Barış Bloku ve savaşa karşı mücadele

10 Temmuz Cuma günü Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) çağrısıyla biraraya gelen siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri bir basın açıklaması yaptı. “Suriye’de savaşa son, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesine hayır!” sloganıyla kurulan bloğun basın açıklamasını HDP MYK üyesi Gençay Gürsoy okudu. Barış Bloku’na HDP’li ve CHP’li milletvekillerinin yanı sıra, HDP içerisinde yer alanlar ve onu dışarıda destekleyenler dahil olmak üzere, birçok siyasi yapı, sendikalar ve sivil toplum örgütleri destek verdi*. AKP’nin Suriye’ye müdahale hazırlıklarına karşı “kitleleri harekete geçirmeyi” amaçladığını ifade eden ‘Barış Bloku’, bu yönelimin siyasi ekseninin burjuva bir muhalefet olacağına dair siyasi mesajlar verdi.

Gençay Gürsoy tarafından yapılan açıklamada, “AKP Hükümeti Suriye’deki savaşa birinci dereceden müdahil olmak için şimdiye dek elinden geleni yapmış, IŞİD’in büyüyüp palazlanmasında doğrudan ya da dolaylı rol oynamıştır. 7 Haziran seçimlerinde kendi geleceğini güvenceye alabilecek rejim değişikliğinin yolunu açma fırsatını bulamayan Saray ve hükümeti, muhtemel bir erken seçimde oy devşirme kaygısı ile, milliyetçiliği, şovenizmi ve mezhepçiliği kışkırtarak, Rojava’daki mücadeleyi etkisizleştirme ve Suriye’ye müdahale etme hesapları yapmaya girişmiştir. Bu gelişmelerin sonucu olarak çözüm süreci askıya alınmış bölgede ve ülkede barışın imkanları büyük ölçüde daralmıştır.” denildi.

Gürsoy, bloğun amacını şu şekilde ifade etti:

“Temel hedefimiz ülkeyi bir savaşa sürüklemeye çalışan kışkırtıcıların karşısına dikilmek, ülkenin içinde ve Ortadoğu’da barışı savunmaktır. Girişimimiz, ülke içinde barıştan yana geniş halk kitlelerini harekete geçirmeyi, uluslararası alanda örgütlenmiş sivil barış inisiyatifleriyle işbirliği yaparak bölgeyi bu ölüm çemberinden çıkartmak için çaba göstermeyi amaçlamaktadır. Siyasi görüşü ne olursa olsun bu amacı paylaşan her kurumu, kuruluşu ve kişileri bu girişimimize omuz vermeye çağırıyoruz.” (vurgu bize ait.)

Söz konusu açıklamada Ortadoğu’daki işlenen savaş suçlarının ortağı olan AKP hükümeti öne çıkarılırken, IŞİD terörünün Irak ve Suriye’de yaygınlaşmasında başlıca rolü üstlenen ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin ve 2011 yılından beri Ortadoğu’da emperyalist vekil savaşına destek veren Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar gibi ülkelerin rolüne değinilmedi. Yine, AKP’nin bugün Suriye’ye müdahaleyi gündemine alması, uluslararası ekonomik ve siyasi koşullardan kopartılarak ele alındığından, basitçe millyetçi ve şovenist bir yönelimin sonucu olarak ifade edildi.

Emperyalizmin Suriye’de yıllardır sürdürdüğü vekil savaşının ve AKP hükümetinin bu savaşta oynadığı rolün onlarla işbirliği içinde olduğunun “görmezden” gelinmesi, söz konusu girişime damgasını vuran burjuva kimlik politikalarının bir sonucudur. Buna paralel olarak, HDP milletvekili ve HDK eş sözcüsü Ertuğrul Kürkçü’nün ifadeleri dikkat çekicidir: “… Türkiye halklarına, kuzeyde yaşayan kardeşlerine dost ve müttefik bir siyasi hareket, Türkiye’nin bin kilometrelik güney sınırlarının 800 kilometresi boyunca güvenli bir alan yaratmıştır. Rojava’da ortaya çıkan özerk halk yönetimi IŞİD barbarlığına karşı, Suriye’ye yönelik olarak Birleşmiş Milletler kararıyla yürüyen uluslararası harekatın sebebi olan IŞİD canavarlığına karşı güçlü, halkçı, sağlam, meşru, özgürlükçü bir iradeyi burada sürdürmektedir. Türkiye’yi yönetenleri endişeye sevk eden sınırlarının güvenli olmaması değil, sınırlarının ilk kez IŞİD’e karşı güven altına alınmasıdır.” (vurgu bize ait.)

Kürkçü, konuşmasında, yıllardır Ortadoğu’da terör estiren ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşların baş sorumlusu ve uygulayıcısı olan ABD emperyalizminin ve onun müttefiklerinin rolünü bilinçli olarak yadsırken, IŞİD barbarlığının Irak’ta ve Suriye’de bu noktaya gelmesini sağlayan şeyin, yine aynı emperyalist güçlerin vermiş olduğu lojistik ve silah destek olduğundan, nedense hiç söz etmedi.

Toplantıda söz alan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da “Türkiye, Suriye’deki savaşın hazırlayıcılarından bir tanesi. Şimdi de Suriye’ye askeri müdahale ederek durumu başka bir biçime getirmek istiyor. Suriye’de süren savaş, Türkiye’nin içine getirilmek isteniyor. Biz, bu savaşın neler getireceğini biliyoruz. Bu savaşın ateşi sizi de yakar, herkesi yakar. O nedenle bu düşüncelerinizden vazgeçin” dedi.

ABD’nin Suriye’de IŞİD barbarlığına karşı, laik bir vekil güç olarak destek verdiği PYD/YPG eksenini, AKP’den farklı olarak uluslararası bağlamda okuyan CHP’nin, milletvekilleriyle bu oluşumda yer alması şaşırtıcı olmamıştır. Türkiye’nin iki büyük burjuva partisinden biri olan ana muhalefet CHP, neredeyse 13 yıldır iktidarda olan AKP’nin hem iç hem de dış politikada içine düştüğü zorluklardan yararlanma adına, sözde savaş karşıtı bir maske takınarak, Ortadoğu’da Batı emperyalizmi ve NATO ile daha yakın bir işbirliğine aday olduğu mesajı vermektedir.

Sözde “sol” kimi sendikaların bu sözde “savaş karşıtı” burjuva muhalefete katılmasına gelince; bu, bir burjuva partisi olan HDP’yi, Almanya’daki Sol Parti ve Yunanistan’daki Syriza örneğine uygun şekilde dönüştürme çabasının bir parçasıdır. İktidar partisinin işçi kolu haline gelmiş olan meslektaşları ile rekabet içinde olan bu “solcu” bürokratlar, şimdi, yazgılarını, HDP’ninki ile birleştiriyorlar. Böylece onlar, emperyalizm ve burjuvazi yararına sol maskeli burjuva politikaları işçi sınıfına pazarlama işini, sahte sol bir burjuva partisi olarak biçimlenen HDP üzerinden gerçekleştirecekler.

Siyasi varlıklarını sendika bürokrasilerine ve Kürt hareketine “solcu” danışmanlık yaparak sürdürmeye çalışan çok sayıda küçük burjuva oluşumun bu sözde “barış bloğu”nda yer almasında ise şaşırtıcı bir yan yok. Zira HDP’de yer alan ya da onu sözümona “dışarıdan” destekleyen bu “sol”, hem ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yağmacı savaşına hem de T.C. devletinin burjuva “iyileştirilmesi” sürecine eklemlenmiştir.

Gerçekte, bu bloğun savaş karşıtlığı, AKP karşıtlığı ile sınırlıdır. Onlar, Türkiye’nin Suriye’ye (Rojava’ya) müdahalesine karşı çıkıyor ama savaşın, ABD ve Avrupalı emperyalistler ile sıkı işbirliği içinde ve BM şemsiyesi altında yapılmasında hiçbir sakınca görmüyorlar. Dahası, iki burjuva partisi önderliğinde bir araya gelen Barış Bloku bileşenleri, PKK’nin ve PYD’nin Amerikan emperyalizminin Irak’taki ve Suriye’deki yeni vekil gücü (“tutarlı ortak”) olmasından da şikayetçi değiller. Tersine, onlar, “IŞİD barbarlığına karşı mücadele” maskesi altında, ABD emperyalizmi önderliğinde yürütülen yağmacı bir savaşa destek veriyorlar. Bütün bu emperyalizm yanlısı küçük-burjuva güçlerin, örneğin, Ankara’da “Kürt dostu” bir iktidarın olması durumunda, Türk ordusunun Suriye’ye girmesinin en ateşli destekleyicisi olacaklarından hiç kimse kuşku duymamalı (Elbette “insani yardım” ve “IŞİD barbarlığına karşı mücadele” adına. HDP’nin “Şah Fırat operasyonu”na verdiği desteğe sessiz kalınması önemli bir işaretti).

Özetle CHP’yi bir burjuva partisi olarak gören “sol” grupların bile HDP’nin arkasında CHP’yle sessizce bir araya geldikleri bu Blok, emperyalist savaşa bir bütün olarak karşı değildir. Blok, Batı emperyalizmine karşı çıkmadığı aksine onunla birlikte hareket etmeyi savunduğu için, Afrika’dan Ortadoğu’ya ve Orta Asya’ya emperyalist müdahalelere sessiz kalmakta ve gerçekte bu müdahaleleri desteklemektedir.

Bilindiği üzere, AKP Suriye’de bir tampon bölge kurma isteğini uzun süredir dile getiriyor ama Batılı müttefikleri buna karşı çıkıyordu. O, bu planını kısa süre önce yeniden gündemine aldı ve sınıra yığınak yapmaya başladı. Bu, dünyada olup biten her şeye, bütün tarihsel, uluslararası, toplumsal, sınıfsal ve siyasal gelişmelerden bağımsız bir Kürt kimliği üzerinden bakan sahte sola göre, yalnızca PKK-PYD ya da “Kürt karşıtı” bir adımdı. Oysa bu adımın, Ürdün ile Türkiye arasında -ABD’nin de onayıyla- varılan anlaşmanın bir parçası olduğu uluslararası basında yer almıştı. Haberlere göre, Türk ordusu kuzeyde bir tampon bölge oluştururken, Ürdün’ün, aynı işi Suriye’nin güneyindeki Suweida ve Deraa vilayetlerinde gerçekleştirmesi düşünülüyor. (Bkz: Türkiye ve Ürdün Suriye’de toprak ele geçirme hamlelerini tartışıyor)

Bu adım, İran’ın Batılı emperyalistler ile vardığı son anlaşma gibi yeni bir takım uluslararası gelişmeler karşısında ya da içerideki toplumsal-siyasi dinamikler nedeniyle atılmayabilir. Önemli olan, emperyalistler ya da burjuva yönetimler arasındaki pazarlıklardan bağımsız, ilkeli bir savaş karşıtı hareket oluşturmaktır.

Gerçek bir savaş karşıtı hareket için

Böylesi bir hareketi inşa etmenin ilk koşulu, Ortadoğu’da sürmekte olan savaşların ve iç savaşların nedenlerini ve taraflarını doğru olarak tespit etmektir. Biz, Ortadoğulu emekçilerin ve ezilen halkların maruz kaldığı bu yıkımın ardında, bu stratejik öneme sahip bölge üzerindeki emperyalist egemenlik planlarının yattığını düşünüyoruz.

ABD emperyalizmi, askeri üstünlüğüne dayanarak, diğer emperyalist güçleri ve yerel egemenlerin çoğunu kendi önderliği altında bir araya getirmiş durumda ama bu, aynı zamanda, her bileşenin kendi çıkar hesapları eşliğinde katıldığı, son derece kırılgan bir koalisyondur.

ABD emperyalizminin Ortadoğu’da sürdürdüğü savaşlar, asıl olarak Çin’i ve Rusya’yı kuşatıp parçalamayı ve yeni-sömürge konumuna sokmayı; bu arada, Avrupalı rakiplerini köşeye sıkıştırmayı amaçlayan çok daha kapsamlı bir stratejinin parçasıdır.

Bununla birlikte, ABD, rakipleri karşısında hızla gerileyen ekonomik üstünlüğünü askeri yollarla kapatma çabasının ifadesi olan bu savaşlarda (Afganistan, Irak, Suriye, Libya) mutlak bir üstünlüğe sahip değil. O, istediği sonuçları elde edememekte, attığı her adımda darbe yemektedir. Obama yönetiminin, Irak’taki işgalci ABD askerlerinin neredeyse tamamını geri çekmek zorunda kalması, büyük ölçüde, Amerikan işçi sınıfı ve gençliği içindeki kitlesel savaş karşıtlığının bir sonucuydu. O savaş karşıtı hareket, burjuva ve küçük-burjuva solcusu önderliklerin Obama yönetimine yedeklenmesinin ardından, bir süredir yatıştırıldı. Obama yönetiminin şimdi Ortadoğu’ya yeniden asker göndermeye başlamasının ardında, söz konusu önderliklerin bu açık işbirliği yatmaktadır.

ABD birliklerinin Irak’tan çekilmek zorunda kalmasından bu yana, Amerikan emperyalizminin ve yerel işbirlikçilerinin Ortadoğu’da sürdürdüğü yağmacı savaşın başlıca aktörleri dinsel, mezhepsel ve etnik temelde örgütlenmiş gerici vekil güçlerdir. Washington, kendi egemenlik planlarının önünde engel olarak gördüğü Libya’daki Kaddafi yönetimini ve Suriye’deki Baas rejimini devirmek için, bu gerici ve barbar güçleri finanse etti, örgütledi, eğitti ve silahlandırdı. Sonuç, Suriye ve Libya toplumlarının, on binlerce insanın vahşice öldürüldüğü katliamlar ve milyonların devasa göç dalgaları eşliğinde, bir enkaz haline getirilmesi oldu.

IŞİD, ABD emperyalizminin ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölgesel müttefiklerinin besleyip büyüttüğü bu güçlerin bir bileşimi, insanlık dışı, barbar bir güçtür. Bununla birlikte, IŞİD ile bir kısmı şimdi sözde ona karşı savaşan diğer vekil güçler arasında temel bir ortaklık bulunuyor: Emperyalizme hizmet!

IŞİD’in barbarlığı, görünüşte ona karşı savaşan emperyalist koalisyonun gerici ve barbar karakterini ortadan kaldırmamakta, ona bir meşruiyet kazandırmamaktadır. Tersine, ABD, Türkiye, Suudi Arabistan vb. devletler tarafından yaratılmış olan IŞİD, bölgedeki emperyalist yağmanın sürdürülmesinin, yalnızca en son gerekçesidir ve onun ortadan kaldırılması durumunda, yerini bir başkası alacaktır (bizzat ABD’nin kabul ettiği üzere, “IŞİD’e karşı savaş”ta bir yılda 10 bin civarı militan öldürülürken, bu sürede örgüte bu sayının üstünde cihatçı katılmıştır). Özetle, vekil güçler ve taktikler değişmekte ama emperyalist ve yağmacı strateji aynı kalmaktadır.

Emperyalizmin, ezilen ülkelerdeki emekçilere ve gençliğe birbirini boğazlatma biçimini almış olan “böl-yönet” politikasının en temel bileşeni, kimlik politikalarıdır.

Geçtiğimiz hafta sonu, eski Yugoslavya’da gerçekleşen ve 8 binden fazla Boşnak’ın faşist Sırp güçler tarafından öldürüldüğü Srebrenitsa katliamının 20. yılı anıldı. O zamanlar Yugoslavya’da yaşanan felaketler, ister etnik ister dinsel, mezhepsel vb. olsun, kimlik politikalarının emperyalist güçler ve yerel egemenler tarafından nasıl kullanıldığının yakın tarihteki en çarpıcı örneklerinden biriydi. Ondan bir önceki yıl, 1994’te, Ruanda’da, yaklaşık yüz gün içinde, 800.000 Tutsi ve Hutu, faşist Hutular tarafından öldürülmüştü.

Benzeri katliamlar, farklı boyutlarda da olsa, farklı kimliklere sahip insanların yaşadığı çok sayıda ülkede yaşandı ve emekçilerin ve gençliğin insanlık dışı yaşam koşullarına yönelik öfkesi, her durumda, kapitalist sistemi hedeflemeyecek şekilde, şu ya da bu emperyalist gücün ve egemen kesimin yararına saptırıldı.

1950’li ve 1960’lı yıllardan başlayarak emperyalist merkezlerdeki düşünce kuruluşları ve burjuva akademisyenler tarafından geliştirilmiş olan etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, kültürel vb. kimlik politikaları, Ortadoğu’ya yönelik emperyalist egemenlik hesaplarının ayrılmaz parçasıdır. Bu politikalar, bir yandan emperyalist devletler tarafından engel olarak görülen güçlü ulus devletlerin etnik ve dinsel temelde parçalanması amacıyla kullanılırken, aynı zamanda, yol açtıkları kaçınılmaz katliamların ardından, doğrudan emperyalist müdahalelere meşruiyet kazandırmaktadırlar.

Hangi etnik, dinsel, mezhepsel, vb. maske altında uygulanırsa uygulansın, Ortadoğu’nun ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden paylaşımına yönelik planların maddi temeli kapitalist kar sistemidir. Kapitalistler ve onların siyasi temsilcileri, kendi aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın, yalnızca kendi sınıfsal çıkarları gereği ittifaklar kuruyor ya da çatışıyor ve gerekirse savaşıyorlar.

Kimlik politikaları, yinelemek gerekiyor, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfını bölmek ve onu kendi içinde şu ya da bu kapitalist gruba yedeklemek, onlar yararına savaştırmak üzere geliştirilmiştir. Dolayısıyla, savaşa karşı, onun nedeni kapitalizme dokunmadan ve herhangi bir etnik, dinsel, mezhepsel vb. kimlik üzerinden mücadele edilemez.

Özel mülkiyet ve kar sisteminin ürünü olan savaşa karşı tutarlı ve başarılı bir mücadele için, ona ideolojik gerekçe sağlayan ve emekçileri bölen bütün burjuva kimlik politikalarını (kimlikleri değil!)kararlılıkla reddetmek; uluslararası işçi sınıfı merkezli bir savaş karşıtı hareket geliştirmek gerekiyor.

Tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşayan emperyalist sistem, insanlığı yeni bir dünya savaşına sürüklüyor ve bu gidişat, şu ya da bu burjuva hükümetin tercihi değil, kapitalist sistemin içsel dinamiklerinin ürünüdür. Dolayısıyla, Ortadoğu’da sürmekte olan iç savaşlara ve yaklaşan küresel savaş felaketine karşı mücadelenin, bundan yaklaşık 100 yıl önce, Eylül 1915’te toplanan Zimmerwald Konferansı’nda Lenin önderliğindeki bir avuç Marksistin savunmuş olduğu gibi, sosyalizm uğruna uluslararası mücadele ile birleştirilmesi gerekiyor. Tarih, işçi sınıfının devrimci politikasını geliştirme mücadelesinin dışında, burjuvazinin şu ya da bu kanadına yedeklenmekten başka bir alternatif sunmamaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir