratik değerler” ile çeliştiğini dile getirmesi, AKP’nin elini zayıflatan etkenlerin başında gelmektedir. “Demokrasi ve özgürlükler” sloganını ağzına sakız eden AKP kurmaylarının Valilik kararını onaylayarak kendi bindikleri dalı kesmiş olmaları, hükümetin “yasaklama stratejisinin” başarısızlığa uğradığının en açık kanıtıdır.
Nitekim, hükümet geri adım atmak zorunda kaldı ve Valilik, 29 Ekimde Ankara Ulus’ta Birinci Meclis önünde gerçekleştireceği açıklanan “Büyük Cumhuriyet Buluşması” yasağı ile ilgili olarak Valilik ile yapılan son görüşmede, Birinci Meclis önünde basın toplantısı yapılabileceğini, bunun için de herhangi bir izne gerek olmadığını ifade etti. Gelinen nokta, amiyane tabirle, hükümetin “tükürdüğünü yalaması”dır. Bu olgu, son yıllarda AKP karşısında önemli mevziler kaybetmiş olan laik-ulusalcı kesimler için bir “zafer” olmasa da, psikolojik motivasyon açıdan son derece önemlidir.
Valiliğin yasak kararından geri adım atmak zorunda kalması, iktidarın sanıldığı kadar “mutlak bir güç” sahibi olmadığını da göstermektedir. Kendisini her fırsatta “ülkenin tek egemen gücü” olarak pazarlayan ve bu konuda yılgın “solcu”lardan destek alan AKP’nin 33 ulusalcı-laik kuruluş tarafından görece “zor duruma” düşürülmüş olması, onun her türlü muhalefet karşısında duyduğu korkunun ne denli yerinde olduğunu da gözler önüne seriyor.
29 Ekim restleşmesi ile açığa çıkan kutuplaşma Türkiye’yi yönetmek isteyen burjuva güçler arasındaki çekişmenin, egemenler arası iktidar ve güç savaşının bir parçasıdır.
Kimilerinin sandığının aksine, bu çelişkinin arkasında yatan temel dinamik, modern, laik ve demokratik bir Türkiye isteyen “ilerici” bir CHP ile ülkeyi ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyen “gerici” bir AKP arasındaki mücadele değildir. Siyasi söylemleri ve ideolojik yönelimleri zaman zaman farklı gibi gözükse de, bu iki burjuva partisi, temelde, büyük sermayenin, şirketlerin, bankaların ve mali oligarşinin çıkarlarına hizmet etmek için yarışan düzen partileridir. Unutmayalım ki CHP, Baykal’ın son döneminden başlayarak edindiği “yeni” kimliğiyle, dini referansları siyasi söyleminde giderek ön plana çıkartmakta; bu yolla, Washington’ın Sünni-İslam ile yakınlaşma stratejisine eklemlenmektedir (daha önce çarşaflı kadınları törenle partiye üye yapmış ve açıkça “dini siyasete alet etmiş” olan “yeni” CHP, en son, Haziran 2012’de, bu amaca hizmet eden “ucuz” hikâyelerle dolu “Atatürk, CHP ve Din” adlı bir broşür yayımladı).
Küresel sermayenin Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya yönelik emperyalist planlarına hizmet etmek için birbiriyle kıyasıya rekabet içinde olan bu iki büyük burjuva kitle partisi, mali sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda, birer “kardeş parti” hüviyetine bürünmektedirler.
Bu 29 Ekim kutlamasında olduğu gibi, karşılıklı restleşmeler yoluyla işçileri ve gençleri kendi saflarına çekmeye çalışan AKP ve CHP gibi burjuva partilerinin gerçek yüzü ancak sosyalist bir program temelinde yükselen devrimci sınıf mücadelesinin geliştirilmesi yoluyla teşhir edilebilir.
Kapitalizm karşıtı devrimci bir işçi hareketi de, ancak tüm mülk sahibi sınıflardan ve onların partilerinden bağımsız bir biçimde örgütlenme perspektifini önüne koymuş olan Marksist bir önderliğin rehberliği altında örgütlenebilir. Devrimci önderliğin olmadığı bugünkü koşullar altında, işçi sınıfı ve gençlik, tıpkı 29 Ekim restleşmesinde olduğu gibi, burjuva ve küçük burjuva önderliklere -yani kapitalist düzenin savunucusu kurumlara ve partilerine- yedeklenmekten kurtulamayacaktır.