Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayınladığı işgücü araştırması sonuçlarına göre, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarını kapsayan “Ağustos dönemi”nde işsizlik oranı yüzde 13,4, işsiz sayısı da 3 milyon 429 bin oldu. Bu resmi verilere göre işsizlik oranı kadınlarda yüzde 14,5, erkeklerde ise yüzde 13. TÜİK’in verilerine göre, tarım dışı işsizlik oranı yüzde 17’ye, gençler arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 23,5’e yükselirken, geçtiğimiz bir yıl içinde işsizler ordusuna bir milyona yakın insan daha eklenmiş oldu.
TÜİK tarafından açıklanan rakamlara göre, Türkiye’de, 52 milyonluk çalışma çağındaki nüfusun yüzde 42,7’sini oluşturan yaklaşık 22 milyonu istihdam ediliyor. Toplam çalışanlar içinde ücretli / maaşlı olarak çalışanların oranını yüzde 59 olarak veren araştırmaya göre, her dört kişiden birinin “kendi hesabına” iş yaptığı Türkiye’de, çalışan yaklaşık her altı kişiden biri de ücretsiz aile işçisi konumunda.
İşsizlik oranlarına ilişkin rakamların, nüfus artışı, siyasi iktidarın gerçekleri gizleme eğilimi, iş bulma umudunu yitirenlerin ve işsiz geçici işçileri dışta tutması gibi nedenlerden dolayı gerçeği hiçbir zaman yansıtmadığı biliniyor. Dolayısıyla, TÜİK’in açıkladığı rakamlara artık iş bulma umudunu yitirmiş (iş aramaktan vazgeçmiş) 2 milyona yakın insan ve 35 bine yakın işsiz mevsimlik işçi dahil edildiğinde, gerçek işsizliğin resmi sayının çok üzerine çıktığı görülür. Nitekim basında yer alan ve söz konusu iki kesime ilişkin resmi rakamları katarak yapılan bir hesaplamaya göre, bir yıl önceki yılın aynı dönemine göre işsiz sayısı, 950 bin kişi artarak 5 milyon 322 bine, işsizlik oranı da 2,9 puan artışla yüzde 16,5’den yüzde 19,4’e yükselmiş durumda. Yani, Türkiye’de, tarım dışında çalışan yaklaşık her beş kişiden ve her dört gençten biri işsizdir.
Kayıt dışı işçi çalıştırma
TÜİK’in araştırmasının istihdam koşullarına ilişkin rakamlarına göre, Türkiye’de çalışan her iki kişiden biri kayıt dışı konumda; yani, hiçbir sosyal güvenceye sahip değil. Dahası, bu oran, tarım sektöründe yüzde 90’a (her on kişiden dokuzu!) yaklaşırken, tarım dışı sektörlerde, her üç kişiden biri kayıt dışı çalışıyor.
Kayıt dışı işçi çalıştırmanın asgari ücret, sigorta primleri, vergi vb. alanlarda patronlara büyük avantajlar sağladığı ve çalışanlar üzerindeki sömürüyü olabildiğince arttırdığı biliniyor. “Ulus devlet”i de sosyal güvenlik alanındaki “yük”lerinden kurtaran bu durum, son 30–40 yıl içinde, kapitalizmin temel eğilimi haline gelmiş durumda. Bu durumun, dünya çapında rekabet şöyle dursun, eskiden kendilerine ait olan ulusal piyasada bile artık küresel rakipleriyle baş etmek zorunda kalan Türkiyeli kapitalistler için bulunmaz bir nimet olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu sayede onlar, işçileri akıl almaz ücretlerle ve insanlık dışı koşullarda çalıştırarak artı değer sömürüsünü görülmedik ölçüde arttırmaktadırlar (onların “kibar” olduğu kadar sinik ifadesiyle söylersek, “işçilik maliyeti”ni düşürmektedirler). Sağlık, eğitim vb. sosyal hizmet alanlarını sermayeye peşkeş çekerek devletin görevini “iç ve dış güvenliği sağlamak” biçiminde yeniden düzenlemiş olan burjuva hükümetlerin de bu durumdan şikayetçi oldukları söylenemez.
Peki, kimi burjuvaların kayıt dışı ekonomiye karşı olduklarını iddia etmelerine ne demeli? Bu, kaba bir yalan mı? Tam değil. Onlar, devletten -elbette kendi çıkarları doğrultusunda- büyük miktarda harcamalar gerçekleştirmesini ve yatırımlar yapmasını talep ediyorlar ve devletin yerine getirmesi gereken bütün bu görevler, dolaylı vergiler ve borçlanmalar dolayımıyla büyük ölçüde çalışanlara finanse ettiriliyor. Ama bunun da bir sınırı var ve bu sınır hızla daralıyor.
Dikkat edilirse, kimi burjuvalar kayıt dışı istihdama olan itirazlarını, “bölgesel asgari ücret” talebiyle birlikte dile getiriyorlar ki bu bir rastlantı değil. Onlar bu yolla, bir yandan ortalama ücret düzeyini olabildiğince –belki de bugünkünün yarısına- indirmenin ve yeniden üretimin toplumsal maliyetini daha geniş bir emekçi tabanına yaymanın hesabı içindeler. Küresel rekabet karşısında Türkiyeli kapitalistlerin elini güçlendirirken olası toplumsal patlamaları önlemeyi, en azından olabildiğince ertelemeyi amaçlayan bu oyuna sendikal önderliklerin de katılacağından hiç kuşkunuz olmasın.
Kayıt dışı ekonominin ortadan kaldırılmasında elbette kötü bir şey yok ve pervasız vurguncular dışında hiç kimse buna karşı çıkmaz. Dahası, ekonominin kayıt altına alınması, işçi sınıfına, içinde mücadelesini sürdüreceği yasal ve meşru bir alan sağlar, yaşam koşullarını iyileştirecek kazanımlar elde etmesini kolaylaştırır. Bizim dikkat çektiğimiz şey, sermayenin, kayıt dışının önlenmesi talebini ortalama ücret düzeyini bölgesel asgari ücret adı altında iyice aşağı çekme talebiyle birleştirmesidir. Bu yolla, yalnızca Türkiyeli kapitalistlerin önü açılmayacak, aynı zamanda, Türkiye yabancı yatırımcılar için de çekici kılınacaktır.
Kapitalistler, yıllardır, yatırımlarını başka ülkelere kaydırıyor ve gerek doğrudan gerekse taşeronlar yoluyla, giderek daha fazla kayıt dışı işçi çalıştırıyorlar. Onlar, bu durumun ülkedeki yüksek maliyetlerden (yüksek vergiler, pahalı enerji ve işgücü) kaynaklandığını ve üretimlerini bu “dezavantaj”ların olmadığı ülkelerde sürdürmek zorunda olduklarını savunuyorlar. Haksız da sayılmazlar; çünkü küresel piyasalarda faaliyet gösteren rakipleri, aynı mal ve hizmetleri çok daha düşük maliyetlerle üretip daha ucuza satabiliyorlar. Burada söz konusu olan yalnızca TC Devleti sınırları dışındaki rekabet değildir.
Ulusal koruma duvarlarının büyük ölçüde ortadan kalktığı günümüz koşullarında, bir malı Türkiye’de üreten bir kapitalist, aynı malı çok daha düşük maliyetlerle Çin’de, Mısır’da vb. üreterek Türkiye’de satan komşusu ile rekabet edememektedir. Çünkü söz konusu malın Çin’den Türkiye’ye ulaştırılma masrafı, akıl almaz baskı ve sömürü koşullarında çalıştırılan Çinli işçiler üzerinden elde edilen artı değerin yanında devede kulak kalmaktadır. Bu durumda, üretimini Türkiye’de yapan kapitalistin önünde, maliyetlerini Çin’de üretim yapan rakibi ile -en azından- aynı düzeye çekmekten başka şansı yoktur. Bu amaçla o, işçi çıkartma, daha az işçiyi düşük ücretle daha fazla çalıştırma ve kayıt dışı da dahil her türlü yolu dener. Özetle, işsizliğe ve kayıt dışı işçi çalıştırmaya karşı mücadele kapitalistlerin ve onların hükümetlerinin işi değildir, olamaz da.
Bağımsız, sosyalist bir perspektif gereği
Küresel bir mal, hizmet, para ve emek piyasasının doğmasının kaçınılmaz ürünü olan bu durum, işçi sınıfının ve onun temsilcisi olduğunu iddia eden örgütlerin önüne, ulusal piyasalarla damgalanan önceki dönemden çok daha kapsamlı ve bütünsel görevler koymaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde doğrudan doğruya sermayenin küresel işleyişinin ürünü olan işten çıkarmalara, düşük ücretle ve kayıt dışı çalıştırmaya vb. karşı mücadele, bizzat emekçilerin işidir. Emekçiler, sermayenin küresel rekabette kendi konumunu güçlendirmeyi amaçlayan bütün talep ve uygulamalarına karşı bağımsız bir mücadele stratejisi geliştirmek durumundalar.
İşçi sınıfının kapitalist sömürüyü hafifletme ve ortadan kaldırma mücadele stratejisini mülk sahibi sınıflardan bütünüyle bağımsızlaştırmak, kapitalistlerin aynı talebi yükseltiyor gibi görünen kesimlerinin giderek arttığı günümüz koşullarında son derece önemlidir. Çünkü sermayenin küresel rekabete dayanamayan güçsüz kesimleri, ulusal korumacılık talebini giderek daha yüksek sesle dile getirmekte ve bunu bütün emekçilerin yararına bir şeymiş gibi sunmaya çalışmaktadır. Oysa ulusal koruma denilen şey, sermayenin güçsüz kesimlerinin devlet eliyle -yüksek gümrük duvarları, para ve kur politikaları, teşvikler vb. yollarla- dünyadaki rakiplerinden korunması, bütün bunların faturasının da sonunda, sendikacı ve sosyal demokrat ya da Stalinist gardiyanların görev yaptığı ulusal hapishaneler içine tıkılmış işçi sınıfına çıkartılmasından başka bir şey değildir.
Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, devasa ulus ötesi şirketlerin varlığının ve küresel bir mal, hizmet ve işgücü piyasasının oluşmasının da kanıtladığı gibi, üretimin dünya çapında planlı biçimde gerçekleştirilmesini; yani ulusal, bölgesel vb. bölünmüşlüklerin ortadan kaldırılmasını mümkün kılmaktadır. Sorun, üretimi ve bütün toplumsal ilişkileri, üretici güçlerin özel mülkiyetin ve onun en üst düzeydeki ifadesi olan ulus devletlerin varlığını gereksizleştiren -dahası, insanlığın gelişmesinin önünde başlıca engel haline getirten- gelişmişlik düzeyine uygun biçimde yeniden örgütlemektir. Biz, mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinin bütün insanlık yararına yeniden örgütlenmesinin yalnızca dünya çapında mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bunun için, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bir burjuvaların elinden alınarak bütün insanlığın ortak malı haline getirilmesi; üretimin, bir avuç kapitalistin daha fazla kar amacına hizmet etmekten çıkartılarak insanlığın gereksinimleri doğrultusunda gerçekleşmesi gerekir. Bize göre modern tarih, bunun olmaması durumunda insanlığı nasıl felaketlerin beklediğini ve bunu başarabilecek tek toplumsal gücün işçi sınıfı olduğunu fazlasıyla kanıtlamıştır (I. ve II. Dünya savaşlarını ve sosyal demokrasi ile Stalinizmin dünyanın sosyalist dönüşümün gündeme geldiği o koşullardaki ulusalcı “ihanet”lerini anımsayın).
Dolayısıyla, işçi sınıfının işsizliğe ve kapitalist sömürüye karşı verdiği yerel mücadelelerin sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya perspektifiyle bütünleştirilmesi; devrimci enternasyonalist bir öz taşıması yaşamsal öneme sahiptir. Tersi durumda, burjuvazinin, yalnızca gücü dünya çapındaki kapitalist rekabete yetmediği için “ulusal kalkınmacı” takılan kesimlerine veya onun küresel aktörlerine yedeklenmek kaçınılmazdır. Her iki durumda da, işçi sınıfını yeni ve daha ağır felaketlerin beklediğinden kimsenin kuşkusu olmasın.