Mayıs ayının başında Dersim’de yedi gerillanın TSK tarafından öldürülmesiyle derinleşen çatışmalı süreç, “özerklik meselesi” gibi siyasi talepleri, hem genel seçimin hem de Kürt siyasetinin gündeminden görece çıkarmıştı. Son bir aydır bölgede yoğunlaşan askeri operasyonlar, tutuklamalar ve artan gerilla cenazeleri, siyasetin genel çerçevesini belirlerken, Kılıçdaroğlu’nun Hakkari mitingindeki açıklamaları, özerklik meselesini yeniden gündeme getirdi. Başbakan Erdoğan’ın polis ve asker aileleri dışında katılım sağlayamadığı Hakkari mitinginden bir gün sonra, -BDP’nin desteğiyle- kitlesel miting düzenleyen Kemal Kılıçdaroğlu, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi”ni kabul edeceğini belirtti.
Yerel yönetimler ve özerklik meselesindeki çalışmaları, 2002 seçimleri öncesine kadar götürülebilecek olan AKP’den, Kılıçdaroğlu’nun özerklik talebini destekleyen açıklamalarına “sert” tepkiler gelmekte gecikmedi. Başbakan Erdoğan, Şırnak’ta, “CHP Genel Başkanı sakız isteyene sakız, gazoz isteyene gazoz, elma şekeri isteyene elma şekeri, komünizm isteyene komünizm, faşizim isteyene faşizm, devletçilik isteyene devletçilik, özerklik isteyene özerklik vaat ediyor” diyerek özerklik talebine karşı çıktı. Söz konusu Kürtler olduğunda zaman zaman hükümetin genel siyasi çizgisinin dışına çıkarak KCK operasyonları dahil Kürt siyasetine yapılan saldırılara karşı çıkan Bülent Arınç, Kılıçdaroğlu’nun gerek KCK tutuklamalarını eleştiren açıklamalarına gerekse özerklik talebine bölünme “korkusuyla” karşı çıktı. Arınç, “AKP’yi eleştirebilirsiniz, ama Türkiye’nin bütünlüğünü Türkiye’nin teröre karşı mücadelesini Türkiye’nin terör örgütüne karşı düşüncesini zaafa uğratacak hiçbir harekette bulunamazsınız” dedi [1].
Bugün AKP, CHP’nin son açıklamalarına ve BDP’nin demokratik özerklik talebine karşı çıkıyor gibi gözükse de, bu süreçten en başından beri haberdardı. Hatta bazı Kürt siyasetçileriyle, bu sürecin temellerini atmak için ilk olarak bir araya gelen de AKP kurmaylarıydı. Nasıl mı? Bu duruma açıklık getirebilmek için biraz geçmişe gitmemiz gerekiyor.
AKP’nin 2004 yılında, Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu kanun taslağının adı: “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması” kanunuydu. Bu tasarının içeriğinde, BDP’nin “demokratik özerklik” başlığı altında talep ettiği, “merkezi hükümetin yetkilerinin sınırlandırılması ve onun yetkilerinin yerellere devredilmesi” gibi bugün de savunulan öneriler vardı. Fakat Sezer, önüne gelen kanun tasarısını “Üniter devlet anlayışını bozarak, yerel yönetimleri öne çıkaran çok uluslu devlet modeline geçileceği” gerekçesiyle veto etmişti. Bugün AKP aynı gerekçelerin arkasına saklanarak demokratik özerklik talebine karşı çıkıyor. Halbuki BDP’nin ısrarla savunduğu demokratik özerklik projesinin ana fikri: yani “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” talebi, AKP’nin 2004 yılında Sezer’e sunduğu kanun taslağında zaten vardı [2].
BDP Eş Başkan Yardımcısı ve TBMM milletvekili Şerafettin Halis kendisiyle yapılan bir röportajda konuya ilişkin şunları söylemişti:“Günümüzde AKP’nin 2003’te hazırladığı ‘Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’nda özerklik kavramı kullanılmasa da merkezi idarenin yetkilerinin yerele devrini ister. CHP’nin 2000 ‘Yerel Yönetim Programı’ yerel yönetimlerin özerkliğini konu alır. AB uyum yasaları çerçevesinde 2006’da kabul gören Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı var ki Türkiye’yi 26 parçaya böler.” [3]
AKP’nin BDP’ye karşı uzlaşmaz tutum takınmasını esas nedeni, yaklaşan seçimler olmakla birlikte, CHP’de yaşanan ve son açıklamalara yansıyan “değişimin”, AKP üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Özellikle insan hakları konusunda yaptığı çalışmalarla yıldızı parlamış olan Sezgin Tanrıkulu’nun, CHP’de genel başkan yardımcı olmasıyla başlayan değişim süreci, CHP’nin Kürt sorununun çözümü noktasında, AKP’den rol kapma niyetinde olduğunu gösteriyor. Tanrıkulu verdiği bir röportajda şunları söylüyor: “BDP’yi bir kenara bırakırsak Kürt sorununun çözülmesini en çok isteyen taban CHP’ninkidir. Kamuoyu yoklamaları öyle diyor.” [4] CHP şimdilik, bu alanda AKP kadar başarılı olamasa da bu yarışa katılmış gözüküyor. Örneğin Tanrıkulu’nun meclis gündemine getirdiği ve Kılıçdaroğlu’nun da desteklediği “Hakikat komisyonu” önerisi, bu minvalde değerlendirilmesi gereken bir taleptir.
Kuzey Kürdistan “küçük Çin” olur mu?
AKP’nin Kürt seçmenden aldığı oy miktarını arttırmak için, hakim statükoyu mümkün olduğu ölçüde bozmadan, bazı yasal düzenlemeler yapmaya çalıştığını biliyoruz. AKP özellikle, Kürtlerin kolektif hak taleplerini, Kürt sorununun kültürel yanlarını öne çıkararak ört bas etme gayreti içinde (örneğin Erdoğan Muş mitinginde “Benim için Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşimin sorunu vardır” demişti.). Bu hedefe ulaşmak için de, bölgeye yönelik bir ekonomik ve siyasi programı hayata geçirmek istiyor. Güney Kürdistan ve Irak’ın geri kalanında ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak, bütün bu bölgeyi içine alan serbest ticaret bölgeleri kurma ve bölgesel asgari ücreti hayata geçirme planlarının arkasında, küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin, Kuzey Kürdistan’ı “Türkiye’nin Çin’i” yapma yönündeki hedefleri yatmaktadır.
Türkiye burjuvazisinin temsilcilerinin kapalı kapılar arkasında yaptığı toplantılardan ve basına sızan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, Türk ve Kürt burjuvazisinin Kuzey Kürdistan’da izlediği yol haritası, BDP’nin savunmakta olduğu demokratik özerklik programıyla ortak bir hatta ilerliyor. Kuzeyin, küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi, Türk ve Kürt burjuvazisi için acil proje ve eylem planlarının devreye sokulmasını da zorunlu kılıyor. İşsizlik ve yoksulluk sorunuyla boğuşan Kuzey bölgesinin, ucuz işgücü cenneti olarak “Türkiye’nin Çin’i” olma ihtimali, daha şimdiden küresel sermaye ve onun yerli ortaklarının ağzını sulandırmaya başladı.
Çoğunluğunu yoksul Kürt işçilerinin ve köylülerinin oluşturduğu Kuzey bölgesine yönelik, sermayenin atacağı ekonomik ve siyasi adımların arka planında, ABD emperyalizminin Güney Kürdistan’da sağladığı kontrolün, stratejik açıdan benzer bir değere sahip Kuzey’de de sağlanması hedefleniyor. Bu sayede, küresel sermaye ve onun yerli ortakları konumundaki Türk ve Kürt burjuvazisi, hem Güney’le milyar dolarlara varan ticaret hacmini koruyup geliştirebilecek, hem de Kuzey’de hamiliğini Türk devletinin yaptığı, ulus ötesi şirketlerin sömürüsüne açık bir “küçük Çin” pazarı yaratabilecek bir potansiyele sahip olacaktır.
BDP’nin Rolü
BDP kurmayları sık sık, basına verdikleri mülakatlarda “ekonomik kaynakların kullanım ve tüketim hakkı demokratik özerk Kürdistan’a ait olmalıdır” ifadesini kullanıyor. Bu talep, küresel sermayenin Kuzey bölgesine yönelik planladığı projelerden, BDP’nin temsil ettiği Kürt burjuvazisinin almak istediği ekonomik payı da göstermektedir.
BDP ilk bakışta Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerini gündeme taşıyan bir parti olarak gözükse de, demokratik özerk Kürdistan talebi de dahil, onun ileri sürdüğü pek çok talebin altında, Kuzey’de artan ticari faaliyetin kim tarafından kontrol edileceği sorusu yatmaktadır. Bu yüzden BDP, temsil ettiği Kürt burjuvalarının, bu süreçten pay alma isteğinin, legal siyasi alandaki yansıması olan demokratik özerk Kürdistan talebini, büyük bir iştahla savunmaya devam ediyor ve edecek.
BDP demokratik özerklik talebiyle, hem kendisine, hem de temsil ettiği Kürt burjuvazisine daha fazla manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Ancak BDP, bu hedefe ulaşmanın yolunun, küresel sermaye ve Türk burjuvazisi ile yakın ilişkiler kurmaktan geçtiğinin de bilincinde. Tüm Türkiye’ye yönelik bir talep olarak demokratik özerklik projesinin gerçekleşmesi halinde, hızla küresel ekonomik rekabetin etki alanı içine girecek olan Kuzey bölgesinin, uluslararası piyasalarla bütünleşme süreci yepyeni bir boyut kazanacaktır. Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası, bu sürece önderlik edecek olan kurum olarak öne çıkarken, Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Derneği’ne yakınlığıyla bilinen Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu’nun Diyarbakır’da gerçekleştirdiği “14. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi”nde bu sürecin temel taşları yerli yerine oturtulmuştu.
Kuzey ve Güney
Hiç kuşkusuz demokratik özerklik tartışmalarının esas belirleyici olan bölümü, Kuzey bölgesindeki ekonomik faaliyetlerin denetiminin buradaki yerel yönetimlere bırakılıp bırakılmayacağı meselesidir. Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun demokratik özerklik talebini destekleyen açıklamalar yapması bir yana (bu arada Ensarioğlu’nun seçimlerde AKP’den aday olduğunu da belirtelim), Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Derneği’ni yönetim kurulu üyesi Ümit Boyner’in geçtimiz aylarda Diyarbakır’da Kürt halayının başına geçmesi de, Türk ve Kürt burjuvazisi arasındaki yakınlaşmanın hangi boyutlara vardığını gösteren bir başka çarpıcı örnek olarak karşımızda durmaktadır.
Bugün AKP ve BDP, “uzlaşması mümkün olmayan” iki politik aktör olarak gözükse de, gerçekte bu iki parti, küresel sermayenin Türkiye ve Kürdistan’ın tamamına yönelik ihtiyaçları doğrultusunda politika üretiyor. AKP’nin “Kürt açılımı”, BDP’nin demokratik özerklik talebinde son şeklini alan bu politik yönelim, enerji yollarından serbest ticaret bölgelerine kadar uzanan, küresel kapitalist sistemin ortaya çıkardığı artı-değer sömürüsünden daha fazla pay almak isteyen burjuvazinin, şu ya da bu kesimine yedeklenmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
AKP’nin Kürt açılımının arka planı dikkatlice incelendiğinde, Tük devletinin, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile geliştirdiği ticari faaliyetin bir benzerini, Kuzey bölgesinde de hayata geçirmek istediği görülecektir. Aynı şekilde Demokratik Toplum Kongresi’nin yeniden gündeme getirmiş olduğu demokratik özerklik talebinin hayata geçmesi durumunda, Kuzey bölgesinde gerçekleştirilen ticari faaliyetlerin denetiminin yerel yönetimlere devredilmesi yoluyla, Kuzey Kürdistan’da da, aynı Güney’de olduğu gibi sermaye için ucuz işgücü cenneti önündeki bütün siyasi-hukuki engeller tek tek aşılabilecektir. Fakat kapitalist bir ekonomini üzerine kurulmuş olan yerel yönetimler ve onların sözde “demokratik” bütçeleri, Kürt işçilerinin ve köylülerinin daha özgür yaşaması değil, tam tersine ulus ötesi şirketlerin Kürt emekçilerini daha fazla sömürmesinden başka bir anlama gelmeyecektir.
Son Sözler
AKP’nin Kürt açılımına, BDP’nin demokratik özerklik talebine ve TSK’nın Kuzey Kürdistan’daki eski gücünü kaybetmiş olmasına karşın, bir bütün halinde Türk burjuva devletinin Kürt halkının meşru ulusal-demokratik taleplerine (örneğin anadilde eğitim talebine) karşı beslediği düşmanlık son bulmuş değil. Kürt sorunu karşısında Türk devleti, eski statükoyu devam ettirebilmek için, her türlü baskıcı ve “demokratik” görünümlü politikayı uygulamaktan bir an olsun vazgeçmiyor.
Bugün AB, TÜSİAD ve AKP’nin de programında yer alan “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” talebinin, BDP, DTK ve PKK tarafından talep ediliyor olmasına karşı, AKP’nin takınmış olduğu düşmanca tutumun arka planında, onun yaklaşan seçimlere yönelik stratejisi olduğu kadar bir türlü kopamadığı Türk milliyetçisi anlayışı da yatmaktadır. AKP parlamenter rejim içindeki doğal sınırlarına çekildikçe, daha fazla oy almak için, geniş emekçi kitleler arasındaki geri milliyetçi eğilimleri kaşımaya ve bu yolla, BDP, DTP ve PKK’nin başını çektiği Kürt siyasi hareketine yönelik düşmanca tutumunu sertleştirmeye devam edecektir. AKP, KCK operasyonunda görüldüğü gibi, gelecekte de Kürt siyasetçilerine karşı farklı biçimlerde siyasi ve polisiye saldırılar gerçekleştirmekten geri durmayacaktır.
Demokratik özerkliği programatik olarak savunmamakla birlikte, bu talebin bölgede başta Kürtler olmak üzere farklı halklardan işçi ve emekçilere neler getireceğini ve hiçbir ulus farkı tanımayan devrimci işçi sınıfının çözümünün ne olması gerektiğini ifade etmekten bir an olsun vazgeçmiyoruz. Elbette bu, Türk devletinin varolan siyasi-idari yapısının kabul edileceği ve onunla uzlaşılacağı anlamına gelmiyor. Bizler, işçi sınıfının ve Kürt halkının çıkarlarının bütün bölge halklarının kaderine bağlı olduğunu ve çözümün ulus devleti küresel sermayenin programı doğrultusunda “demokratikleştirmekten” değil, aksine burjuva ulus devletleri ve onların sınırlarını yıkmaktan geçtiğini ifade ediyoruz.
Bu aynı zamanda, Kürt halkının demokratik özerklik temelinde iradesini ortaya koyması durumunda, kendisine karşı girişilen başta devletinki olmak üzere her türden saldırıya, bugün olduğu gibi yarın da sosyalistlerin kararlılıkla en önde karşı koyması gerektiğini ve her türden Türk milliyetçisi anlayışla sonuna kadar mücadele edilmesi gerektiğini tekrar vurgulamayı gerektiriyor. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, bu tutumumuz, bugüne kadar ortaya koymuş olduğumuz enternasyonalist-Marksist çözümlemeye dayanıyor; burada temel yaklaşımımızı belirleyen şey işçi sınıfının uluslararası birliği ve komünizm mücadelesinin evrensel çıkarlarıdır.