Başını Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile İşçi Partisi’nin (İP) çektiği ve 40’a yakın sivil toplum örgütünün Ankara’da, İzmir’de ve İstanbul’da düzenlediği “Cumhuriyet Yürüyüşleri”, iktidarın yasaklama kararına ve aldığı olağanüstü polisiye önlemlere rağmen, büyük bir kitlesel katılımla gerçekleşti.
Bu yürüyüşlerin en önemlisi, kuşkusuz, Ankara’da düzenleneniydi. Ulus’taki Birinci Meclis önünde toplanan on binlerce insan, kentteki bütün anayolları kapatarak kendilerine biber gazı, coplar ve basınçlı su ile müdahale eden polisin kurduğu barikatları aşarak, Anıtkabir’e yürüdü. Bu yürüyüş, günler öncesinden yasaklanmış olmasına ve ülkenin çeşitli bölgelerinden otobüslerle gelen on binlerce insanın Ankara’ya sokulmamasına rağmen gerçekleşti.
Bir diğer “Cumhuriyet Yürüyüşü”, basında yer alan haberlere göre 200 bini aşkın insanın katılımıyla, İzmir’de gerçekleşti. Resmi törenin ardından, saat 14:00 dolaylarında birkaç bin kişiyle başlayan “alternatif kutlama”, kısa süre içinde, sosyal paylaşım siteleri üzerinden örgütlenen on binlerce insanın katılımıyla, büyük bir hükümet karşıtı gösteriye dönüştü.
İstanbul’daki kutlamalar ise, CHP’li belediyelerin yıllardır yaptığı gibi kendi sınırları içinde akşam saatlerinde düzenledikleri etkinlikler çerçevesinde, polis müdahalesi olmaksızın gerçekleşti. Bunların en büyüğü, basında yer alan haberlere göre yüz binlerce insanın katılımıyla Kadıköy Bağdat caddesinde düzenlenen geleneksel “Cumhuriyet Yürüyüşü” oldu.
Bütün bu gösterilere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Yaşasın Cumhuriyet” ve “Hükümet istifa” sloganları damgasını vurdu. Bununla birlikte, “Cumhuriyet Yürüyüşleri”nde atılan sloganlara ve söylenen marşlara bakarak, onların İslamcı AKP karşıtı laik-ulusalcı tepkiden ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur.
AKP iktidarının yasaklama kararına ve aldığı bütün polisiye önlemlere rağmen, başkent Ankara’da, İzmir’de ve İstanbul’da büyük katılımlarla gerçekleşen bu yılki “Cumhuriyet Yürüyüşleri”, her ne kadar, laik-ulusalcı önderlikler altında ve “laik-demokratik Cumhuriyete sahip çıkma” sloganı altında düzenlenmiş olsa da, hükümetin savaş, baskı ve sefalet politikalarına duyulan kitlesel öfkenin hızla kabardığını ve sokağa taşmaya başladığını göstermektedir.
CHP’nin, son anda, yasaklandığı günler öncesinden açıklanmış olan Ankara’daki “Büyük Cumhuriyet Yürüyüşü”ne merkezi olarak yüklenme kararı almasının nedeni, tam da bu kabarmadır. Yoksa Birinci Meclis önünde düzenlenen etkinlik yeni bir şey değildi. İP ile küçük burjuva ulusalcı partiler, dernekler ve gruplar, yıllardır, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) öncülüğünde, yasaklara, polisin müdahalelerine karşın, 29 Ekim günü orada toplanıyor ve Anıtkabir’e giderek Atatürk’ün mezarını ziyaret ediyorlardı. Kılıçdaroğlu önderliğindeki “sol” liberal “yeni CHP”, kitleler içinde hızla artan hoşnutsuzluğu kendi kanalına akıtmak için, 29 Ekim’de bir hamle yapmış ve gösterinin önderliğini, AKP karşısında yıllardır “yalnız bıraktığı” ulusalcı-laik küçük burjuva muhalefetin elinden almıştır.
AKP hükümetinin Ankara’daki “Büyük Cumhuriyet Yürüyüşü” karşısındaki sert tavrının ardında da aynı kitlesel hoşnutsuzluk yatmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ndeki 29 Ekim resepsiyonunda, gazetecilere “Polise barikatı kaldırın emrini ben vermedim. Polis görevini yapmadı” demesi, AKP iktidarının içinde bulunduğu ruh halini yalın bir şekilde ifade etmektedir. Elinde hızla yoksullaşan kitlelere dağıtacağı pek fazla “havuç” kalmayan AKP, giderek hırçınlaşmakta ve “sopa”ya sarılmaktadır.
CHP ise “faşizm” gibi kulağa “radikal” gelen kavramlar eşliğinde artan kitlesel hoşnutsuzluğu kendi bayrağı altında toplamak için, AKP’nin giderek hırçınlaşmasından yararlanmaya çalışıyor. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin 29 Ekim günü yaptığı basın açıklamasındaki şu sözleri, bunun ifadesidir: “AKP milletten korkuyor. Bu, korkunun bir eseridir. Suriye’de muhaliflerin silah kullanması serbest, Türkiye’de muhaliflerin yürümesi yasaktır. ‘Engelleyin genelgesi’ni tanımıyoruz. AKP’nin bu faşist yaklaşımlarını şiddetle kınıyoruz ve onlara sokaklarda, meydanda, parlamentoda pabucun pahalı olduğunu göstereceğiz.”
İnce’nin, son dönemde başka CHP yetkilileri tarafından da yinelenen bu sözleri, “haydi ordan” diyerek kulak ardı edilmemeli. CHP’nin küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin taleplerine karşı işçi sınıfının çıkarlarını savunamayacağı ve bugüne kadar izlediği sinik politikanın sürekli olarak AKP iktidarının elini güçlendirdiği elbette ortada. Ancak kendisini bir kriz sonrası yeniden yapılanma dönemine hazırlayan bu burjuva partisi, iktidarın savaş, sefalet ve baskı politikasına karşı yükselen kitlesel muhalefetin AKP’nin sonunu hızla yaklaştırdığını görmezden gelememekte; muhalefeti kendi önderliği altında düzen sınırları içinde tutmanın hesabını yapmaktadır. Zira bu emekçi muhalefeti, cezaevlerindeki Kürt siyasi tutsaklarının artık ölüm sınırına gelmiş olan açlık grevlerinin yeniden canlandırdığı kitlesel Kürt hareketiyle birlikte, iktidarı AKP için gerçek bir “ateşten gömleğe” çevirecektir.
Örgütlü işçi hareketi ise sendikalar ve küçük burjuva önderlikler eliyle büyük ölçüde iktidara ya da burjuva muhalefete yedeklenmiş durumda. Bununla birlikte, işçi sınıfının bütün bu sınıf işbirlikçisi önderliklerin siyasi-örgütsel denetimi dışında yaşayan ve iktidarın on yıldır uyguladığı politikalardan en fazla zarar gören geniş bir kesimi söz konusu. Bu kesimler içinde alttan alta kabaran ve şimdilik bağımsız siyasi ifadesini bulamayan hoşnutsuzluk, kapıyı uzun süredir çalan krizin patlamasıyla birlikte, nereye akacağı bilinmeyen ama önüne çıkan her engeli aşacak bir sele dönüşebilir.
Türkiye büyük burjuvazisinin en akıllı kesimleri ile onların AB içindeki ve ABD’deki emperyalist ortakları, bu gidişatın farkındalar. Bu yüzden, onlar, AKP iktidarının gerek iç gerekse dış politikada izlediği çizgiyi giderek daha yüksek sesle eleştirmeye başladılar. Onlar için mesele, CHP’nin gerçek ve güçlü bir burjuva alternatif olarak yükselip yükselemeyeceği.
Türkiyeli egemen sınıfların AKP iktidarı etrafında sağlamış olduğu siyasi bloğun hızla çözüleceğinin işaretlerini gözlemlediğimiz bu süreçte, her şey, işçi sınıfının enternasyonalist-sosyalist siyasi önderliğinin oluşup güçlenmesine bağlı. Türkiyeli ve Ortadoğulu emekçileri hızla içine sürüklendikleri kitlesel yıkımdan kurtarabilecek ve onlara güvenli bir gelecek sunabilecek tek ilerici alternatif bu.