Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Hak İş Başkanı Salim Uslu ve basından sol liberalleri arkasına alarak son bir haftadır tekstil patronları ve TOBB üyeleri ile sürdürdüğü “emek sömürüsü” polemiği, Sosyal Güvenlik Kurumunu yeni düzenlemeler için harekete geçirdi.
Ocak ayına ilişkin işsizlik rakamlarının açıklanmasının ardından Başbakan’ın çoğu kişi de şaşkınlığa yol açan açıklamaları ile TOBB üyesi patronların sömürüye karşı olduklarını belirten değerlendirmeleri görece Anayasa değişikliği üzerine yaşanan tartışmaları da geride bıraktı diyebiliriz. SGK ise bu tartışmalarda Başbakan’ın açıklamalarından üzerine düşeni aldı. Özellikle iş kazaları ve ağır çalışma koşulları karşısında sessizliğini koruyan SGK, geçtiğimiz cumartesi günü denetim yönetmeliğinde hızla değişiklik yaptı ve denetim elemanlarının inceleme konuları arasına işçilerin kazançlarını da dahil etti.
Buna göre, artık denetim elemanları kendi mevzuatlarınca yaptıkları denetimler sırasında “kanuna göre sigortalı sayılanların prime esas kazançlarının ve sigortalı gün sayılarının eksik bildirilmesine ilişkin tespitler de” yapacak ve SGK’ya bildirecek. Bunun dışında yapılan değişiklikle birlikte kamu idarelerinin tüm denetim elemanları kendi yaptıkları denetimler sırasında sadece çalışanların sigortalı olup olmadığına bakmayacak, aynı zamanda sigortalı sayılanların prime esas kazançları ve sigortalı gün sayılarını da denetleyecekler.
SGK’nın Denetleyemedikleri
Öte yandan, denetim elemanlarına daha fazla yetki tanıyan bu değişiklikle birlikte neredeyse emek sömürüsünün ortadan kalkacağından dem vuranlar, SGK’nın yaptığı denetimlerin 2009 yılında yüzde yüz azaldığından, elbette, söz etmiyorlar. Radikal gazetesinin konuya ilişkin 6 Aralık 2009 sayısında yayınlanan tablo bugünkü yanılsamayı ortaya çıkaracak düzeyde çarpıcıdır. Haberde, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun son üç yıl içinde neredeyse hiç denetim yapmadığı bizzat Sosyal Güvenlik Kurumu’nun 2009 yılı faaliyet raporunda ifade edilmiştir.
2009 yılında denetimlerin hafifletilmesinin gerekçesi de “kriz nedeni ile sarsılan işyerlerin nefes almasını sağlamak” olarak açıklanıyor. Geçerken, 2007 yılında 729 işyerinin denetlendiğini ama bu rakamın 2008 yılında 465’e, 2009 yılında ise 135’e düştüğünü belirtelim.*
Krizin gerçek sorumluları olan patronlar nefes alsın ve işgücü maliyetleri düşsün diye denetlemelerden vazgeçen SGK’nın, ağır çalışma koşulları altında çıplak sömürünün kollarına terk edilen işçileri Başbakan’ın açıklamasının hemen ardından hatırlamış olması fazlasıyla manidardır.
Öyle görülüyor ki Başbakan birden bire işçileri “hatırlamakta”, Kürt illerinde 100-200 liraya çalıştırılan çocuklar üzerinden patronları eleştirebilmektedir. Bu ani “hatırlama”nın nedenlerine geçmeden önce, Kürt çocukların ve kadınların yoğun biçimde maruz kaldığı ağır çalışma koşullarının ve sömürünün yeni bir olgu olmadığını belirtelim.
Türkiye’nin Çin’i ve Bölgesel Asgari Ücret Uygulaması
Küresel sermayenin sözcülerinin ve AKP’nin, “demokratik açılım” ya da “Ermenistan Açılımı” kisvesi altında Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ucuz iş gücü alanı olarak örgütlenmesi gerektiğini ifade etmekten bir an olsun çekinmediklerini biliyoruz. Çünkü küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının ihtiyaçları bu yöndedir. Iraktaki gelişmelere paralel olarak bölgenin “silahsızlanması” ile birlikte özellikle Kürt illerinin Türkiye’nin Çini olarak dönüştürülmek istendiği her fırsatta dile getirilmiştir.
Bugün, çocuk işçilerinin aldıkları ücretleri ve ağır çalışma koşullarını eleştiren Başbakan, 2005 yılında Devlet Bakanı Tüzmen ile dönemin ASO Başkanı olan Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın yaptığı görüşmeyi dillendirmekten elbette uzak duracaktır. Bu görüşmede gerek patronlar gerekse Tüzmen, bölgesel asgari ücret uygulamasını hayata geçirmek zorunda olduklarını ifade etmişlerdi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Türkiye’nin Çin’i haline getireceklerini belirten patronlar, “Türkiye’nin Çin’i” derken, kuşkusuz, emekçilerin azgınca sömürüldüğü bir sermaye cennetini kastediyorlardı.**
AKP’nin İşçiler Üzerinde Artan Manüpilasyonu
Geçtiğimiz aylarda, kayıt dışı işçi çalıştırmayı engellemek için “Türkiye’de saydamlığın artırılması ve yolsuzlukla mücadelede strateji planları hazırlamak, uygulamasını izlemek ve denetlemek üzere Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı başkanlığında,“ TOBB ile en fazla üyeye sahip işçi sendikasının da katılacağı bir yürütme kurulu oluşturulmuştu (duyan da, kayıt dışının sorumlularının başkaları olduğunu sanır). Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasını taşıyan genelgenin Resmi Gazete’ de yayınlanmasıyla hayata geçen ve finansmanı AB tarafından karşılan projenin tarafları, Başbakan’ın “emekçilerin sömürüsü” üzerine sözlerinin ardından karşı karşıya geldiler.
Dahası, TOBB, Başbakan’ın eleştirileri karşısında sessiz kalmamış kendilerini “sömürücü” olarak tanımlayan Başbakan’a kendilerinin sömürülenlerin yanında yer aldıklarını ifade etmişlerdi. İyi de, başta patronların ve kendisi de bir patron olan Başbakan’ın sömürüye karşı olduğu bir ülkede nasıl oluyor da işçi ve emekçiler sömürülüyor? Resmi rakamlara göre işsizliğin 3 milyon 591 binlere ulaştığı dahası 21 milyon işçinin 9 milyonunun herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadan çalıştığı bir ülkede bu tartışmaların ne anlama geldiğini görmek için, içinden geçtiğimiz dönemde yaşanan ekonomik ve siyasi alt-üst oluşun kavranması gerekir.***
AKP, küresel sermayenin taleplerini bir bir hayata geçirmeye devam ediyor. Özellikle küresel krizle birlikte Batı’da yaşanan talep daralması, ulusötesi sermayeyi Afrika Ortadoğu ve Kafkasya bölgesinde yeni adımlar atmaya zorlamaktadır. AKP’nin yaptığı şey de bu gelişmelere paralel olarak, başta ekonomik olmak üzere askeri ve siyasi adımları görülmedik bir ivmeyle gündeme taşımaktır.
Bu adımlar çerçevesinde, sermayenin küresel işleyişinin ve serbest piyasa ekonomisinin önündeki ulusal korumacı engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeler bir bir yasallaşıyor. Örneğin, Ergenekon davası, yargı ve ordudan üniversitelere kadar bu minvalde varolan engellerin tasfiyesini ifade etmektedir. Dolayısıyla, bir kez daha, büyük ekonomik kırılmaların siyasetin ve ona bağlı olarak bütün hukuki üst yapının değişimini zorunlu kıldığına tanık olmaktayız. Tanık olduğumuz bir başka gelişme var ki o da, bu değişimin çoğu liberalin sandığı gibi barışçıl yöntemlerle gerçekleşmiyor olması.
Bu yöntemlerin taşıdığı gerilimi Ermeni ve Kürt açılımlarında; son olarak da anayasa değişikliği tartışmalarında görmekteyiz. Anayasa tartışmalarında ortaya çıkan gelişmelerde ve olası referandumda işçi ve emekçilerin desteği olmaksızın bu çelişkileri tek başına sırtlayamayacağını düşünen AKP iktidarı, kitleleri küresel sermayeye yedekleme çabası içindedir. Birkaç ay önce TEKEL işçileri konusundaki yaklaşımını gördüğümüz Başbakan’ın bugün patronlar karşısında “ameleperver” bir tutum sergilemesinin nedeni budur.
Elbette her türden burjuva partileri, temsil ettikleri sınıfın şu ya da bu kanadıyla çatışmaya girebilir. Bu tür çatışmalar da çoğu zaman uluslararası sermayenin uzun vadeli ihtiyaçları için elzemdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açan ve sendikal örgütlenmenin önündeki kimi engelleri kaldıran düzenlemelerle sendikaları da yanına alan AKP, önümüzdeki dönem bu rolünü fazlasıyla oynayacaktır. İşçi sınıfı bu süreçte uyanık olmak durumundadır. İşçiler, burjuva partilerine ve onları burjuvazinin şu ya da bu kanadına yedekleyerek kapitalist sistem içinde tutan sendikalara karşı sosyalist dünya devriminin bayrağını bir an olsun elden bırakmamalıdır.